Türkiye ekonomide neden bedel ödüyor

Dünyada servet bölüşümünde, gelir dağılımı adaletsizliğinde Türkiye her zaman ilk sıralarda geliyor. Bunu aşmak için halkçı – devletçi ekonomi, kamuculuk ve planlama şart.

Türkiye, referandumdan sonra, ülkenin yönetimine ilişkin tercihini bir kez daha, başkanlık rejiminden yana kullandı. Uygulamayı, sonuçlarını yaşayarak göreceğiz. Turgut Özal’la birlikte anılan 24 Ocak Kararları ve bu kararların dipçik gölgesinde hayata geçirilmesini sağlayan 12 Eylül 1980 darbesinin izlediği liberal ekonomi programı, bundan böyle daha da sert uygulanacak. Kalkınma hedefini unutan Türkiye; piyasa ekonomisine, vahşi kapitalizme daha da çok teslim olacak. Kamu ekonomisinden, bütüncül, dengeli, sürdürülebilir, yaygın kalkınmadan vazgeçen Türkiye; üretimi, tasarrufu, ihracatı, dışsallık yaratmayı, istihdamı, gelir dağılımı adaletini, adil vergi politikalarını, refahı tabana yaymayı düşünmemenin sonuçlarına daha da çok katlanacak. Tüketime, borçlanmaya, ithalata dayalı büyüme modelini seçen Türkiye; ekonomi deyince sadece rant, repo, faiz, borsa, döviz konuşmanın bedelini daha da ağır ödeyecek.

Israrla vurguluyoruz; ulusal kalkınma için ulusal iktisat politikaları gütmek, onun için de ulusal iktisat politikası araçlarına sahip olmak gerekir. Türkiye gibi, gelişmiş merkez ekonomiler için üretim yapan, bir tedarikçi ekonominin; imalat sanayisi içinde ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 2’nin biraz üzerinde; ileri teknoloji ihracatının, toplam ihracat içindeki payı yüzde 4’ün altında olan bir ülke, kamunun planlaması, eşgüdümü, öncülüğü olmadan kalkınamaz. Çünkü imalat sanayi ihracatımız düşük ve de orta teknolojilere dayanıyor.

DIŞA BAĞIMLI SANAYİ, DIŞA BAĞIMLI EKONOMİ

Bu konularda Orhan Bursalı, Bayram Ali Eşiyok, Bartu Soral, Mahfi Eğilmez gibi uzmanlar ısrarla uyarıyorlar. 1930’larda kamu, 1960’lı ve 1970’li yıllarda kamu ve özel sektör eliyle önemli bir sanayileşme hamlesi yapan Türkiye’nin, teknolojik düzeyi düşük ve dışa bağımlı sanayi altyapısını (dolayısıyla ekonomik yapısını), hızla değiştirmesi gerekiyor. Türk ekonomisi sanayide ithalata bağımlı. Üretim ve ihracat düşük teknolojilere dayalı. Tasarruf ve yatırım oranları düşük. Büyüdüğü dönemlerde bile istihdam yaratamıyor. Türkiye; kalkınmayı sadece piyasa güçlerine, uluslararası finans kuruluşlarının reçetelerine, neo liberal politikalara bağlamanın bedelini ödüyor.

Haziran 2018 itibariyle toplam dış borcu 453 milyar dolar olan Türkiye; üretim ve ihracatta, düne oranla, ithalata çok daha bağımlı. Adeta bir müstemleke anlaşmasını anımsatan Gümrük Birliği’nin (GB) yeniden masaya yatırılmasını sağlayamadı. Avrupa Birliği (AB) Türkiye’nin bu yönde zaten cılız olan taleplerini dikkate almadı. Türkiye, 1996’dan beri yürürlükte olan GB gereği, üçüncü ülkelere karşı da AB’nin gümrük tarifesini kabul ettiği için, bu yükümlülükten muaf ülkelere (özellikle Çin ve Hindistan gibi Asya ülkelerine) karşı da rekabet üstünlüğünü yitirdi. GB Türkiye’nin dış ticaret açıklarını artırdı. Avrupa, GB sayesinde Türkiye’nin iç pazarı, gümrük rejimi, dış ticaret rejimi üzerinde vesayet kurdu. Cari açığın temel nedeni olan yüksek dış ticaret açığı, dış ticaret açığının temel nedeni olan sanayinin ithalata olan yüksek bağımlılığı bu dönemde daha da arttı. Türkiye, GB ile gümrükler üzerindeki hükümranlığını yitirdi. Ulusal pazarını ve üreticisini koruyamaz hale geldi.

BU SANAYİ ALTYAPISIYLA REFAH MÜMKÜN DEĞİL

Türkiye, bölgeler arası gelir uçurumunu da, sınıflar arası gelir uçurumunu da kapatmak zorunda. Hem ekonomik gelişme, hem toplumsal barış, hem de siyasi istikrar için şart bu. Bunun için de sanayileşmek, kalkınmak, orta gelir tuzağından kurtulmak gerekiyor. Aksi halde kişi başına 10 bin dolar çevresinde dolanıp durmak kaçınılmaz. Dış borçları artan, cari açığı patlayan Türkiye, ithal ikameci politikaları yeniden düşünmeli. Pek çok gelişmiş ülkenin, geldikleri konumu, diğer özelliklerinin yanında, ithal ikameci politikalara borçlu olduğunu unutmamalı.

Sanayileşmek için, kamunun planlamasını, yönlendirmesini, gerektiğinde bizzat girişimci olmasını savunmaktan korkmamalı Türkiye. Sanayileşmeyi tamamen özel sektöre bırakmanın, umulan sonuçları vermediğini kabul etmeli. Çünkü özel sektörün bazı bölgelere gitmemek, bazı büyük işlerin altına girmemek için gerekçeleri vardır. Kârlı bulmaz bazen. Bazen gücü yetmez. Yabancı sermaye gelmek isterse, siyasi imtiyazlar, iktisadi ayrıcalıklar ister. Dahası bizdeki büyük sermayenin önemli bölümü sera burjuvazisidir. Güneydoğu Anadolu’ya gitmez, çünkü terör vardır. Doğu Anadolu’ya gitmez, çünkü şartlar zordur, limanlara uzaktır. Gittiği zaman bin bir nazla, niyazla, devletin onca desteğini, teşvikini, tahsisini alarak gitmiştir. Yatırımlarını öncelikle Marmara’da, Ege’de, Akdeniz’de yapmıştır. O nedenle bizde burjuvazi, batı burjuvazisi gibi köklü, güçlü, atak, mücadeleci, gözüpek olmamıştır.

EMPERYALİSTLER BU İŞİ NASIL YAPTI?

Emperyalist ülkelerin sanayicisi ile Türkiye gibi gelişmekte olan, çevre ekonomilerin sanayicisi elbette bir değildir. Aynı güçte değildir. Fakat kabul etmek gerekir ki, emperyalist ülkelerin sanayicisi, arkasına devletini, ordusunu almakla birlikte mücadelecidir, ataktır. Misal; Alman sanayisini ele alalım. Kendisinin de dahil olduğu emperyalizm, Balkanları bölerken, Yugoslavya’yı parçalarken, Hırvatistan ve Polonya’da fabrika kurmuştur. Emperyalisttir, aynı zamanda mücadeleci ve ataktır. Daha gerilere gidelim. Misal; ABD’nin kurulduğu dönemde beyaz adam kızıl deriliyi keserken, ABD şirketleri doğudan batıya, kuzeyden güneye demiryolu hattı, telgraf direği döşemişlerdir. Misal; İngiliz şirketleri, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun bayrağının dalgalandığı her yerde, İngiliz genel valisi ve İngiliz ordusuyla birlikte iş yapmışlardır. “Hindistan’da direniş var, Mısır’da askerlere saldırıyorlar, Avustralya çok uzak” demeden, müteşebbis olmanın gereğini yapmış, risk almaktan çekinmemişlerdir.

Belirtelim; Batılı burjuvazinin geçmişinde Aydınlanma, Sanayi Devrimi, Burjuva İhtilali, imparatorluk, sermaye birikimi, sömürü, ulus devlet vardır. Bizdekiler ise işine gelince batıyla rekabete hazır olduklarını söyler, devleti eleştirir, sıkışınca devletten yardım isterler. Özelleştirmeden, kamu mallarının yağmasından servet elde ederler. Büyük sermaye adına demokrasi ve hukuk raporu yazdırınca liberal olur, sıra iş yapmaya gelince korumacı kesilirler. Devletten kredi, teşvik, tahsis, ucuz elektrik, bedava arsa alırlar. Aldıkları için de devletten azar işitince ses çıkaramazlar. Üretimden değil, paradan para kazanmanın tadını çıkarırlar.

Sözün Özü: Dünyada servet bölüşümünde, gelir dağılımı adaletsizliğinde Türkiye her zaman ilk sıralarda geliyor. Bunu aşmak için halkçı – devletçi ekonomi, kamuculuk ve planlama şart.

Barış Doster

Odatv.com

ekonomi arşiv