"Yargı bizim için ayak bağıdır" diyen bir zihniyet iktidardadır

Nurzen Amuran sordu, Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu yanıtladı...

(Değerli okuyucularımız, bu hafta Odatv Ankara temsilcisi A.Mümtaz İdil’i yitirdik. Ne yazık ki bilgisiyle birikimiyle erdemli yaşam tarzıyla toplumu zenginleştiren değerli insanlarımızın sayısı giderek azalıyor. Kaybettiğimiz bu onurlu arkadaşımızı saygıyla anıyoruz.)

Nurzen Amuran: Sayın Kanadoğlu,bu hafta sizinle,yargının bugün gelinen süreçteki durumunu konuşacağız. Ancak önce hepimizi çileden çıkaran bir olayı paylaşmak istiyorum. Bir takım zavallı meczuplar Atatürk’e akıldışı iftiralar atmayı alışkanlık haline getirdiler. Sayıları da artmaya başladı. Dünyanın, “çağının dehası” diye tanıdığı ve andığı kurucu liderimize yapılan saldırılar bilinçli olarak Cumhuriyet tarihimizi silme çabasının bir parçası mıdır, kimlerden destek alıyor bunlar?

Sabih Kanadoğlu: Önce ben de Sayın Mümtaz İdil için Odatv ailesine ve tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum. Sorunuza gelince,Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ulusal onuru, kahramanı, ortak manevi değeridir. O, bu sıfatları, sadece Çanakkale Kara Savunmasının ve İstiklâl Savaşı’nın muzaffer kumandanı, dağılmış, çökmüş, yıkılmış bir imparatorluktan, genç, umutlu ve onurlu Cumhuriyet Devletinin kurucusu olduğu için değil, ilkeleri dün de, bugün de ve gelecekte de geçerli olduğu ve yol gösterdiği için kazandı. Atatürk, öncelikle emperyalizm karşıtıydı. “Bağımsızlık benim karakterimdir” derken bu karşıtlığın nedenlerini ve sonuçlarını belirliyordu. Devrimciydi. Kuldan yurttaş, ümmetten millet oluşturarak, bölünmez bütünlüğün bir “Ulus Devlet” olarak sağlanabileceğini kanıtlıyordu. Milliyetçiydi. Laik ve demokratik bir devletin, ulusun sonsuza kadar sürecek birlik ve beraberliğinin güvencesi olduğunu vurguluyordu. Çağdaş ve uygar bir hukuk sistemi ilk hedefiydi. Bu ilkeleri yaşama geçirebilmek ve korumak için ulusuna gösterdiği yol, akıl ve bilim yoluydu.Öyle anlaşılıyor ki, emperyalizmin bugün için ilk hedefi Ortadoğu petrolleridir. Büyük Ortadoğu Projesi bu nedenle hazırlandı ve uygulamaya konuldu. Irak, Suriye, Libya olayları bu projenin sonucu oldu. Türkiye stratejik konumu itibariyle biran önce saydığımız ilkeleriyle, hem kendisi ve örnek alabilecek Ortadoğu ülkeleri olarak emperyalizmin zayıf, güçsüz, bölünmüş ülkeler arzusunun önünde bir büyük engeldir. Bu engeli aşmanın ilk adımı, öncelikle gerek Türkiye’de ve gerekse mazlum ülkeler arasında emperyalizm karşıtlığı bilinen Yüce Atatürk’ü itibarsızlaştırma çabasıdır. Dışarıdan gelecek saldırıların, yurtiçinde işbirlikçilerinin olacağı açıktır. Osmanlı’dan gelen Hürriyet İtilâf Fırkası ardılları ile siyasî iktidarın teşvik ve yardımını gören soysuzlar vardır. Sorunuzdaki (zavallı meczuplar) deyişine katılmıyorum. Yazılanlar, söylenenler planlı bir biçimde çıkarları birleşenlerin ortak çabalarıdır. Türk Milleti oynanan oyunun farkındadır. Ulusal Kahramanına ister ilkeleri zayıflatmak için isterse meşruiyeti tartışmalı bu referandum sonucunu unutturmak için yapılsın, bu saldırıların hesabını er veya geç sormak gücündedir.

KHK’lerle yargıç olmanın koşulları kolaylaştı. Yargıç olmak isteyenler açılan son sınavlara girdiler ve sınavı geçenler yargıç olarak atandı. Ancak gazetelerde bu yargıçların bir bölümünün AKP de aktif olarak görev aldıklarına ilişkin haberler yer aldı... Yargıç adayının bir süre önce siyasette aktif olarak görev alması, yargının siyasi kanadının oluşması anlamına gelmiyor mu? Kumpas davaları diye anılan Odatv Balyoz ve Ergenekon ve diğerlerinin davalarında görev alan “sözde yargı mensuplarının” nelere yol açtıklarına hepimiz tanık olduk.

Anayasa’nın 159/8 nci maddesine göre Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK), adlî ve idarî yargı “Hâkim ve savcılarının mesleğe kabul etme…” işlemlerini yapmakla görevlidir.

Ancak, mesleğe kabul ikiye bölünerek önce adaylığa kabul HSK’nın yetkisi dışına çıkarılmış ve Adalet Bakanlığı bu konuda tek söz sahibi kılınmıştır. Alınacak aday sayısı Bakanlık tarafından belirlenecektir. 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 9/a maddesi uyarınca başvuranlar önce ÖSYM tarafından yapılan yazılı yarışma sınavına gireceklerdir. Puanlamanın nasıl yapılacağı yasada belirli olmasına rağmen OHAL KHK ile puanlamanın aşağıya çekildiği bilinmektedir.

Asıl sorun, mülakat kurulunun oluşumundadır. Kurul, Adalet Bakanlığı Müsteşarı veya görevlendireceği müsteşar yardımcısının başkanlığında, Teftiş Kurulu Başkanı, Ceza İşleri, Hukuk İşleri ve Personel Genel Müdürleri ile Türkiye Adalet Akademisi (TAA) yönetim kurulunun, her sınav için kendi üyeleri arasından belirleyeceği iki üye olmak üzere toplam yedi üyeden oluşmaktadır. TAA’nın oluşumunda Adalet Bakanı egemen öğedir. Meslek öncesi eğitim ve staj ile sonunda yazılı sınav ve mülakatta TAA tarafından yapılmaktadır.

Mesleğe kabul, bu aşamalardan sonra HSK’nca yapılacaktır. Böylece HSK başta TAA, Yargıtay ve Danıştay, Adalet Bakanının daha yerinde bir deyişle siyasî iktidarın emrinde bağımlı kuruluşlar haline getirilmiştir. 15 Temmuz olayından sonra, meslekten 4238 hâkim ve savcı ihraç edilmiştir. İhraç edilenlerin de daha öncesi yine aynı siyasî iktidar tarafından mesleğe alındığı gözetilirse işin vahameti daha net ve açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Siyasî iktidarın gözettiği hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, bağımsız ve tarafsız yargı değil, ehliyetsiz ve liyakatsız olsa da iktidarın yanında olacak hâkim ve savcı arayışıdır. Son atamalar kuşkusuz bu arayışın kesin kanıtıdır.

Yargıda da etik kurallar üzerinde de duralım. Bu kurallar neden önemli? Gelişmiş ülkelerde yargıç, belli yetkilerle donatılıyor ama kendisinden belli sorumluluklar da bekleniyor. Bu nedenle demokrasiyle yönetilen ülkelerde yargıç olmak bizdeki kadar kolay mı ?

Eğer bir ülkede hukukun üstünlüğü varsa, hukuk devleti ilkeleri yürürlükteyse, ehil ve liyakatlı yargıç ve savcı adayı bulunur ve yetiştirilir. Gerekli yetkilerle donatılır ve sorumluluk aranır. Bir yargıç ve savcının nitelikleri ve sorumlulukları, bu nedenle yargının bağımsızlığını güvence altına almak yönünden önemlidir. Zira yargı bağımsızlığı, hukuk devleti olabilmenin ön koşuludur. Adil yargılanmanın da garantisidir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu 23 Nisan 2003 tarihinde 2003/43 sayılı BM Bengalore Yargı Etiğini kabul ettiler. “Savcılar İçin Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa Esasları” da “Budapeşte İlkeleri” adı altında 31 Mayıs 2005’de kabul edildi. Hâkimlerin adaylığa kabulü hakkında son günlerde yaşanan olaylar “Partili Cumhurbaşkanı”, “Partili Başkomutan” sürecinden sonra “Partili hâkim-savcı” dönemine ulaştığımızı gösteriyor. Geldiğimiz nokta “Adalet Mülkün Temelidir” ilkesinin çöktüğü ve devletimizin büyük bir tehlike altında olduğunun işaretidir.

“YARGI BİZİM İÇİN AYAK BAĞIDIR” DİYEN BİR ZİHNİYET İKTİDARDADIR

HSK seçim yöntemlerini eleştirirken bugün başvuran bazı adayların nitelikleri tartışma konusu olmuştu. Bu koşullarda yargı bağımsızlığı nasıl savunulacak, acilen neler yapılması hangi düzenlemeler getirilmesi gerekir?

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin en hafif deyimle zedelendiği, yıpratıldığı ülkelerde hukuk devletinden, yargı bağımsızlığından söz edilemez. HSK’nın oluşum biçimine bakarsanız, seçim için başvuranların niteliklerine şaşırmamak doğaldır, “yargı bizim için ayak bağıdır” diyen bİr zihniyet iktidardadır. Bu iktidardan yargı bağımsızlığı için düzenlemeler beklemek, boş hayal olacaktır. Kaldı ki, yargının getirildiği yer düzenlemelerle de düzeltilemez. Yargı bağımsızlığı için A’dan Z’ye reform gerekmektedir.

Son dönemde şaşkınlıkla izlediğimiz bir başka olay da, yargı mercilerinden bazılarının çifte standart uygulamaları. Bir FETÖ tutuklusunun muayene edilmeden özel bir hastaneden verilen hastalığına ilişkin rapora dayanarak tahliye edilmesi. Tutukluya verilen rapor mevzuat açısından geçerli mi? İddianame hazırlanmadan verilen bu mahkeme kararı siyasi bir karar mı? Çünkü tutuklu, bir siyasetçinin damadı.

Yargıya olan güvenin dibe vurduğu bir dönemde, mahkemelerin aynı durumdaki şüpheli veya sanıklar hakkında çelişik, çifte standart yaratacak kararlar vermesi beklenir bir sonuçtur. Hele, karar siyasî iktidara mensup bir önemli siyasetçinin yakını hakkında verilmiş ise. Bir tutuklunun, sağlık nedenleriyle tahliyesi için, bir devlet hastanesinde muayene edilmesi ve hakkında rapor düzenlenmesi ve gerekirse Adlî Tıp Kurumundan rapor alınması koşuldur. Özel hastaneden muayene yapılmadan varsa önceki müşahadelere dayalı rapor düzenleme ve buna dayanılarak tahliye kararı verme, görevi kötüye kullanmadır. Özellikle, benzer hastalıklardan veya çok daha ağırından yüzlerce tutuklunun, tutukluluk halleri devam ederken verilen karar, ne adalete ne de vicdana sığar.

Hatırlayacaksınız KHK ile OHAL İnceleme Komisyonu kuruldu. Muhalefetin eleştirisi şuydu. “yargısal denetimin önünü tıkamak ve binlerce mağdurun hak aramasının önünü kapatmak için oluşturulmuş bir komisyon” denilmişti. Bu komisyonun hukuk devletinin gereği olduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?

Dediğiniz gibi, OHAL İnceleme Komisyonu KHK ile kuruldu. Anayasa Mahkemesi, OHAL KHK’lerin kesin olduğu gerekçesiyle bireysel hak ihlâli başvurularını reddedince siyasî iktidar, binlerce kişinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmasını önlemek için komisyon kurma kararını aldı. Olaydaki samimiyet ve ciddiyetin ölçüsünü anlamak için aylar geçmesine rağmen bugüne kadar komisyonun faaliyete yeni başlamasına bakmak yeterlidir. Türkiye maalesef ve ne yazık ki bir hukuk devleti değildir.

Danıştay’ın 149. kuruluş yıl dönümünde konuşan Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, "Tek ve bölünmez devlet kudretinin bölünmez parçası olan yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi anayasal devlet düzeninin ve demokrasinin vazgeçilmez ilkelerindendir" dedi. Denge ve denetim sistemi size göre yeni anayasa değişiklikleriyle yerine oturdu mu?Ayrıca konuşmasının bir bölümünde “…kabul edilen değişiklikle Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir.” dedi. Neler diyeceksiniz?

Danıştay’ın 149. kuruluş yıldönümünde konuşan Başkan Zerrin Güngör’ü kutluyorum. Demokrasinin vazgeçilmez ilkeleri olarak gösterdiği kuvvetlerin birbirlerini denetlemesini ve dengelemesini vurgulayarak, kabul edilen değişiklikle Anayasada var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir demesi, kuşkusuz tarihe geçecek bir saptamadır. Tek adam rejiminin kurulmaya çalışıldığı, yasamanın işlevsiz hale getirildiği, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırıldığı bir dönemde, özellikle meşruiyeti tartışmalı bir referandumdan sonra böyle bir saptama yapmak cesaret işidir, meslekî intihardır. Bir başka yıldönümünde sergilediği tutumunun ve çay toplama faaliyetinin devamıdır. Üstlendiği görevini siyasî iktidarı mutlu kılacak biçimde başarıyla tamamlamıştır. Sayın Başkanı görevinden istifaya davet etmek her yurttaşın hakkıdır.

Danıştay Başkanı konuşmasının bir başka bölümünde “Olağanüstü hal sürecinde devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak için çıkarılan KHK’lerin, kişilerin hak ve özgürlüklerine amaç dışında herhangi bir sınırlama getirmediğini” söyledi. Katılıyor musunuz?

Danıştay Başkanı ya başka ülkede, örneğin OHAL’in bulunduğu Fransa’da yayınlanan KHK’leri kastediyor ya da aklımızla alay ediyor. Anayasanın 121/3 maddesinde, KHK’lerin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabileceği öngörülmüştür. Gereklilik, OHAL ilan nedeniyle ve amacıyla bağlantılı olmalıdır. Oysa amaçla ilgisi olmayan birçok çeşitli konuda OHAL KHK’leri çıkarılmıştır.

Sayın Başkan, KHK’lerin kişilerin hak ve özgürlüklerine amaç dışında herhangi bir sınırlama getirmediğini söyledi. O halde, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun KHK ile ihracının OHAL ilanının amacıyla ve nedeniyle ilgisini ve bağlantısını açıklamak zorundadır.

CHP’NİN HUKUK YOLLARINA BAŞVURU DIŞINDA İLK GÖREVİ HAYIR OYU KULLANANLARIN BİRLEŞEN İRADESİNİN DEVAMINI SAĞLAYACAK UMUT GÜVEN VE CESARETİ GÖSTERMESİDİR

Biraz da son zamanlarda eleştirilere muhatap olan YSK’nın aldığı kararlar üzerinde duralım. Referandum sürecinde mühürsüz oy kullanımı nedeniyle YSK tarafından yasaya aykırı işlem yapıldığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinin konuyu gündeme alması gerektiğini dile getiren hukukçularımız oldu. CHP kurumsal olarak referandum öncesi ve sonrasında ortaya çıkan uyuşmazlıkları AİHM’ne götürmeye hazırlanıyor. Bu süreçlerle ilgili neler yapılabilir. Deneyimli bir hukukçu olarak sizin önerileriniz?

Anayasanın 79/2 maddesi uyarınca YSK’nın kararları aleyhine başka bir merciiye başvurulamaz. Söz edilen kesinlik, seçimlerin en kısa sürede sonuçlandırılmasına yöneliktir. Güvence ise kurul üyelerinin Yargıtay ve Danıştay’dan seçilmesi ile yeterli görülmüştür. Kurul bir yüksek mahkeme değildir. Yüksek hâkimlerden oluşturulan bir kurul olarak tanımlanması doğrudur. Bu kurul, şikâyet ve itirazları karara bağlarken hata yapabilir. Bu hatalara seçim sonuçlarının biran önce alınması zorunluluğu karşısında katlanılabilir. Ancak, kurul hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek biçimde açık ve kesin olan bir kanun hükmünü (298 sayılı Kanunun 98 ve 101.maddeleri) yok sayarak, birtakım gerekçeler göstererek görev ve yetki fonksiyonu gaspına giderse ne olacaktır. Bundan sonra yapılacak tüm seçim ve referandumların güvenliği nasıl sağlanacaktır.

Vereceği kararların dokunulmazlığına inanan bir kurulun, önceki yıllarda verdiği ve gerekli tepkiyi görmeyen kararlarına bakarak, aynı biçimde özensiz, dikkatsiz ve hatta isteyerek, bilerek davranması nasıl önlenecektir. İlk çözülmesi gereken sorun öncelikle budur.

3 Kasım 2002 seçimlerinde görevli olan YSK, üç konuda TBMM’nin oluşumuna ve seçimlerin sonucuna doğrudan etkili olmuştur. Erken seçimin 3 Kasım’da yapılması önerisi 7 Temmuz 2002’de ne tesadüf ki yine Devlet Bahçeli tarafından yapılmış, TBMM 31 Temmuz’da seçimlerin yenilenmesine karar vermiştir. YSK, 02.08.2002 günlü kararıyla seçime katılma hakkı bulunan 23 partiyi açıkladı. Bu partilerden biri Yeniden Doğuş Partisiydi. Genç Parti’nin adı listede yer almıyordu. Çare bulundu; Yeniden Doğuş Partisi el değiştirerek adını değiştirdi, Genç Parti adını aldı. Başkanlığına Genç Parti Başkanı getirildi ve Genç Parti aynı Başkan, aynı amblem ve aynı adla oy pusulalarında yer aldı ve hukuka karşı yapılan bu hileyi, bu siyasî metamorfoz’u YSK’ya anlatmak mümkün olmadı. Genç Parti seçime katıldı ve 2.285.500 oy aldı, oy yüzdesi %7,25 oldu ve bu oylar değersiz kaldı. Bir başka siyasî parti DEHAP’ın en az 41 ilde örgütlenmediği ve sahte belgeler kullanarak 1999 seçimlerine katıldığı ve 2002 seçimlerine katılma hakkıbulunmadığı yolundaki itirazlar daYSK tarafından reddedildi. DEHAP seçimde 1.960.660 oy aldı. Oy yüzdesi %6,23’tü. Sonuç olarak 4.246.160 oy seçime katılma hakkı bulunmayan partilere verildi. Küçük oy yüzdeleriyle baraj altında kalan partiler oldu. TBMM, %34 oy alan bir partinin %66 temsil edildiği bir siyasî iktidara sahip oldu.Siirt seçimlerinin yenilenmesi ve bu seçimde aday olma yeterliliği olmayan bir kişinin önce milletvekili ve sonra Başbakan olma sonucu da YSK’nın bir başka marifeti olarak sayılabilir.O tarihte, YSK’nın millî iradenin oluşumuna menfi etkilerine karşı halkımız, siyasî partiler ve sivil toplum örgütleri gerekli ve yeterli tepkileri gösterebilseydi, sanırım YSK 16 Nisan’da gördüğümüz keyfi, kanun dışı ve tam kanunsuzluk biçimindeki işlem ve kararları alamazdı.16 Nisan referandumu, rejim değişikliğine, kuvvetler ayrılığının, denge ve denetimin, yargı bağımsızlığının ve sonuçta hukuk devletinin sonunu getiren bir tek adam rejimi kurulmasına yol açacaktır. Bu nedenle Ana muhalefet partisi (CHP)’nin kurumsal olarak tüm hukuk yollarını kullanması hem hakkı ve hem de görevidir. Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nin, önceki yerleşmiş kararlarına bakarak başvuruları, YSK kararlarının kesinliği gerekçesiyle reddedeceği muhtemeldir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve Birleşmiş Milletler (BM) Medenî ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 25. maddesine dayanılarak BM İnsan Hakları Komisyonu’na sanırım başvurulacaktır.

CHP’nin bu hukuk yollarına başvuru dışında ilk görevi “hayır” oyu kullananların birleşen iradesinin devamını sağlayacak umut, güven ve cesareti göstermesidir. Yolsuzluk üzerine meşruiyet kurulamayacağına göre olanları, referandum öncesinde ve sırasında yapılanları ve YSK’nın keyfi tutumunu unutturmadan gündemde tutmasıdır.

AGİT TARAFINDAN DÜZENLENECEK ANA RAPORUN AİHM’NİN AÇILACAK DAVAYI KABUL ETMESİ HALİNDE KANIT SAYILMASI MÜMKÜNDÜR

16 Nisan referandumu sonrasında, AGİT ve Avrupa Konseyi'ne bağlı seçim gözlemcilerinin hazırladıkları raporda “Referandumun uluslararası standartları karşılamadığı” dile getirildi. Bu hukuki süreçte Venedik Komisyonu’nun değerlendirmesiyle birlikte AGİT raporu AİHM’ ne başvuruda ciddi bir kanıt olabilir mi?

İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya dair Avrupa Sözleşmesi’ne ek 1 no.lu protokolün 3.maddesine göre bireyler veya kurumlar ancak yasama organının seçilmesinde haklarının ihlal edildiğini ileri sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuruda bulunabilirler. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatından (AGİT) Türkiye’nin isteği üzerine, AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Bürosu ile Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyelerinden oluşan gözlem heyeti, referandum sonrası hazırladıkları ön raporda, YSK kararını kanuna aykırı olarak nitelemiş, uygulamaları eleştirmiş ve seçim güvenliğinin olmadığını belirtmişti. Heyet ayrıca referandumun uluslararası standartları karşılamadığını da vurgulamıştı. AGİT tarafından düzenlenecek ana raporun, AİHM’nin açılacak davayı kabul etmesi halinde, kanıt sayması mümkündür. Öncelikle, Anayasa değişikliğiyle yasama organının oluşumunun, görev ve yetkilerinin kısıtlanmasının genel seçimlerle ilgili ve irtibatlı olduğunun ileri sürülmesi ve mahkemenin ikna edilmesi gerekmektedir.

AİHM’ne başvurulduğu taktirde dava kabul edilirse vereceği olumlu kararın sonucu sadece bir haklılığın tescili midir? Diyelim YSK’yı haksız buldu. Ne gibi gelişmeler olabilir?

AİHM’nin vereceği olumlu karar, yapılan referandumun meşruiyetinin sorgulandığı, tespit edilen ihlâlin tescili olacaktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46/1. maddesine göre yüksek sözleşmeci taraflar, taraf oldukları davalarda, mahkemenin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler. Aynı maddenin 2.fıkrasına göre mahkemenin kesinleşmiş kararı, kararın uygulanmasını denetleyecek olan Bakanlar Komitesine gönderilir. Sözleşmenin 47, 48 ve 49.maddelerinde öngörülen usulü istekler, yerine getirildikten sonra yetkili organ Bakanlar Komitesi, Avrupa Konseyi Statüsünün kendisine tanıdığı tüm yetkileri kullanır. Bu yetkiler Avrupa Konseyi üyeliğinin dondurulmasından, üyelikten ihracına kadar uzanabilir.

Referandum sonrasında Anayasadaki yeni düzenlemelerle birlikte birbiriyle çelişen düzenlemeler neler, Öncelikle hangi düzenlemelerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor?

Referandum sonucu kabul edilen değişikliklerden biri Anayasanın 101/son maddesinde yer alan, “Cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmünün yürürlükten kaldırılmasıdır. 103.maddede yer alan ant içmede “görevi tarafsızlıkla yerine getirmek” ibaresi gösterilen değişiklikle çelişmektedir. Anayasanın 117/2.maddesinde ise “millî güvenliğin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından TBMM’ne karşı Bakanlar Kurulu sorumludur” hükmünde yer alan “Bakanlar Kurulu” ibaresi “Cumhurbaşkanı” olarak değiştirilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın TBMM’ne karşı hiçbir siyasî sorumluluğu yoktur. Tek adam rejimi içerisinde bir takım çelişik düzenlemeleri gidermeye çalışmak yerine eksik ve yanlışlıklarını düzelterek yeniden parlamenter rejimi sağlamaya çalışmak tek ve doğru yoldur.

CHP’NİN HAYIR OYU KULLANANLARA KARŞI VİCDANİ VE ETİK SORUMLULUĞU VARDIR

Bundan sonraki süreçte siz ne bekliyorsunuz?

20 Haziran 1949 tarihinde Demokrat Parti’nin (DP) 2.Büyük Kongresi toplandı. Kongrede ana konu, Seçim Kanunu ve 1946 seçimleriydi. Kongre “yaklaşan 1950 seçimlerinde de 1946 yılında olduğu gibi antidemokratik yöntemlere başvurulursa ne olur” sorusuna cevap aradı. Hazırlanan rapor, 25 Haziran 1949 günü Büyük Kongrede “Millî Teminat Andı” adı altında kabul edilip, bir bildiri halinde kamuoyuna sunuldu. Bildiride “şayet seçimlere hile karıştırılacak olursa halk meşru savunma hakkını kullanacaktır. Meşru savunma yasal yollardan yapılacak. Ancak hile yapan yönetimde milletin husumetiyle karşılaşacaktır” ifadesi yer alıyordu. Siyasî iktidarın tepkisini çekmesine ve bildiri “Millî Husumet Andı” olarak adlandırılmasına rağmen, Şubat 1950’de yeni Seçim Kanunu tasarısı TBMM’ne getirildi ve yargı denetimini sağlayan tasarı CHP ve DP’nin oylarıyla 16.02.1950’de 5545 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu olarak kabul edildi ve 14 Mayıs 1950 günü yapılan eşit, adil ve dürüst bir seçimle siyasî iktidar el değiştirdi. 21 Temmuz 1946 seçimlerinin “hileli seçim” olarak adlandırılması doğrudur. Yargı denetiminin bulunmadığı, açık oy-gizli sayım gibi şimdi söylenmesi dahi sadece tebessüm yaratan bir sistemin geçerli olduğu, devletin kolluk ve idarî örgütlerinin iktidar için elinden gelen her türlü eylemi yerine getirdiği bir seçim kuşkusuz hileli bir seçimdir. Ancak, 1946 seçimlerinde DP 46 ilde 273 aday göstermişti. Kurucularının da içinde bulunduğu 8 kişi 21 seçim çevresinde aday olmuştu. Sonuçta, gösterdiği adaylarla aritmetik olarak çoğunluğu sağlanması mümkün değildi (Bkz. Prof. Dr. Osman Akandere). Buna rağmen DP’ni hileli seçime karşı verdiği mücadeleyi ve ülkeyi dürüst bir seçime kavuşturduğu, iktidarın el değiştirmesini saygıyla ve olgunlukla karşıladığı için CHP’ni ve özellikle 2.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü saygıyla ve şükranla anmak gerekmektedir. Üzerinden 71 yıl geçtikten sonra 16 Nisan referandumunun yine hileli, şaibeli olarak adlanmaktan kurtulamaması, demokrasiyi ne derece özümsediğimizi açıkça göstermektedir. Acı tarafı, suçlamanın büyüğü kanunu uygulamayıp keyfi gerekçe ve yorumlarla meşruiyet sorununu gündeme getiren YSK’na yönelmektedir. Öncelikle referandum olağanüstü hal içinde yapılmamalıydı. Devletin tüm olanakları, Cumhurbaşkanından Camii imamına kadar “evet” için seferber olmamalıydı. Devlet TV’si siyasî iktidarın emrine girmemeliydi. YSK, seçim devam ederken siyasî iktidar temsilcisinin soyut başvurusu üzerine ve kanuna rağmen referandumu etkileyecek kararı almamalıydı ve sandıkların tamamı açılmadan sonuç açıklamamalıydı. Cumhurbaşkanının “atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesi söylenmemeliydi.

Şimdi, elimizde adını ne koyarsanız koyunuz en hafif deyimiyle tartışmalı bir halkoylaması var. 1946 seçimiyle iktidar değişmedi ve değişemezdi. Ama 16 Nisan referandumu ile rejim değişti ve tek adam rejimi kuruldu.

Dikkat edilirse, artık atı Üsküdar’dan geçirenlerden oylama ve sonucu hakkında herhangi bir açıklama ve yorum yapılmamaktadır. İstedikleri, CHP’nin de bu akıma uyarak yapılanları kabullenmesine ve unutulmasına katkıda bulunmasıdır. CHP’nin “hayır” oyu kullananlara karşı vicdanî ve etik sorumluluğu vardır. 71 yıl önce DP’nin gösterdiği feraseti CHP’den beklemek her yurttaşın hakkıdır. CHP’nin, Genel Başkan ve Cumhurbaşkanlığı adaylığı, parti içindeki tartışma, saray kışkırtması, kapı önüne koyma gibi söylemlerden biran önce vazgeçerek, yurttaşları “gelecek seçim veya referandumlarda 16 Nisan’da olduğu gibi demokrasi dışı yollara başvurulursa ne olur” sorusunda aydınlatmaları, onlara güvence ve umut vermeleri gerekmektedir. Bunun yolu ve çaresi, sanırım referandum sürecinin tartışılıp irdelendiği ve değerlendirildiği “olağanüstü kurultay”dan geçmektedir. Kurultayın kabul edeceği “Ulusal Güvence Andı” bildirisi geleceğe ışık tutacaktır.

Analizleriniz değerlendirmeleriniz ve önerileriniz için teşekkürler

Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran

Odatv.com

amuran sabih kanadoğlu referandum AGİT rapor arşiv