Sizi suçluyorum Abdullah Gül

Son günlerde şikayetler, yakınmalar öylesine üst düzeye çekildi ki, eline kalem alan bir devlet adamına mektup yazmaya başladı. Tarihin çöplüğüne...

Son günlerde şikayetler, yakınmalar öylesine üst düzeye çekildi ki, eline kalem alan bir devlet adamına mektup yazmaya başladı. Tarihin çöplüğüne gömülmüş olan “mektup” geleneği, çaresiz insanların başvurduğu bir yakınma yolu haline geldi, ama takan kim?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sesleneceğim ben de, öyle siyasi falan değil, doğrudan insani bir nedenle. Prof.Dr.Fatih Hilmioğlu’nun hayatıyla ilgili olarak.

Duygu sömürüsü falan da yapmayacağım. Hilmioğlu hocanın durumunu Abdullah Gül’ün benden de iyi bildiğinden eminim. Çektiklerini, hastalığını, sıkıntılarını, hatta duvarla konuşmalarını da mektuba konu etmeyeceğim, içimden geldiği gibi yazacağım.

Sn. Abdullah Gül,

Eminim ki, masanızın üzerinde yüzlerce “af” bekleyen mektup vardır. Hepsinin canı da değerlidir. Belki hepsi de af edilmeyi hak ediyordur. Buna karar verecek olan elbette sizsiniz, ama tercih hakkınızı kullanmamakta ısrarınız, tarafsız olduğunuzu asla göstermez. Bir konuya kulaklarınızı tıkamanız, gözlerinizi kapamanız o olayın önemini ortadan kaldırmıyor, tam tersi sizin tavrınızı ortaya koyuyor.

Devletin en üst kademesinde oturan bir kişi olarak “sorumsuz” yetkilerle donanmış olsanız da, sorumluluğunuz olduğunu biliyorsunuz, değil mi? Sorumsuzluğun size yüklediği siyasi ve hukuki özellik, topluma olan sorumsuzluklarla ilgili de değil, bunu da biliyorsunuz.

Necmettin Erbakan’ı demir parmaklıkların dışına çıkardığınızda, bir anlamda kendinizi de aklıyordunuz, öyle değil mi? Bir “yol arkadaşlığının” bedelini ödüyordunuz, onun için de gözünüzü kırpmadan imzaladınız rahmetlinin kağıtlarını.

Suçu sabitti, ama siz bağışladınız. Yaşlı dediniz, hasta dediniz, bir yığın bahaneniz vardı, kullandınız.

Üniversitelerde ders vermekten başka bir suçu olmayan, verdiği derslerde, konferanslarda yakınmalarını da dile getirmekten başka tavır da koymamış olan bir bilim adamını, sarhoş arabasıyla iki genç kızı duvara yapıştırarak öldüren katil kadar bile değerlendirmediniz. Onun elini kolunu sallayarak sokaklara yeniden salıverilmesine “hukuk devleti” dediniz de, içeride suçu kanıtlanmamış halde yatan ve 23 yıl hapse mahkum edilen, kaçma şüphesi ve delilleri karartma tehlikesi yüzünden de tahliye edilmesine izin verilmeyen bir akademisyeni görmezden geldiniz.

O muhteşem maun masanızın arkasındaki en az masa kadar görkemli koltuğunuzda şöyle bir geriye yaslanıp bir düşünün Sn. Gül, Türkiye gerçekten bir “hukuk” devleti mi? Yol arkadaşlarınız her gün çıkıp, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söylüyor ve kendileri görmese de biz görüyoruz: Sürekli burunları uzuyor.

Yargının yürütmeye bağlanmaya çalışıldığı şu günlerde bütün gözler size çevrilmiş, bekliyor. Veto edeceğinizi umuyorlar, ama siz onların bu umutlarını da yerle yeksan edeceksiniz, değil mi? Aklınızdan geçen herhalde Türkiye’nin “ileri hukuk devleti” olmasına katkıda bulunmak. Utanmayı öylesine çok istiyorum ki... Hani, belki yanılmışımdır da, veto edersiniz diye. Gördüğüm her yere koca puntolarla, “özür dilerim” yazmaya razıyım.

Ama konumuz yargı değil, o treni kaçırdık bile. Konumuz hasta, yorgun ve yaşamak bile istemeyen bir adamın son günleri.

Unutmayın, engizisyon mahkemesi bile can düşmanı Galilei Galileo’yu bağışlamış, hayatının son sekiz yılını ev hapsinde geçirmesini sağlamıştı. Fatih Hilmi hocanın da zaten Sisam adasında tatil için serbest kalmayı beklemediğini biliyorsunuz, o da Galileo gibi evine kapanacak, siz isteseniz de oradan çıkmayacak. Kendini kendi dünyasına hapsedecek Sn. Gül, buna izin vermek çok mu güç?

“Ama o çıkarsa...” diye arkasının geleceğinden endişelenmeyin Sn. Gül, o çıkarsa hak eden diğerleri de çıksın, bunun sizi sevindirmesi gerek. Bir yolu açmış olmaktan da çekinmeyin, tüm yetkilerinizi kullansanız bile hapishaneleri boşaltmaya gücünüz zaten yetmez.

Ama Fatih Hilmioğlu’nun durumu farklı. Onu affetmenizi kendisi ister mi gerçekten bilemiyorum, zira af etmek “suçlusun, ama hadi neyse” demektir. Bu insanların yıllarca tecrite uğrayan gururlarının, sizin af kararınıza da itiraz etme gibi bir dirençleri de var, yoksa bu mudur sizi ürküten? Refüze olmak filan mı?

Oturduğunuz koltuk size ait değil Sn. Gül, oralar geçici makamlar ve mekanlar. Kalıcı olan bu dünyada bırakacağınız izler. Fatih Hilmioğlu cezaevinde öldüğünde, sakın ola cenazesine gitmeye kalkmayın. Oradaki sessiz çoğunluk sizin gözlerinizin içine bakmak bile istemeyecektir, ama zaten siz de kimsenin gözlerine bakamayacaksınız.

Ergenekon’un kasası Kuddisi Okkır öldüğünde, onu “kasa” olarak suçlayanların hiçbirinin yüreği titremedi, zira “aslında kasaydı, ama içeri girince paraları ondan alıp, başka bir kasaya naklettiler” savunması üretti Ergenekon yaratıcıları. Akıllarına gelse ve hesap numarasını bilselerdi, paraya boğarlardı Kuddisi Okkır’ı, ama aniden ölüverdi adamcağız, hazırlanamadılar.

Fatih Hilmioğlu için de benzer senaryolar yazılmaktadır daha şimdiden. İnsanı duvarlarla konuşmaya kadar iten dayanılmaz acının ne olduğu konusunda hiç düşündünüz mü Sn. Gül? İnsanları cansızlarla konuşmaya itenin ne olduğu? Yalnızlık, haksızlığa uğrama veya benzerleri değil, bunların üzerine eklenen çaresizliktir duvarları dillendiren ve sizlerden, bizlerden alamadığı cevapları onların kulağına fısıldayan.

Sizi suçluyorum Sn. Gül. Yol arkadaşınız için gösterdiğiniz merhameti (bu söz, yani merhamet, aslında Hilmioğlu hoca için aşağılayıcı bir sözdür, ama ben kullanıyorum işte) hocamıza da göstermediğiniz için suçluyorum. Adam öldürdüğü, ülkeyi yerle bir etmeye kalktığı, terör örgütnün başı olduğu önünüze konsa da, unutmayın ki orada kapana kısılmış suçsuz bir adam duvarlara ağlıyor.

Yine de siz bilirsiniz.

Mümtaz İdil

Odatv.com

arşiv