Türkmen kadınları

Isparta’nın kayalık tepelerinde karşıma yine aynı hikaye çıktı...

15-17 sene önce olmalı, Türkmen Kızı diye bir hikaye yazmıştım, Muğla’nın yoksul bir köy evinde, tek ağbisini şehit vermiş bir küçük Türkmen kızını anlatıyordu. Isparta’nın kayalık tepelerinde karşıma yine aynı hikaye çıktı.

Uçaktan seyretmesi de çok zevkli ama dağların içinden geçmek, bambaşka bir güzellik. Bir yılda iki defa yolum düştü Toros dağlarına. Giresun’un Sivas’ın Ege’nin ve hatta Bulgaristan’ın köylerinde, ne zaman görsem Türkmen köylülerini, içim içime sığmaz. İçimde bastırıp bastırıp ağzına beton döktüğüm bir volkan kaynamaya başlar, nerde ne zaman patlayacağım ben de bilmiyorum.

Arayan soranları yoktur, çocukları hala iş bulamaz, bin yıldır itilip kakılan, aşağılanan, ve hala sessizce ve dirayetle memleketin nöbetini bekleyen, Türkmen köylülerinin yüzlerine bakacak yüzümüz yoktur, ne kadar hayıflansak azdır.

Sağcı partiler cemaatler şeytani tarikat şeyhleri holdingleri şehirleri siyaseti ele geçirmiş, başa kim geçmişse, başına vurmuş ekmeğini almış, adam yerine koymamış, bir de aşağılamış, belediyesi bürokrasisi bin yıldır zırnık koklatmamış, ah Türkmen köylüleri, ah.

Koçi Bey’in, çok meşhurdur, IV. Murat’a nasihatları (Koçi Bey Risalesi), iftihar edilecek bir alimdir, Osmanlı’nın neden çöktüğünü çok erken teşhis etmiştir. Koçi bey, toprak düzenini kökünden eleştirir, toprağı, der, savaşlarda ön cephede savaşan asli sahiplerine vereceksin, der. Tam aksine, her savaşta ön cephede savaşanlara değil sarayın torpillilerine hizmetkarlarına peşkeş çekiyorsunuz, der. Osmanlı neden ve nasıl çöktü sorusunun cevabı bu kadar açıktır, Anadolu yakasında hikaye o gün bugün aynıdır

Aynı Koçi bey, her öğüdünün sonunda IV. Murat’a ‘sarayına Türk’ü Yörük’ü Çingeneyi Yahudi’yi almayacaksın’ diye tenbih eder, her mektubun sonunda aynı ikazı defalarca yapar, Türk’ü Yörük’ü Çingene’yi Yahudi’yi sarayına alma. Bu toprakların kapılarını açıp bu toprakları yurt yapanlar, neden bu denli aşağılanır?

Toprak verilmez sarayına alınmaz, başka, divan şiiri bin yıldır Türkçe’den nefret eder. Divan şiiri Arap ve Fars mitolojik süsleriyle doludur. Türk’ün şakası, deyimi, atasözü, kederi, isyanı, hissi, divan şiirinde hiç yoktur. Altı asır sarayında söylenmiş tek bir türküsü yoktur.

Aşık Paşa’nın dillere destan öfkesi bu yüzden çok meşhurdur: ‘Türk diline kimseler bakmaz idi, Türk dahi bilmez idi..’.

‘Türk dahi bilmez idi..’.

Osmanlı münevverleri Türkmen’in adını çoktan koymuştu, en yaygın en çok bilinen hakaretleri harcı alem her mecliste her şiirde bilmiş bilmiş söylenir: ‘etrakı bi idrak’, yani ‘idraksiz Türk, akılsız Türk’.

Anadolu’da Müslümanlar kitabında Cohen anlatır, Kösedağ yenilgisi sonrası Türkmenler isyan edip sarayı basar, gelin görün ki Selçuklu sarayında ‘Türkçe’ bilen yoktur, sarayın sultanları Türkmenler’le konuşabilmek için öte bucak tercüman arar.

Bileniniz var mı bu tarihleri, kendi halkıyla tercümanla konuşan sultanları.

Yere göğe koyamadığımız Mevlana’nın eseri Farsça’dır, Evliya Çelebi’yi sevmeyenimiz mi var, bugün tek cümlesini sözlüksüz anlayamazsınız. Erzurum’a giderken Yozgat’tan geçer, Yozgat büyük ihtimal oğuz-kent demek, bugün konuştuğumuz Türkçe’den yüzlerce kelime yazar ve Türkçe’ye çok yabancı gibi, ‘işte bu dili konuşuyorlar’ der.

Türkmen alevilerinin Anadolu’nun göbeğindeki bitmeyen isyanlarının sebebi de budur: ‘sarayınıza Türk almıyorsunuz, saltanatınıza saraylarınıza devşirmeleri ortak ettiniz…’

Sonunda Osmanlı çöktü, Mustafa Kemal, Suriye’den dönerken, ‘misak-ı milli’ diye bir kavramla konuşmaya başladı, nedir milli misak, cepheye savaşa koşanlar kimse, misakı milli orası.

Bugün hem emniyet hem ordunun eğitim raporlarına bakın, cephede, komutan, gel dediğinde gelen, öl dediğinde en önde ölenler, kimlerdir? Aydınları yazarları bunları bile yazıp çizmekten dile getirmekten utanır oldu.

Şüphesiz büyük imparatorluklar kurduk, Farsça da Arapça da Kürtçe de vs. hepsi bu ülkenin büyük kültürleridir, şüphesiz Anadolu, kapıları on bin yıldır her kavme açık büyük bir zenginlik içinde yaşıyor, iftihar ediyoruz, ama bu Türkmen köylüleri?

Bugün son seksen yılın özeti bu Türkmen köylerinde bir anket yapsak, kimin çocuğu iş bulabilmiş, siyasetin nimetlerini kim yemiş, toprak, arsa arazi rant kimin eline geçmiş, bir bakıversek, tıpkı Osmanlı’nın çöküş yüzyılında olduğu gibi, cemaatler, şeytani tarikatlar, yobazlar saraylılar parsayı götürmüş, yine ön cephede şehid olan Türkmen çocuğu olmuş.

Oysa bu toprak, bugün kiminle övünse, Pir Sultan’ı Yunus’u Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu, geleneği yemeği türküsü düğünü tepeden tırnağa Türkmen’in çocuğu.

Ülkücü gençlerin İslamcılar için uydurduğu güzel bir tabir var, Kaynat Holding, nedir kaynattıkları, din, kainat, cennet, alem, asırlardır kaynatıp malı parayı servetleri götürüyorlar. Adana, Mersin, Isparta’nın bunca cemaat ve tarikat ve dinci servetlerine ve baskılarına rağmen dönüp dolaşıp MHP’li belediyelerin eline geçmesi, gizli bir isyanı anlatmıyor mu bize.

Ne zaman geçsem Toroslar’dan Ruhi Su’nun türküleri aklımdan çıkmıyor, bin yıl var ki, hala yoksul hala sahipsiz hala yüzlerine kimsenin bakmadığı ve hala başına buyruk Türkmen köylüleri, Adana’da Isparta’da Antalya’nın tepelerinde yine sarıldık kucaklaştık.

Ruhi Su Toroslar’ın türkülerini söyledi, Pir Sultan Şah’a gidelim (Türk’ün şahına) diye isyan tarihimizin en öfkeli narasını attı, Aşık Veysel ‘Türküz türkü çığırırız’ dedi, ama, son yirmi hatta otuz hatta elli yıl geriden bugüne, açın en tepedeki en bilinen edebiyat dergilerini, içlerinde bir tek ‘Türkmen’ kelimesi yoktur.

Bugün hala sarayımızda siyasetimizde Türkmen yoktur.

Döne dolaşa arabamız Toroslar’dan geçiyorum, ah, kim unutmuş bu koyun sürüsünü bu dağ başlarında?

Çobanı nerde, çadırı nerde?

Bu alnından beyaz lacivert akıtmalı bu atları bu dağ başında sahipsiz kim bırakmış? Katarsız kervansız bu atlar, her biri kendine kanat mı taktı, kendi ateşlerini kendileri mi yaktı?

O yörükler çoktan gitti, dağlar soğukta kaldı.

Saçları demirden ağaçlar. Geride sislerin içinde boğulan Dadaloğlu’nun narası geyiklerin çığlıklarına mı kaldı?

Güneş çehreli genç kadınlarının başında, desen desen ağıtlara basılmış tülbentleri kaldı.

Çöken karanlığa basılmış feryatlar. Dağ başında, sıvasız, camları naylonla kaplı, bir köy evine, yine bir şehit bayrağı asılmış.

Kapısında, ah ah, dizlerini döven annelerin, dağları hamur gibi yoğuran elleri. Yamaçlarına çarpa çarpa geliyor, tepelerde, kayalıkları kemiren keçilerin meleyen sesleri kaldı.

Güneyde, güneyin dağlarında, soğuk ve çok sabırlı bir öfke, ne türküye benzer ne ilahiye, dağ başlarında hala memleketin nöbetini bekler.

Osmanlı’nın kamçısı kılıcı vergisi, Anadolu’nun kollarının, omuzundan kesildiği yer, Toroslar avare şahinlere, Aziz Paul’un izini süren Hristiyan turistlere kaldı!

Derisi sıyrılmış kemikten dağlar, dumanını acı bir haber gibi uçurumdan salar. Her elma ağacı her lavanta çiçeği her gül ağacının başına nöbetçi gibi dikilmiş, karanlık ormanlar içinde yoksul köylülerin el aynası, mehtap.

Hala kuvveti kaslı kollarında, her tepesi dev bir insan gibi, her kayalığı, can gelmiş beden gibi. Ey heybetli Toroslar, omuzlarında mavi dumanlı Türkmen evleri. Her biri ağzı kilitli ağıtlarla patlayan volkanlar gibi. Türk’ün Alplerinde özgürlüğün adı ‘deli gönül’. Deli gönlün her çiçeği her gün yedi ayrı renginde. Deli gönlün türküsü, her biri rendelenmiş gibi acı acı kurutulmuş sözleri. Hala dikine dikine, mavi sedir ağaçları, bayrağı gibi.

Ey yolcu, bu dağlarda uçurumu geyikler gibi otoban yapıp geçeceksin. Ey yolcu, gümüş tepeleri çok güzeldir, derin kanyonlarıyla savaşa girme, çok tehlikelidir. Bu ıssız tepeler en kalabalık vilayetimizdir. O aşılmaz sivri sert taşlar ahlakımız. Çamları mertliğimiz. Tek bir yolu var uçurumların: ‘ataların yolundan gideceksin.’ Bileği bükülmez, kimseye diz çökmez. Haçlısı Fransızı eşkıyası. Kimsenin yıkamadığı Anadolu’nun çelikten çiçekten duvarları. Bu tabur tabur tepeler, bu tepe tepe ordular, göklerden asılmış buz mavi süt mavi bu geçilmez karlı tepeler, Dadaloğlu’nun soyundan.

Bulutlar gibi gezinsem başım döne döne sarp kayalarında, taşlarından fışkıran erimiş mücevher sularında yıkansam. Ey korku kaygı acı bilmeyen karlı tepeler. Hazır gelmişken, bir daha banayım ekmeğimi o bakırdan o kurşundan bedenine. Bir daha sıyırarak derelerini kaynağından kaymağından. Bir daha diş geçirip ısırsam, kimseye eyvallahı olmayan o demirden somun ekmeğine.

Hazır yolum düşmüşken yiğitlik mertlik yükümü doldurayım, hazır gelmişken, bir daha bağımsızlık hürriyet özgürlük diye çelikten kayalıklarına bağırıp bağırıp çıkınımı doldurayım, yankısı yine tepeden tepeye gitsin gelsin dolansın, Ferman padişahın diyen naraları dilden dile dolaşsın, hiç kimseye eyvallahı olmayan güneşle parlayan başında o yiğitlerin türküleri, hatırası, tacı olsun.

Ah o taçın o buz ve güneşin parlaklığı. Ah o buz ve güneşin sessiz serin güzelliği. Isparta Mersin’in yayla tepelerinde, ah, o Türkmen kızının parlak elleri.

Buz ve güneş kadar güzel. Buz ve güneş kadar yalnız. Bir dokunsan eriyip çiçeğe dönüşecek elleri. Anadolu’nun içi gibi elleri. Ne hoştur hece hece Türkçe konuşan elleri. Ne hoştur saf mavi camdan ışıklı tepeler gibi, pırlanta, ormanların suyu gibi, çelikten çiçek gibi, sevinçli elleri.

Ah kızgın güneş altında yandıkça meyveler gibi güzelleşen elleri.

Işıltılı pırıl pırıl elleriyle bir Türkmen kızı, önüme, buz ve güneş gibi, ekmek ve su getirdi. Başımı bir an çevirdim yüzüne. Bal peteği yanakları. Irkının nişanı o çekik badem gözleri.

Her yaprağı meyveye dönmüş yürüyen bir kiraz ağacı gibi. Düşleri bin gecedir sürer. Bu dağlarda doğar bu tepelerde her gece aya karşı şarkılar söyler.

Güneş narı gibi göğüsleri, buzul yarığından bıçak gibi gülüşleri. Bu dağ evinde on kat mintana sarılı, cam kırığı gibi gamzesi. Yüzünde bir tarifsiz neşe, hoşgeldiniz, dedi, dedim, işte, memlekete bahar geldi.

Her tarlası sofrası, tarih sert kayalıklarına çarpıp un ufak ettiğinde Anadolu’yu, her tepesi, yeniden etrafında toplandığımız ilahi masa. Kimi buz kesmiş tepeleri. Kimi vahşi bir çalı gibi inadına uzamış. Kimi sivri biber gibi ipince uzanıp bulutları öpüyor. Kimi demirden tepelerin tan vakti başka türlü oluyor madenden dağların feryat figan iniltileri.

Kiminin yolu yok kiminin penceresi. Soğuk rüzgarlar koruyor, her biri uzakta ve tek tek sanki küskün kalmış Türkmen evlerini. Yüzünde kırbaç gibi rüzgarlar şaklıyor. Direnç öğreten sert rüzgarlar, en büyük mutluluğu.

Ah gül yaprağı rengi çelikten kayalar. Ah geyiklerin ekmeği peksimeti kayalar. Ah kalbime vurdukça aynı rüzgarın tadı. Sahilleri döven dalgaların uçuşur masmavi tuzu gözlerimi acıtır, uçuşur, gözlerim dolar göğsüm açılır. Anadolu’nun bu en yüksek taş kulelerinde, gözlerim çiçek, gözlerim, memleket kadar büyük, iştahla göklere açılır.

Ah burası gül tarlası değil, sevgilinin ağzının içi gibi. Dereleri şimşek gibi akar ormanları rengarenk şelale, sevgilinin taranmış saçları gibi. Ah o kara gecelerde o takımyıldızları, o ay gibi, ben de gizli aşığıyım o kurtların çıkamadığı tepelerin. Çiçek açmayan otu yok. Balta ağzından yapılmış vazolar gibi, tepelerinde yellerin en güzeli.

Ah, çiçek açmayan mevsimi yok. Geceleyin çiçekleri bu karanlık tepelerde yıldızlar öpüp okşayıp tohumlar. Gökleri ovaları sarmış güllerin kokusu Anadolu’ya bu yıldızlı tepelerden salınır. Kayaya dönüşmüş artık karaçamların kemikli buzdan boynu. Sonsuz ormanları buza dönmüş. Bulutların içinde tepeler engin denizlerde yelkenlisiyle geziyor gibi.

Ah o en tepedeki ağaçlar, görür görmez beni akşam vakti, fırtınalı yükseklerden koşar adım, kökleriyle tutunduğu kayaları söke söke kollarıma atılıyor. Ah yağmurlarla sinmiş hoş kokusunu patlata patlata, yağmurlardan başka kimsenin öpmediği sarılmadığı o heybetli ağaçlar, mis gibi doya doya misafirini öpüyor.

Dünyanın en neşeli elmalarını sulayan, ah Isparta, en iri en sevinçli kirazlarını büyüten, ah Mersin. Ah lavanta tarlalarının kokusu nasıl tırmanır, aklımdaki geçit vermeyen dağlara.

Ah anneciğim, bir gün önce kasaba camisinde, şehidini ninnileriyle kaldırmış. Şimdi oğlundan kalan tek emanet bayrağı, sırtına vurup, önümüzden dik dik yürüyor, kayalıklar ormanlar içinde, nereye hangi eve gidiyor?

Dik kayalıkların her biri savaş bayrağı gibi. Geceleri parlak yıldızlarla başbaşa vermiş sedir ağaçları, her biri doğduğum memleketten arkadaşlarım gibi. Memleketin yüreği gibi, sırtına bayrağını vurmuş, bu ağaçlar.

Sert buzullar korkunç sıcaklıklardan korkmayan tepelere göklere yürüyen sırtına bayrağını vurmuş bu ağaçlar. Çiçekli entarisiyle Anadolu’nun boynunu süsleyen, bu ağaçlar.

Tepeden tırnağa süs ve bolluk ve hepsi nefes nefese hışırtılar içinde, bu ağaçlar. Her biri aynı cephede asker arkadaşı gibi Türkmen köylerinde, hepsi bir entari deseninde iç içe sarılarak toplanmış, bu ağaçlar.

Türkülerin zeybeklerin en güzeli. Boydan boya halılar üstünde, her batında bir ordu doğuran Türkmen gelinleri gibi, bu ağaçlar.

Şu iblis şeyhlerden, ne çektiler şu şeytan hocalardan. Giresun’un Sivas’ın Ege’nin Muğla’nın köylerinde, aynı orduları doğuran, bu ağaçlar.

Bayrağını gözyaşlarıyla öpe öpe siliyor. Gül yaprakları gibi ince dudakları tek keskin baltaları. Dil uçlarında birkaç kuru söz, boğazında düğümlenip kalıyor, geyiklerin düşürdüğü taşlar gibi. Uçurumlar geçitler koyunlar ve yüksek yaylalar ve gül tarlaları içinde, sızısı bu kadar ince ağıt, bu muhteşem manzarayı kırbaç gibi dövüyor. Sırtında bayrağı, gayri ihtiyari bir dönüp bomboş gözlerle ardına baktı, bu karlı tepeler bu bereketli tarlalar hiç olmamış gibi hiç yokmuş gibi.

Sizin de yolunuz düşerse bir gün, arabayla değil salına salına yürümesi daha güzeldir, çömeliverin bir kara çalısının yanına, sabahları, övünür, arkam sağlamdır, dersiniz, akşamlar yerleştikçe eteklerine, yüceler garipliğinizin tozunu alır.

Dönüşte, akşam üzerleri, ruhunuz kara çalılara takılır, elmaların kan rengi gölgeleri, öğrenirsin, hangi sızıyla olgunlaşır. Ah gül renginde alevlerle yanmış kayalar, ne zaman çıkışsız çaresiz kalıp bitap düşüp, alıp başımı gittiğim kayalıklar, yamaçlarında yüreği kan içinde tarlalar! Dağları ormanları zurnalar gibi neşeliydi, Toroslar omuzlarını kabartmış zeybek oynuyordu.

Amerikan’ın en ünlü şairi Walt Whitman’ın sözüdür. ‘Herkesin aynı oranda payını almadığı hiçbir şeye el sürmem’.

Ey yolcu, bu dağların en büyük şairi cumhuriyettir, Türkmen köylüsü, Toroslar’dan göklere cumhuriyetle bir yol buldu, insanlığa eşit oldu. Derisini sıyırıp kemikten dağların yağını çıkardı, bulutların memelerinden sütünü sağdı. Anadolu’nun yüreğine en neşeli türkülerini saldı.

Ne bir gün toprağını sattı ne bir gün yaylasını dağını boş bıraktı.

Kaç kez üst üste saldırılırken bu topraklara, medyası, yazarı, akademisi, tırsıp kaçıp iblis şeytanların sümüklerini yalarken, Türkmen çocuğu, fırtınanın tam ortasında kurduyla kuşuyla çiçekten çayırlarıyla toprağının nöbetini tuttu.

Dün, bugün ve yarın, ne zaman bir fırtına çıksa, en önde koşan, yine o Türkmen delikanlısını bulursun. Dün, bugün ve her zaman. Yaylalar engin denizlerde yelkenler gibi hala dün bugün ve her zaman, gözlerinde yüzüyor Türkmen kadınlarının.

Çehreleri solmayan gümüş gibi kararmayan bakır gibi, Türkmen kadınları.

Dün, bugün ve yarın, her sabah. tarlaların ormanların dağların ve göklerin kapısını açan, Türkmen kadınları.

Beti bereketi bitmeyen, canları ezelden beri yorgunluk bilmeyen, buzu kırıp yol bulan, donmuş toprağı çözen, tabur tabur şehitlerin annesi, Türkmen kadınları!

Ah Türkmen anneleri!

Tutuşturduğunuz o odun ateşinin, bir kara çalısı da ben olayım.

Yazarlığım hayatım, isil isil tatlı tatlı yanıversin, çiçekli eteklerinin önünde.

Tutuşan alevim, son dileğim, en güzel düşlerim olsun, o alevin hülya gibi ince uzun mektup yazısı gibi isleri…

O yayla evinin kurumuş tahtadan tavanına.

Yazdığım, son hikayem olsun.

Nihat Genç

Odatv.com

Türkmen kadınları - Resim : 1

nihat gen. odatv Türkmen kadınları arşiv