Mümtaz İdil: Türkiye'de parlamenter sistemi o olaylar salladı

Arap baharının yalnızca meltem şeklindeki hafif esintisi bile, ülkedeki parlamenter sistemin üç ayağını sallamaya yetti ve işin açıkçası üç ayağın da tek ayakta birleşmesine neden oldu.

İlkel toplumlarla ilgilenmek, biraz da ilerlediğini sanan toplumların nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamak açısından yararlı oluyor. İlerlemenin duble yol ile sosyal konutlarla ölçüldüğü bizim gibi toplumlarda, ilkel komünal toplumların çoğu kez daha ileri aşamada felsefe ve bilim ürettiklerini fark etmek de şaşırtıcı. Belki de bizim gibi gelişmekte güçlük çeken ülkelerde ilkel toplumlarla ilgili geniş araştırmalar yapılmıyor, zira bizatihi içinde yaşıyoruz. Bu, yaşadığımız toplumu aşağılamak değil, nesnel bir saptama yapmakla ilgili. Kimse, ama kimse ilerlemiş bir toplumsal bilince sahip olduğumuzu iddia edemez. Hemen hemen her kötü “alışkanlıklarda” dünya birinciliğini kimseye bırakmamak gibi acıklı bir rekorumuz var.

HUKUKÇU ENFLASYONU

Bizde bu, ilerlemiş toplumla ilkel toplum arasında bir kıyaslama yapmaktan çok, gazetelerin üçüncü sayfalarında ortaya çıkan ilkellikle kendi konumumuzu kıyaslamak olarak kendini gösteriyor. Adalet sistemine baktığınızda kocaman laflar ediliyor: Ceza Roma’dan, medeni İsviçre’den, ticaret yasaları bilmem nereden... Uygulamaya gelince, adalet yerini orman yasalarına bırakmış durumda. Hukuk fakülteleri öylesine büyük pirim yaptı, öylesine çok tercih edilir oldu ki, bundan beş-altı yıl sonra hukukçu enflasyonundaki ülkemizde iş bulamayacak mezunlar.

KARINCALARIN CENAZE TÖRENLERİ

İlkel komünal toplumlara örnek olsun diye, Norman L.Munn adında bir kadın, tüm işini gücünü bırakıp, Avustralya’nın Sidney kenti yakınlarında bir yerde karıncaları incelemeye koyulmuş. Üstelik bunu öyle bir fantezi ile süslemiş ki, insanın inanası geliyor.

Karıncaları kendi arasında sınıflıyor Norman L.Munn, bu sınıflardan biri de asker karıncalar. Asker karıncaların ölen bir arkadaşlıkları için yaptıkları cenaze töreni ise şöyle: Önce karıncalar ikişer gruplar halinde sıralanıyorlar. Ardından ölü karıncanın bulunduğu yere kadar düzenli adımlarla ağır ağır yürüyorlar. İki karınca gruptan ayrılarak öne doğru ilerliyor ve yerden arkadaşlarının cesedini alıyor. Ardından iki karınca daha ilerliyor ve ölen diğer bir karıncayı alıyor. Bu, bütün karınca cesetleri bitene kadar, gruptan ikişer ikişer kopma şeklinde sürüyor.

Sonunda hepsi yürümeye hazır hale geliyorlar. Sidney’li bayanın anlattığı kadarıyla, sırada 80 kadar karınca vardır ve bu kalabalık yavaş yavaş ilerlemeye başlar. Ellerinde ikişerli gruplar halinde arkadaşlarının cesetleri vardır. Bu öncü grubu ise düzensiz bir biçimde iki yüz kadar karınca grubu izlemektedir. Yorulan karıncalar olursa, durup cesedi yere bırakıyorlar, arkadan gelen düzensiz gruptan iki yeni kişi görevi devralıyor ve yola devamı sağlıyor.

Karıncalar bu biçimde yürüyerek deniz kenarında bir yere varıyorlar. Ölü karıncalar için kumsalda birer mezar kazılıyor ve oraya gömülüyorlar. Öykünün en acıklı yeri ise, aralarından birkaç karınca kaçmaya yelteniyor. Arkadaki grup ile birlikte muhafız görevini üstlenmiş ceset taşıyan grup hemen bu kaçan karıncaları yakalayıp kumsala sürüklüyor ve orada öldürüyorlar. Hemen oracıkta bir mezar daha kazılıyor ve öldürülen karıncalar, sayıları kaç olursa olsun, toplu halde bu tek mezara gömülüyorlar ve onlar için hiçbir tören düzenlenmiyor.

BAZI KARINCALAR NEDEN KAÇIYOR

1980’li yıllarda TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanan bu öykünün gerçeklik derecesinin ne olduğu fazlaca önem taşımıyor. Gerçeğe yakın bile olsa, ilkel bir “grup” olarak kabul edebileceğimiz karıncaların yaşamından bir kesiti yansıtması açısından önemli. Olay salt karıncaların yaşamından bir kesiti yansıtmakla kalıyorsa, gerçeklik payı önem kazanıyor (unutmayalım ki, bu bir bilimsel bildiri olarak sunuluyor). Yok eğer düş ağırlıklı bir öyküyse, bu haliyle de ilginç olabilir. İyi ama, bizi karıncaların ölülerini bu şekilde gömüp gömmediğini merak ettirmekten başka ne anlatabilir bu öykü veya bilimsel çalışma?

Sözgelimi, akla ilk gelen sorulardan biri, cenaze töreninde, kumsalda yani, bazı karıncalar kaçmaya çalışıyorlar, neden? Bizim günlük yaşamımızda bunun karşılığı ne? Yoksa, binlerce yıl önce, eski Mısır’da firavunlar öldüğünde yakınlarıyla birlikte gömülmesiyle bir ilintisi mi var?

İLKEL TOPLUMLAR DAHA ÖRGÜTLÜYDÜ

İlkel komünal toplumların günümüz gelişmiş toplumlarıyla karşılaştırılması halinde, ilkel toplumların tek ama çok büyük bir üstünlükleri göze çarpıyor: Örgütlülük.

Gelişmiş toplumların özellikle aydın kesimlerinin örgütlenemeyeceği, örgütlenmenin ilkel toplumlarda, faşizmde ve dine dayalı yönetimlerde en üst düzeye çıktığı bir çağda yaşadığımıza göre, örgütlenmenin çağdaş insanlar için bir hayalde öte gidemeyeceği çıkarsamasına varabiliriz. Artık sendikal örgütlenmeler bile hayal sayılabilir. Prolaterya, yani örgütlü işçi sınıfı artık sadece geçen yüzyılın kitaplarında ve eylemlerinde kalmış gibi.

Bunları kabul ettiğimiz anda, kıyamet denilen sonu da kabul etmemiz gerek. Ama ne yazık ki, yaşananlar bunu şu veya bu biçimde kabul etmek zorunda olduğumuzu gösteriyor. Herkesin tanrı olduğu veya günümüz deyişiyle lider olduğu topluluklarda örgütlenmenin bir çatı altında toplanması da mümkün olmuyor. Herkes veya çoğu kişi lider ve kendi “müridini” yaratmakla yükümlü. Hal böyle olunca, bölük pörçük ve gücünü “demokrasi” denilen kelimeden alan irili ufaklı bir yığın grup ortaya çıkıyor. Bakın Türk soluna, bakın merkez partilere, AKP’ye, MHP’ye ve diğerlerine...

Karıncalar, arılar ve onlara benzer “örgütlü” yaşayan hayvanlar grubu binlerce yıldır insanların ilgisini çekiyor. Dışarıdan bakıldığında veya bilimsel olarak yakından incelendiğinde, bu hayvan gruplarının müthiş bir örgütlenme içinde ve sistemli olarak yaşamlarını sürdürdükleri görülüyor, ama bilinmeyen şu: Bunu sağlayan ne?

İlk akla gelen ve dinsel öğretilerin de büyük bir heyecanla kucak açtığı “inanç” fikri. Yani bu yaratıklar bir inanç uğruna yaşamlarını kendi toplumlarına “adayabilmektedir”. Bunun insanlık üzerindeki izdüşümü ise hiç de öyle basit olmuyor. Evet, tarih boyunca ilkel toplumların, faşistlerin ve dinci grupların dışında bir örgütlenmeye tanık olmamış insanoğlu, ama bu olmayacak anlamına da gelmiyor. Marks bunu işçi sınıfı üzerinde denedi, daha doğrusu teorik olarak denedi, ama pratikte tutmadı. Dışarıda “delikanlı bir bahar” varken, kimse içeride kasvetli bir sonbaharı yaşamak istemedi. Sadece bu kadar basit de değil elbette: Dışarıdaki delikanlı bahar, içerideki insancıl baharı yaşatmadı. Öyle ki, günümüze kadar getirip, Arap baharını yaşattılar bu dünyaya.

ARAP BAHARININ ESİNTİSİ BİLE TÜRKİYE'DE PARLAMENTER SİSTEMİ SALLAMAYA YETTİ

Çok daha önemlisi, Arap baharı adı altında tüm Arap ve Müslüman ülkelerde faşist birer yönetimi iktidara getirdiler. Hepsinde bir lider sultası egemen oldu, hepsinde monarşi yönetim biçimi benimsendi ve eski Roma yönetimi bile mumla aranır hale geldi.

En çok direnen ülke de Türkiye oldu ve hala da direniyor. Arap baharının yalnızca meltem şeklindeki hafif esintisi bile, ülkedeki parlamenter sistemin üç ayağını sallamaya yetti ve işin açıkçası üç ayağın da tek ayakta birleşmesine neden oldu. Şimdi geriye bunun sistem olarak oturtulması kaldı. Türkiye’deki dinamikler elbette Arap ve diğer Müslüman ülkelerdeki dinamiklere benzemiyor. Her ne kadar bir Latin Amerika ülkesi coşkusunda ve kıvamında olmasak da, monarşi atını rahvandan tırısa geçiremiyor bir türlü.

Mümtaz İdil

Odatv.com

mümtaz idil arşiv