Türkiye koyu ve katı bir dikta yönetimiyle tanışacak

“Yargıtay Onursal Başsavcısı ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu’nun, toplumu ilgilendiren uyuşmazlıklarda hukuki yorumlarıyla çözüm...

“Yargıtay Onursal Başsavcısı ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu’nun, toplumu ilgilendiren uyuşmazlıklarda hukuki yorumlarıyla çözüm önerileri hep gündeme oturmuştur. Sorunları hep hukuki boyutuyla ele almıştır. Kendisiyle yaptığımız söyleşi bu çerçevede değerlendirilmelidir.”

-Nurzen Amuran-

Sayın Kanadoğlu önce isterseniz güncel konulardan söz edelim:

TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanan, yargıyı da içine alan bir teklif var. Bu teklifte kurumların yapısal değişikliklerini öngören değişiklikler var. Hükümet neden tasarı yerine teklif vermeyi tercih ediyor? Getirilen düzenlemeler Anayasa’ya uygun mu?

TBMM de görüşülmeye başlanan Yargıtay’la ilgili düzenlemelerin, Kanun teklifi olarak yapılması, öncelikle kurumlardan görüş alınmasını önlemek, görüşmelerde süreyi kısaltma ve ortak aklı ötelemek arzusundan ileri gelmektedir. Siyasi iktidara bağımlı bir yargı yaratma çabası, 12 Eylül 2010 tarihinden bu yana sürdürülmektedir. Bağımlı Yargıtay istemi halk oylaması ile sağlanan yeni daireler kurma ve 160 yeni Yargıtay üyesi seçerek sonuç alma isteği, yenilenen oluşumu ile sağlanan HSYK’nın üye seçimi ile boşa çıktı. Son yeni hamle ise eski isteğin yinelenmesidir. Başkanlık Kurulunun, görevlerine son verilerek yenilenmesi, Adli yıl açılış töreninin kaldırılması, 128 yeni üye seçilmesi, Kurumun muvafakati olmadan tetkik hakimi ve savcı atanması bir bütün olarak önceden yapılanlarla birlikte siyasi iktidarın amacını açıkça ortaya koymaktadır ve Anayasa’ya aykırıdır.

Bu teklifi, yargının siyasallaşmasında son aşama olarak değerlendirebilir miyiz?

Bu konudaki yasa teklifi, yargının siyasallaşması ve giderek bağımlı kılınması yolunda atılan bir yeni adımdır. Son aşamanın etaplarından biridir.

GENERAL HARİÇ TÜM TAYİNLER SİYASİLERİN ELİNDE OLACAK

TBMM’de çok tartışılacağı görülen İç Güvenlik Yasa Teklifi birtakım yapısal değişiklikler getiriyor. Jandarma ve Sahil Güvenlik Teşkilatı’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması. Bunun hukuki ve siyasi boyutta ne gibi sakıncaları olabilir? Ordunun siyasete bulaştırılması anlamı taşımıyor mu?

Jandarma ve Sahil Güvenlik Teşkilatı zaten belirli yönüyle İçişleri Bakanlığı’na da bağlıdır. Şimdi yapılmak istenen General hariç diğer terfi ve tayinlerin de İçişleri Bakanı’na ait olması, görev yerlerinin değişmesi ve Valilerin emir ve görevlendirme yetkisinin genişletilmesidir. Kabulü halinde siyasi iktidar kendisine tam bağımlı ayrı bir Silahlı Kuvvetler oluşturacaktır. Siyasallaştırılan bir Silahlı Kuvvetlerin, ülkenin geleceği yönünden taşıdığı tehlike, Balkan Harbi felaketiyle ortadadır.

Çözüm süreci denilen süreç, ülkenin birlik ve bütünlüğünü tehlikeye atacak içerikte. Türkiye’de sözde etnik ve mezhep sorunu varmış gibi bir entelektüel söylem ortaya atıldı. Bu söylemi kullananlara verilecek yanıtınız nedir?

Türkiye’nin, etnik ve mezhep konularını siyasete alet edenlerle sorunu vardır. Oy kazanmak uğruna etnik ve mezhep ayrımcılığı yapan siyasi partiler, diğer kuruluşlar ve kişiler laik, demokratik Cumhuriyet Devletinin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak niyet veya gafleti içindedirler. Bu eylemler öncelikle Anayasanın 2, 10, 14, 24, 68 ve 69. maddelerine aykırıdır.

GERÇEKTE HUKUKA DARBE YAPILDI

Biraz da gündemdeki yolsuzluklardan söz edelim: Yolsuzlukların soruşturulmasına engel olmak için siyasi iktidarın gösterdiği çabaların gerekçesi siyasi iktidara karşı hazırlanan bir darbe girişimi olarak değerlendiriliyor. Darbe girişimi mi?

Yolsuzluk iddiaları karşısında bir hukuk devletinde yapılması gereken, bu iddiaların soruşturulmasıdır. Maddi gerçek araştırılmalı, suç varsa, suçluları saptanmalı ve yargı önüne çıkarılarak adalet yerine getirilmelidir. Soruşturmayı engellemek için çaba göstermek, yönetmelik, savcı, polis ve hakim değiştirme, elde edilen kanıtları irdeleme, değerlendirme olanağını ortadan kaldırma, yayın yasakları getirme bir siyasi iktidarın hukuk devleti kavramından ne anladığını kanıtlamaktadır. Yapılanlar, gerçekte hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerine karşı darbe girişimidir. Yolsuzlukları örtme çabasıdır.

ÜLKE TAM, KOYU VE KATI BİR DİKTA YÖNETİMİ İLE TANIŞACAKTIR

Sizin de sık sık değindiğiniz gibi Cumhurbaşkanlığı yemini çok önemli. Cumhurbaşkanı tarafsız olacak , Anayasa ve hukukun üstünlüğüne bağlı kalacak. İzlediğimiz kadarıyla Cumhurbaşkanlığı makamı adeta Başbakanlık makamı gibi algılanıyor. Başkanlık sistemine geçiş süreci gibi görülüyor. Ne dersiniz?

Anayasanın 81. ve 103. maddelerinde milletvekillerinin ve Cumhurbaşkanının and içme metinleri yazılıdır. Her iki metine göre and içenler namus ve şereflerini karşılık göstererek millete söz verirler. Cumhurbaşkanı millet ve tarih huzurunda “tarafsız” ve “hukukun üstünlüğü”ne bağlı kalacağına söz vermiştir. Söylem ve eylemleri ile yeminine ne derecede bağlı kaldığı yine millet tarafından değerlendirilecektir. Anlaşılıyor ki amaçlanan öncelikle toplumu söylem ve eylemlere alıştırmak, fiilen Anayasa’ya aykırı olarak “Başkan” algılamasını yaratmak, genel seçimlerde yeterli oy çoğunluğunu sağlayarak en azından halk oylaması yoluyla Başkanlık veya yarı Başkanlık sistemini gerçekleştirmektir. Parlamenter sistemde, parti genel başkanlığından Cumhurbaşkanlığına seçilenlerde, sistemin zorunlu kıldığı konum yetersiz kalmaktadır. Parti başkanlığı yanında hükümet ve devlet başkanlığına öykünme kaçınılmaz bir istek haline gelmektedir. Özlenen başkanlık sisteminin tek başarılı örneği ABD de, kuvvetler ayrılığının kesin katılığı, yargının bağımsızlığı ve federal yapının öngördüğü kontrol ve denge ile sağlanmaktadır. 138 yıllık parlamenter yaşam ve kazanılan deneyim gözardı edilerek gidilecek başkanlık sisteminde her şeyi bilen, her şeye karışan, tek söz sahibi başkan, sistemi anında başkancı sisteme dönüştürecek ve ülke tam, koyu ve katı bir dikta yönetimi ile tanışacaktır.

GİZLİ TANIK UYGULAMALARI GERİDE ŞİKAYET VE GÖZYAŞI BIRAKARAK DEVAM EDİYOR

Sizin de hassas olduğunuz bir konu var. Gizli tanık müessesi. Tanık koruma programı çerçevesinde izini kaybettiren bir gizli tanık var. Osman Yıldırım, Atatürk’e hakaretten hüküm giymiş, ablasını öldürmüş, öz yeğenini erkeklere pazarlamış, bir alacak verecek davasından ötürü adam öldürmeye teşebbüs etmiş, sahte kimlik kullanmaktan hüküm giymiş bir kişi. Böyle bir kişi bir başka ülkede gizli tanık olabilir mi? AİHM’nin gizli tanık kriterleri neler?

Gizli tanık, kimliği gizlenen veya duruşmada bulunmayan tanık olarak tanımlanır. Bu kavram, Türk Ceza Hukuku’na 4.12.2004 tarihli 5271 sayılı CMK ile girdi ve 27.12.2007 tarihli 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu ile kurumlaştı. Bu kurum, uygulamaları ile o tarihten bu yana adil yargılanma hakkını gözardı ederek geride şikayet, itiraz, dava, üzüntü ve gözyaşı bırakarak işlevini yürütüyor. Bir gizli tanığın aynı zamanda sanık ve müşteki olduğunun bir örneğini, hiçbir hukuk devletinde görmek mümkün değildir.

İHAM (İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi)’ın 1986’dan bugüne kadar yerleşen ve süregelen ilkelerine göre sanık aleyhine ifade veren tanıkla ya açık duruşmada veya istisnaen kapalı olarak yüzleşmeli ve onu sorgulayabilmelidir. Sanık, tanığın kimliğini bilmezse, güvenilirliğini ve inandırıcılığını sorgulayamaz. Bu nedenle savunmaya dengeleyici olanaklar tanınmadan mahkûmiyet hükmü verilmemeli, tanığın korunması gerekiyorsa ve kimliği gizleniyorsa, savunmayı dengeleyebilmek için ek olanaklar tanınmalı, mahkumiyet sadece kimliği bilinmeyen tanık ifadesine dayandırılmamalıdır. Sayılanların, devletin yükümlülüğü olduğu bilinmelidir.

İHAM Büyük Dairesinin 15.12.2011 tarihli Al-khawaja ve Tahery /İNGİLTERE kararı ile sayılan ilkeler doğrulanmış ve güçlendirilmiştir. Bu karara göre a) sanığın aleyhindeki tanığın sanık huzurunda ve açık duruşmada sorgulanması güvenlik nedeni ile haklı olabilir, ancak yetkili makamlar tanığı duruşmaya getirmek için gerekli tedbirleri almalıdır. b) Tanığın ifadesi, sanığın mahkûmiyetine esas olabilecek tek veya belirleyici nitelikte ise, sanığa tanığın ve ifadesinin güvenilirliğine ve inanırlığına karşı çıkabilmesi ve yargılayan mahkemenin bu tanığı ve ifadesinin güvenilir ve inanılır olup olmadığını araştırmasıyla sağlanabilir. Bu sağlanmadan mahkûmiyete hükmolunamaz.

5276 sayılı yasanın 9. maddesinin 4, 5, 6 ve 7. fıkralarında yer alan hükümler İHAM ın kabul ettiği ilkelere kesinlikle aykırıdır. Türkiye’yi bu uygulamalarla ihlal ve tazminat kararları beklemektedir.

TÜRK YARGISINA SÜRÜLEN BİR LEKE

Bir davanın sanığı aynı zamanda gizli tanık olursa bu tanığa ben kuşkuyla bakarım. İtirafçı gibi, işlediği iddia edilen suçun cezası düşsün diye bu işe başvurabilir. Böyle bir tanığa ne derece güvenebilirsiniz? Kumpas davalarında yurtseverlerimiz, milletvekillerimiz aydınlarımız, gazetecilerimiz, PKK'lıların gizli tanık olarak verdikleri ifadelerle yargılandı. Teröristlerin gizli tanık olarak mahkemeye getirilmesi, bugünkü “sözde çözüm sürecinin” bir parçası olabilir mi?

Sayılan eylemlerden hüküm giymiş ve görülen davada aynı zamanda sanık olan bir kişiyi gizli tanık ve hatta müşteki göstermek, dinlemek ve beyanına itibar edip ayrıca ödüllendirmek, Türk yargısına sürülen bir lekedir. Bu lekeyi çıkarmak da yine Türk yargısının görevidir. Bağımlı yargı, siyasallaştırmanın sonucudur. Kamuoyunca “kumpas davaları” olarak tanımlanan davaları bir büyük oyunun parçası olabilir. Bazı Kurum ve Kuruluşları, kişileri itibarsızlaştırma ve etkisiz kılma operasyonu olarak adlandırılabilir. Gizli tanıklık kurumu, kuşkusuz bu amaçla kullanılmıştır. Ayrılıkçı terör örgütünün hüküm giyen mensuplarının veya itirafçılarının, gizli tanık olarak dinlenmeleri “eşyanın tabiatı”na aykırıdır. Örgüt liderine itibar kazandırma çabalarına ve sözde “çözüm süreci” ne bakılırsa gizli tanıklık kurumunun bu amaçla da kullanıldığı sonucuna kolaylıkla varılabilir.

5276 sayılı Tanığı Koruma Kanununun 9’uncu maddesinin iptali için açılmış bir davanın Anayasa Mahkemesi tarafından öncelikle incelenmesi ve sonuçlandırılması gerekmektedir. Uygulamaları gözetildiğinde, eğer yargıyı güvenilir ve inanılır kılmak için gizli tanıklık kurumunun yasayla ortadan kaldırmakla sağlanabilir.

RENNAN PEKÜNLÜ LAİKLİK İLKESİNİN GALİLEO'SUDUR

Gündemde yer alan olaylardan biri de bir bilim adamımızın türban nedeniyle cezaevine girmesi. Prof. Dr. Renan Pekünlü bir öğrencinin eğitim ve öğretim hakkını engellediği iddiasıyla açılan davada ceza aldı; ceza Yargıtay tarafından onaylandı. Ancak yargılama sürecine bakılınca alınan kararın hukuki değil siyasi olduğu açık. AİHM adil yargılama esaslarına uyulmadığı için kararı bozabilir mi?

Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü demokrasinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan laiklik ilkesinin “GALİLEO”sudur. Sayın Pekünlü, Anayasanın değişmez ve değiştirilmesi teklif edilemez ilkenin ve bu yoldaki Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması için, suç oluşturmayan eylemleri nedeniyle mahkûm edilmiştir. Eğer bir suç varsa, AYM kararlarını bir genelgeyle uygulamadan kaldıran o tarihteki YÖK başkanı, bu genelgeye uyan Üniversite Rektörleri, değişik ve bilgi saklayan kararlarla buna yardımcı olan Ege Üniversitesi Rektörüne aittir. Olup bitene, oy çıkarı hesabıyla duyarsız kalan siyasi partiler de ortaya çıkan yürek acısı sonucun vicdani sorumlusudur. Türkiye’nin onurlu, ilkeli, gerçek bir bilim adamı ve adalet duygusu, dini her zaman olduğu gibi siyasete alet edenlere kurban edilmektedir. İHAM’ın ihlal kararı vereceğine inancım tamdır.

Odatv.com

arşiv