TÜRKÜDEKİ GESİ BAĞLARINDA ŞİMDİ KİM DOLAŞIYOR

Birkaç gündür “Gesi Bağları”ndayım. Hani o yalnızlık, ayrılık ve hasretle özdeşleşmiş yanık Kayseri türküsünün hikayesinin geçtiği, yeşilden gök...

Birkaç gündür “Gesi Bağları”ndayım. Hani o yalnızlık, ayrılık ve hasretle özdeşleşmiş yanık Kayseri türküsünün hikayesinin geçtiği, yeşilden gök mavisinin gözükmediği, suyun nazlı nazlı aktığı, yaprakların hışırtılarına bülbül sesinin karıştığı, gül ve bülbül aşkına inat aşkların yaşandığı, taş evlerin doğal yapıyla uyum içinde konumlandığı, kayaların üzerinde “kuşluk” bacalarının yükseldiği yerde…

Büyükşehir Belediyesi sınırları içine alınınca, ne olduğunu ve ne olacağını bilemeyen, şaşkınlaşan tarihi diyarda… Birkaç köye dağılmış yöre halkının, köy yönetimi ile belediye yönetimi arasında, belediye hizmetlerinden memnun gözükse de, nereye gittiklerini bilmedikleri yerde… Daha doğrusu, Türk, Ermeni ve Rum insanının biriktirdiği kültürün ve el değmemiş gibi duran doğanın nereye götürüldüğünün meçhul olduğu yerde… Şimdi görülen tablo: o kültür birikimine ve eşsiz doğaya yabancılaşma; rant hesapları ve betonlaşma, kentleşmenin modernliği uğruna kültürü ve doğayı yavaş da olsa eritme…

Bu yabancılaşmayı, Konya’ya, “sevgi diyarına” gittiğim zaman da hissederim. Nedense, taşlaştırılmış “Mevlana” görüntüsü dışında, onun felsefesini orada yaşayamam. Memleketim Gesi Bağlarında da aynı hisse kapılıyorum, “Gesi Bağları” türküsünü yöresinde dinlerken de o yabancılaşmayı görüyorum. Yöre halkının çoğunluğu, türküsünün ününe aşık da özüne yabancılaşmış gibi geliyor.

O türküde, yalnızlık, ayrılık, gurbet, özlem, üzüntü, ağıt, baskı, zulüm ve ölüm var. Bu olumsuzlukların ve ezilmişliğin içinde “isyan” var, “yalnız ve çaresiz bir genç kadın”ın isyanı. Tüm bunların arasında da, doğallığını kaybetmemiş yeşilin, bağ ve bahçelerin, gül ve bülbüllerin içten, duygu yüklü anlatımı var. İşte kimi bölümler;

“Gesi bağlarında üç top gülüm var / Hey Allah'tan korkmaz sana bana ölüm var / Ölüm varsa bu dünyada zulüm var”.

“Gesi bağlarında tokaçtım taşa / Gardaş ekmeğini, kakarlar başa / Çalışıp yeldiğim emeğim boşa”.

Gesi bağlarında şıvga dalım yok / Derdimi söylesem dinleyenim yok / Herkes güler oynar, sorgu sual yok”.

'RAMAZAN GİDERSE BİR DAHA GELİR DE BEKTAŞİ GİDERSE GERİ GELEMEZ'

Yalnızlığın ve zulmün öyküsü, tarihin bilinmezliğinden türkülerle günümüze kadar gelip paylaşılıyorsa, o tarihin derinliklerindeki “yalnızlar ve ezilmişler” artık yalnızlıktan kurtulmuş, halkla bütünleşmiş demektir. Halkın bağrı iyidir de, bu bağırda insanın yaşatılması daha iyidir. Yapılması gereken, o türküleri yeniden ve yeniden söylerken, günümüzün yalnızlarını ve ezilmişlerini kurtarmak için tarihin geleceğini beklememektir. Doğayı ve kültürel mirası, ranta teslim etmek ise giderilmesi olanaksız zararlar doğurur. Bir ramazan fıkrasıyla anlatmak gerekirse, “ramazan giderse bir daha gelir de Bektaşi giderse geri gelemez”.

Türkülerle öğünenler, türküleriyle birlikte, insana özgü tüm değerleri, kültürü ve doğayı korumadıkça, gün gelir o türküler de tarihin içinde kaybolmaya yüz tutar. Tarihleriyle öğünenler, gelecek kuşaklara öğünülecek tarih bırakmanın sorumluluğunu da duymak zorundadırlar.

Gurbetteki yalnız gelinimiz, kucağında “kuzum” dediği bebeğiyle,“taşa biber ekilmez, kötülerin kahrı çekilmez” diyerek çareyi de söylemiş, ezilmişin yanına oturun, derdini dinleyin ki çareyi birlikte bulun demiş:

“Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim yarimi aranıyorum / Bir tek selamına güveniyorum / Gel otur yanıma hallarımı söyleyeyim / Derdimden anlamaz ben o yari neyleyim”.

Ali Rıza Aydın

Odatv.com

gesi bağları arşiv