TL’nin değer kaybını bir de böyle okuyun... Sonucu acı olacak bir gösteriye dönüşüyor

Ahmet Müfit yazdı...

TL’nin bayram sonrası başlayan değer kaybı, hız kesmeksizin devam ediyor. TL’nin sadece son bir hafta içindeki değer kaybı, ABD doları karşısında yüzde 5,24, Avro karşısında yüzde 5,64 olmuş durumda. Bir dolar ve 1 Avro’dan oluşan sepet, yılbaşından bu yana Türk Lirası, karşısında yüzde 35,64 değer kazanmış, tersinden söylersek TL yüzde 35,46 değer yitirmiş durumda. Sadece beş yıl önce 2,8 TL olan Dolar kuru 7,3 TL’ye, 3,1 TL olan Avro kuru 8,6 TL’ye ulaşmış durumda.

İktidar sözcüleri, Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu Üyesi Korkmaz Karaca gibi yaparak yani ekonominin büyük ölçüde yabancılaşmasına neden olan en önemli aktörlerden biri kendileri değilmiş gibi davranarak, bu durumu dış güçlerin ekonomik saldırısı olarak görüp/göstermeye çalışırken, muhalefet partileri, yaşananları piyasacı medyayla benzer bir şekilde değerlendiriyor. İktidarla benzer şekilde bu noktaya gelinmesinin nedenlerinden bağımsız bir şekilde, TL’nin değer kaybını iktidarın faizleri düşük tutma yönlü politikasının sonucu olarak açıklıyorlar/açıklamaya çalışıyorlar. Piyasacı medyada boy gösteren “uzmanlar/piyasa profesyonelleri” gibi açıkça söylemeseler de, TL’nin değer kaybının sorumlusunun, faizleri artırmayan, tam tersi düşüren iktidar olduğunu ifade ediyorlar.

BAŞKA SEÇENEK OLMADIĞINA İKNA EDECEKSİNİZ...

“Kırk satır mı, kırk katır mı” deyişini anımsatır şekilde, ülkenin ekonomi politikası faiz artışı ve TL’nin değer kaybı arasına sıkışmış/sıkıştırılmış durumda. Ya kırk satır misali faiz arışını seçip, ülkenin sonuç olarak yurttaşların, yurtdışından para getiren küresel para satıcılarına daha fazla faiz ödemesini, ya da kırk katır misali TL’nin değer kaybını seçip, ekonomisi ithalata bağımlı hale getirilmiş bir ülkede, enflasyon yani fiyat artışını tercih etmiş olacaksınız.

En zoru ya da en kolayı ise bununla da kalmayıp, vatandaşı başka seçenek olmadığına ikna edeceksiniz. Sıradan vatandaş açısından bakıldığında, çok yaygın bir ikna edilme ihtiyacının olmadığını söylemek mümkün. Adeta, kısaca bir canlının maruz kaldığı zorluklardan kurtulamayacağı inancının yerleşmesi sonucunda, bu davranışa karşı koyamaz duruma gelmesi, başarısız olmayı ve bedel ödemeyi baştan kabul etmesi olarak tanımlayabileceğim “öğrenilmiş çaresizlik” durumu söz konusu.

Söz konusu çaresizlik durumunu aşmanın yolu ise niçin bu iki seçeneğe mecbur kalındığını ya da mecbur kalındığının söylendiğini araştırmak, en basit haliyle “neden” sorusunu sorup, yanıt aramaktan geçiyor.

BİR ÜLKE EKONOMİSİ YABANCININ PARASINA BAĞIMLI HALE GELMİŞSE...

Yanıt için ise öncelikle kendi yaşamımıza bakmamız, sonrasında 1980 Özal-Evren Darbesiyle başlayan süreçte, dünyayla bütünleşiyoruz denilerek, ulusal ekonominin daha da doğrusu ulusal olan her şeyin nasıl yok edildiğini, sonuç olarak da bizlerin borçlu, onlarınsa alacaklı olarak dünyanın kalanıyla bir güzel bütünleştiğimizi/bütünleştirildiğimizi hatırlamanız gerekiyor. Eğer hatırlıyorsanız, bir ülke ekonomisi yabancının malına, yabancının parasına bağımlı hale gelmişse, ekonominin çarklarının “aksamadan dönmesini” sağlamanın yolu, yabancının malını aksamadan almanızı olanaklı kılacak şekilde, yabancının parasının ülkeye serbestçe girişinin sürmesini sağlamak, bunun bedelini vatandaşın sırtından ödemeyi garanti etmek olduğunu da biliyorsunuz demektir. Bu garantinin anlamının, gerektiğinde faiz artırmak, bedeli işsizlik, yoksulluk olarak vatandaş tarafından ödenecek şekilde ekonomiyi daraltacak kararları almak ve bu sayede TL’nin değer kaybını, dışarıdan para girişiyle yani daha fazla borçlanarak ve daha fazla faiz ödeyerek durdurmak olduğunu ise bunca kriz yaşamış bir toplum olarak sanırım/umarım hatırlatmaya gerek yok.

Ancak, ilk bakışta çok basit görünen bu yanıtın, yanıt son 40 yılda yapmış olduğumuz siyasi ve ekonomik tercihlerimizle doğrudan ilgili olduğu için, ne tek tek bireyler, ne de dörtnala gidilen ekonomik bağımlılık yolunu, alternatifsiz tek seçenekmiş gibi bizlere sunan siyasi partiler açısından çok da kolay verebileceği kanısında değilim.

Hal böyle olunca, toplum, siyaset, ekonomideki bağımlılık sarmalından kurtulmak gibi bir düşüncesi olmayan, ekonomik politikalar açısından birbirinin benzeri olan partiler arasındaki mücadelenin esiri haline geliyor. Siyasi rekabet, Ali Babacan gibilerin yeniden piyasaya çıkacak yüzü bulmalarını da açıklayacak şekilde, kimin iktidar olması yabancı para satıcılarının hoşuna gider de, son dönemde büyük ölçüde daralmış olan borç muslukları -piyasacılar fon girişi diye ifade ediyorlar- açılır ekseninde sıkışıyor.

Sonuç olarak, her durumda yaklaştığını düşündüğüm seçimler, ekonomik politikalar açısından benzerlerin yarıştığı, seçeneksizliğin çaresizliğinde gerçekleşecek, dini ve etnik ayrılıkların bolca kaşınıp, ekonomik olarak geleceğini güvencede görmeyen bireyler özgürce seçim yapabilirmiş gibi davranılarak ve demokrasi kelimesi bolca kullanılarak, sonucu geniş kitleler açısından her durumda acı olacak bir gösteriye dönüşüyor

Ahmet Müfit

Odatv.com

arşiv