'Varlık Vergisi'nden 'Varlık Fonu'na

Örneğin, Norveç, Kuzey Denizi’ndeki petrolden gelen parayı harcamakla bitiremeyince… Çocukların, torunların geleceğini düşünerek, fazla parayı “Varlık Fonu”na yatırırmış...

“VARLIK VERGİSİ”ni, 1942 yılında, CHP’nin tek parti olarak

Hükümet ettiği yıllarda, dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu

Kanun teklifi olarak sunmuştu Meclis’e ve öneri oybirliğiyle kabul edilmiş, 4305 numaralı kanun olarak 11 Kasım 1942 tarihinde yürürlüğe girmişti.

Varlık Vergisi’nin gerekçesi; 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı zor koşulları fırsat bilerek, karaborsacılık, istifçilik ve benzeri yolsuzlukları iş edinip kanunsuz yollardan servet edinenleri vergilendirmek idi.

Bu “avantacılığı”, açıkgözlülüğü(!) daha çok işi ticaret olan gayrimüslim vatandaşlarımızın yaptıklarına inanılıyordu. Rum, Ermeni, Musevi yurttaşlarımız için, “ülkenin kaymağını yiyorlar, çalışmadan servet sahibi oluyorlar ama vergi vermiyorlar” diye bir algı vardı.

İsmet İnönü, Atatürk’ün, daha 10 yıl önceden yaptığı, ancak çok ileri görüşlü bir devlet adamının yapabileceği uyarıyı unutmamış, ülkeyi, 2. Dünya Savaşı’na sokmamıştı.

Ne demişti Atatürk…

O, “insanlık tarihinde, ancak 100 yılda bir dünyaya gelecek”

- Bu sözü söyleyen de kim biliyor musunuz? Çanakkale’yi geçemeyen Gelibolu’da, dünyaya rezil olan İngiliz Ordusundan sorumlu Başbaka Lloyd George… Mustafa Kemal Paşa’ya, ölümüne kin tutması gereken istilacı düşman… İngiliz Kralı’na, büyük yenilginin sebebi olarak söylüyor.-

İşte o, her zaman şükranla anacağımız, ulu önderimiz ne demişti, en güvendiği ülkü ve savaş arkadaşı İsmet İnönü’ye:

- Avrupa’da, Hitler ve Mussolini diye iki ne yaptığını bilmez adam var. Nazizm ve Faşizm diye bir akım türettiler. İlerde dünyanın başına bela olacaklar. Sakın ola, bunlardan uzak durula!.. (Tabii, mealen yazıyorum bu sözleri. Şu anda, kitap karıştıracak zaman değil… Bilen, bilmeyene anlatsın doğrusunu.)

İsmet İnönü, ulu önderin dediğini yapmış, Kahire Konferansı’nda, İngiliz Başbakanı Çörçil’in, Amerika Başkanı Ruzvelt’in tuzaklarına düşmemiş, ülkemizi savaşa sokmamıştı…

İsmet Paşa’mız, bununla kalmamış…

2. Dünya Savaşı’nın en kızgın günlerinde, Türkiye’yi tehdit eden Hitler’e haddini de bildirmişti. (Orhan Karaveli, “Kral Çıplak” adlı kitabında bu tarihi olayı kısaca çok güzel anlatıyor. Oradan ufak bir “çalıntı” yapalım…)

'Varlık Vergisi'nden 'Varlık Fonu'na - Resim : 1

HİTLER: “FENA YAPARIM!”

İNÖNÜ: “SIKIYSA YAP!”

2. Dünya Savaşı’nın en kızgın günleri… Nazi Almanyasının önünde durulamaz güçleri Rusya’nın içlerine doğru ilerliyor. Ordunun güneyden bir kolu da Bulgaristan’ı işgal edip gelmiş sınırlarımıza dayanmış. Biz de, ordumuzun önemli sayıda birlikleriyle sınırımıza yığınak yapıp sipere yatmışız… Orası El Bab değil, Edirne!...

Birgün, Çankaya Köşkü’ne gelen Alman Büyükelçisi, İsmet Paşa’mıza

Führer Hitler’den bir mektup getirir. Mektupta Hitler, tarihi Türk-Alman dostluğundan giriş yaparak, “Dostluğumuz devam etsin. Alman ordusunu rahatsız edecek bir hareketiniz görülmediği sürece, askerlerimiz topraklarınıza girmeyecektir.”

Kurtuluş Savaşı’mızda Batı Cephesi Kumandanı olan, Lozan Barış Konferansı’nda Avrupa’nın “büyükbaş” politika cambazlarına kök söktüren Lozan Kahramanı, Türkiye’nin Millî Şefi, Başbakan ve Bakanlarla görüştükten sonra, onların da isteği üzerine, Hitler’e cevabî

mektubunu yazar.

Der ki: “Hitler Efendi, biz de dost kalmayı isteriz. Merak etmeyin, Alman Ordusu bize karşı barışçı tavrını değiştirmediği sürece Türk Ordusu da harekete geçmeyecektir.”

Yıllar sonra, “Beni ekmeksiz bıraktın!” diyen çocuğa, “Belki seni ekmeksiz bıraktım, ama babasız bırakmadım.” diyebilmişti…

****

Ama… Ülke yönetiminde, Atatürk gibi, o da “liyakatli” devlet adamı sıkıntısı çekiyordu.

(Sonraları, Menderes’in karşısında, muhalefet lideri olarak, adeta yeni bir İnönü savaşı verirken, Meclis’te kendisine ağır sataşmalarla saldıranlara:

- Maaşallah, herkes kendini Atatürk zannediyor. Efendiler, kendinize gelin, tabiat o kadar velûd (doğurgan, üretici) değildir!...

***

1942 yılında, 2’nci Dünya Savaşı, neredeyse bütün dünyayı

yakıp kül ediyordu… Hitler’in Nazi ordusu Stalingrad’ı kuşatmış, almak üzereydi… Mareşal Rommel, Afrika’da, İngiliz, Fransız, Amerikan birliklerine kan kusturuyordu. Bütün dünya korku ve endişe içindeydi.

İşte o günlerde, Türkiye’miz de, bu kıyamdan nasibini alıyor, yokluk, kıtlık içinde yaşam savaşı veriyordu. (Ben, 10 yaşımda, karne ile, kısıtlı ekmek aldığımız günleri çok iyi hatırlıyorum. Babam, evi geçindirebilmek için Kurtuluş Savaşı subaylığından kalma beylik tabancasını, gözleri yaşlı, atmak zorunda kalmıştı.)

İşte o günlerde, özellikle İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerimizde, “Harp zengini” denen birileri türemişti. Gazeteler, yolsuzluk (irtikap) hırsızlık, karaborsacılık haberleriyle doluydu. Ortalıkta, haksız yere çok para kazanan “yeni zengin”lerln sayısı her gün artıyordu.

O savaş yıllarında, rahmetli büyük usta Cemal Nadir, Cumhuriyet gazetesindeki günlük karikatürleriyle, sıcağı sıcağına çok güzel hicvetmişti…

İşte o zor ve karanlık günlerde, yokluktan iyice bunalan ve gayrimüslim işadamı vatandaşlarımızın haksız yere servet yaptıkları saplantısına giren hükümet (gerçek payı da oldukça yüksek olan) bu “aşırı kazancı vergilendirme” yasasını çıkardı. 11 Kasım 1942…

Vergi, bir defaya mahsus olarak alınacaktı. Müslim, gayrimüslim, yerli, yabancı ayırımı yapmadan, hiçbir etnik kökenli vatandaşlarımızı hedef almadan “âdilane” uygulanacaktı.

Olmadı…

Adalet istendiği kadar “âdil” olamadı. Ne zaman olabildi ki… Kısa zamanda, Beyoğlu’ndaki, Rumlara, Ermenilere, Yahudilere ait olan hanlar, hamamlar, konaklar el değiştirdi, çoğuna devlet el koydu.

Hükumetin belirttiği miktardaki vergiyi vermeyen ya da veremeyen, Erzurumûn Aşkale’sindeki çalışma kaplarına gönderildiler.

Çok aile, bu yüzden zarar gördü, çile çekti.

(Yılmaz Karakoyunlu, “Salkım Hanım’ın Taneleri” adlı romanında bu sancılı dönemi çok güzel anlatır… Daha sonra, Tomris Giritlioğlu, senaryosunda Etyen Mahcupyan'ın önemli katkısı olan eseri aynı adla filme almıştı… Film çok başarılı olmuş, 1999 Antalya Film Festivali’nde birinci olmuş, daha sonra katıldığı pek çok festivalde de bir dolu ödüller almıştı…)

Ama, nedense(!) bu fakir kulunuzdan… Sabah Gazetesi’nin o zamanki sahibi Dinç Bilgin, Paris’e, filmin CD’sini gönderip filmin resimli-romanının çekilmesini isteyince:

- “Bu Varlık Vergisi, o zamanki Türk Devletini yönetenlerin büyük ayıbıdır. Romanda ve filmde, Türkiye Devleti, acımasızca hırpalanmıştır. Ben, mazide kalmış bu yanlışı, şimdi yeniden eşeleyip ortaya çıkarmanın bir hayırlı iş olacağı kanısında değilim. Böyle, ucuz suçlamalarla, zaten okumuş adam sıkıntısı çekilen ülkemizde, devletin yanlışlarını âlet edip çıkar sağlamak doğru olmaz.” demiş, istenen resimli-romanı çizmemiş, ekmeğimle oynamıştım. Üzerinize afiyet, benim böyle, -yeri geldiği zaman- devletime sahip çıkmak gibi bir hastalığım vardır. Ben bu hastalığa, “san’atçı sorumluluğu” diyorum… )

YANLIŞ HESAP BAĞDAT’DAN DÖNDÜ…

VARLIK VERGİSİ, - 8 AY SONRA - YÜRÜRLÜKTEN KALKTI.

Sürgündeki aileler evlerine (artık ne kaldıysa) döndüler… Kalan borçları silindi, yaralar sarılmaya çalışıldı….

(Buna benzer bir yanlışı da, Menderes Hükümeti yapmış,1955’te, Kıbrıs Davası’nda, Amerika’ya karşı Türk Hükumetinin elini güçlendireceğim

diye, bir “6-7 Eylül Olayı” yaratmıştı… Örtülü ödenekten, o zamanki deyişle “Besleme Basın”dan birkaçında... “Yunanistan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba koydu… Evi havaya uçurmak istedi!” benzeri başlıklar attırdı… Radyoda anonslar yaptırdı.

“Hazır kıtalar” ve gönüllü Demokrat Parti holiganlarıyla, tüm Rum mağazalarına saldırıldı…Camlar çerçeveler indirildi… Eczanede ilaçlar, mağazalarda kumaşlar yerlere saçıldı.

(Yani, Hürriyet gazetesine yapılan taşlı sopalı saldırının daha büyüğü İstanbul, İzmir çapında yapıldı.)

Bu, son derece ilkel politik çıkış hiçbir işe yaramadığı gibi, ülkemizde kalan son Rum vatandaşlarımızın, ağlaya ağlaya Yunanistan’a göçmelerine neden olmuştu.

Ve bu fakir kulunuzun, “devlete sahip çıkmak” hastalığı, o çok acemice politik “şark kurnazlığı”nda, hiç depreşmemiş, durumdan vazife çıkarmamıştı…)

ŞİMDİ DE “VARLIK FONU”…

Ben kulunuz, paradan puldan, ekonomiden, ticaretten hiç anlamam.

Yayınevi sahibi oldum, yayınlardan (haftalık 5 dergi) gelen paralarla film şirketi de kurdum. Yayınlar da iş yaptı, filmler de...

Ama, ben paraya yüzvermedim. Para da benden hoşlanmadı...

Sen penu tanumaysun öle mi, dedi. O zaman, ben de seni hiç tanumayrum daa! dedi…

Biri gelsin, karşımda ağlamaklı bi suratla biraz konuşsun, sırtımdaki ceketi alır gider…

“Öyleyse, ne demeye VARLIK FONU üstüne yazı yazmaya kalkışıyorsun” diyeceksiniz… Haklısınız, bırakalım bu konuda İlhan Kesici’yle “Jölelli başdanışman”ımız konuşsunlar…

Tamam, ben ekonomiden anlamam ama, borç ödemek için evi ipotek ederek para bulma işini iyi bilirim. İki kez geldi başıma. Para kazandım, ipoteki kaldırmaya geldim… İmkansız.

Biri tefeci, öbürü koskoca en büyük banka… İpoteği kaldırmamak için bin dereden su getiriyorlardı. İki maceranın sonunda da evleri kurtardık ama, ne çektiğimi bir ben bilirim bir de yukarıdaki…

İlhan Kesici üstattan, fıkralarla süslü tatlı sohbetinden öğrendik ki:

Varlık Fonu 45 yaşındaki “jöleli ekonomi başdanışmanımızın” bir icadı falan değilmiş. Varlıklı ülkelerde böyle bir fon zaten olurmuş.

Örneğin, Norveç, Kuzey Denizi’ndeki petrolden gelen parayı harcamakla bitiremeyince… Çocukların, torunların geleceğini düşünerek, fazla parayı “Varlık Fonu”na yatırırmış.

İkinci bir örnek de, Suudi Arabistan ya da Körfez ülkeleri… (Gerçi, bunların karılarına, metreslerine ve sayısız torunlarına para mara dayanmaz ama, bize ne? Onların geleceklerini de biz mi düşüneceğiz?)

İlhan Kesici dostumuzun anlattığı fıkraları not alayım derken ekonomi dersini kaçırdım, ama, şunu öğrendim ki: Bizim genç, yakışıklı, jöleli ekonomi başdanışmanımızla 4 arkadaşının yöneteceği bu fon, bizim gelecekte kullanacağımız paraların toplanacağı hayırlı bir fon imiş.

Fransızlar: “Bizde petrol yok ama, akıl var, kültür var” diye övünürler. ( Bizde de, akıl, camız tezeği gibi, katmer katmer…)

Fazla malımız göz çıkarmasın diye, o fonda toplayacaklarmış. Ne diye kıyametler koparılıyor, anlamıyorum…Demek ki, ilerde, evde baba ekmeği yemekten utanan 4000 diplomalı öğretmenimiz bir okula tayinleri çıkınca aylıklarını bu fondan alabilecekler.

İlerde gene, tarih veremem, iş ahlakıma sığmaz, yanlışlıkla FETÖ’cü sanılıp işten atılan baba da, “Kusura bakma, yine aldatılmışız ” denilip işe geri alınınca maaşına kavuşacak, çocukları - eğer açlıktan ölmedilerse- hayata yeniden başlayıp devlet büyüklerimize hayır duaları edecekler.

Ama, fonu yöneten “5’ler” paraya sıkıştıklarında, elde avuçta ne kaldıysa… Madenler, koylar, kıyılar, limanlar, ne varsa satabileceklermiş. Ya da, devlet malını “ipotek” edebileceklermiş!...

Haaa!… İşte buna ben karışmam, arkadaş… Ben, bileğimdeki altın bilezik san’atıma güvendim, çalıştım, para kazanıp malımı ipotekten kurtardım.

Bu, 5 ekonomi dehasının da kollarında öyle bir bilezik varsa, mesele yok.

Korkmayalım!.. Dik duralım!..

Nisan’da Çiçekler Açacak!

Suat Yalaz

Odatv.com

Suat Yalaz arşiv