Nihat Genç: Silivri yolunda Müyesser ön koltukta

1) Silivri Yolu’nun en azap verici tarafı köprü çıkışı oldu köprüyü tam altı saatte geçtik, dile kolay altı saat. Altı saate rağmen insanlar...

1) Silivri Yolu’nun en azap verici tarafı köprü çıkışı oldu köprüyü tam altı saatte geçtik, dile kolay altı saat. Altı saate rağmen insanlar çıldırmıyor, demek ki İstanbul’da artık psikolojisi iptal edilmiş başka tür insanlar yaşıyor. Bu sinirleri alınmış kuzulaştırılmış halka birkaç lafım var, hayatınız yollarda geçiyor, kırk elli yaşına geldiğinizde biz ne ürettik hayatımıza ve hayatlara ne kattık diye sorduğunuzda elde var sıfır, çünkü uykuda geçirdiğiniz vakit kadar trafikte geçirmişsiniz.

Bunca kayıp enerjinin bunca zaman israfının bir insan için değerini bilmiyorsanız sizden ne kendinize ne memlekete hiçbir şey olmaz. Bana bakın, çok üretken bir yazarım, yaşım itibariyle ürettiğim metinler akla seza denilecek kadar fazladır, bu devasa birikimi ‘kayıp boş zamanlara’ fazlasıyla paranoyik titizlikte dikkat ettiğim içindir. Nerdeyse hemen her gün oturduğum semtin çok ötesinde başka bir semte giderim, kitapçılarımı dolaşırım, mahalleden arkadaşlarımı her gün görür hatta oyun oynarım, ayrıca haftada bir gün olsun eski arkadaşlarıma uğrarım, ayırdığım saat üç saattir. İstanbul gibi ‘kilitlenmiş bir şehirden’ inşaat dışında hiçbir bok çıkmaz, zaten yazılıp çizilenlere yani ‘üretilenlere’ bakıyorum sefalet ortada, hangi insanın kendi iç dünyasında baş başa kalabileceği doya doya beş-on saati var ki bir şeyler üretebilsin. İstanbul’u çok seviyorsanız yanınıza boğaz manzarası fotoğrafları alın ve terk edin. Çok seviyorsanız ayda birkaç gün uğrar dönersiniz. Birbirini kilitleyip düğümlenmiş balık istifi on milyonun üstünde insan, bir de kendilerine şehirli diyorlar.

2) Yazar Müyesser Yıldız emniyet müdürü eşiyle nikah masasına oturmadan bir gün önce polisler gazetecileri dövmüş haberi manşetlere taşınmıştı. Nikah memuru ‘kocalığına kabul ediyor musunuz?’ diye sorunca, Müyesser, ‘bir şartım var, burada herkesin önünde polislerin bir daha gazeteci dövmeyeceğine yemin ederek söz verecek’ demiş, nikah memuru bunu bir nikah masası şakası sanmış ve davetliler de gülmüşler, Müyesser, söylediklerini bir daha tekrarlayıp, yemin etmeden asla kabul etmiyorum diyerek ciddiliğini masaya koymuş, ve eşi Naci Bey mikrofon önünde yüksek sesle söz vererek kabul etmiş.

Müyesser içeri düşünce üstelik hala görevi başında bir emniyet müdürü olan kocası Naci Bey’in çektikleri birkaç roman olur. Her tutuklunun yakınları canla başla gece gündüz çalışmıştır ama Naci Bey’in uğraşları yıpranmaları akıllara durgunluk verici.

Neyse acıları geçelim ben en komik taraflarından birini anlatayım, Müyesser Silivri’den tahliye oluyor herkeste hürriyetine kavuştu diye büyük bir sevinç, kapıda kocası Naci Bey karşılıyor. Bilin bakiyim baş başa bir yemek için nereye gidiliyor? İstanbul’da bir polisevine.

3) Yavuz Selim Demirağ Yeniçağ Gazetesi yazarı, bana sorarsanız Ergenekon ve Balyoz davalarında Türkiye’nin tek yazarı, elde yok avuçta yok nerdeyse her Silivri duruşmasına koştu, öyle haftalar yıllar geçti ki Türkiye’nin bu en önemli davasında basın bölümünde oturan tek gazeteci olarak kaldı. Yavuz Selim subaylıktan atılma sonra gazeteciliğe girdi. Bugün dahi kim kimdir dosyası nedir diye arayıp sorduğumuz tek danışmanımızdır. Davalarla ilgili meşhur ‘Digital Terör’ kitabı da onundur. Yavuz Selim’le eskiden uzaktan uzağa bir merhabamız vardı, davalar başladıktan bugüne, içerdekileri her gün hep ona sorduğumuz için artık aramızdan su geçmez kanka vaziyetindeyiz. Yavuz Selim’in çok eski model külüstür arabasını gördüğünüzde hangi şartlar içinde yıllardır Silivri’ye gidip geldiğini hemen anlarsınız. Medyanın suskun haline ve çarpıtmalarına hepimiz şahit olduktan sonra bu en zor günlerimizde Yavuz Selim’in yaptıkları takdirlerin üstünde…

4) Eğer Silivri Duruşmaları’nda avukatlar dışında adından hayranlıkla söz edilecek biri varsa o da ‘Alan Sorumlusu Hıdır Ağbi’. Kimdir Alan Sorunlusu Hıdır Ağbi? Silivri Mahkemesi tam karşısındaki boş arsadaki çadırların sorumlusu. Elde yok ayakta yok ama önce tarlaları kiraladı, ki aylığı iki milyara geliyor, kira parasını gidip gelenlerin küçük bağışlardan çıkartmaya çalışıyor. Çadırlar tertemiz, yol yorgunları ya da geceyi geçirecekler için tertemiz nevresimler, yirmi kadar yaylı ranza. Ve yine misafirlere çıkartılan öğle yemeği için mutfak malzemeleri. İstemediğin kadar soğuk su ve demlik demlik çay. Eskiden anlatılan savaş tarihlerinde ordunun yüksek subayları ölünce arkada kalan çavuşlardan biri komutayı kendi başına üstüne alırdı. Hıdır ağbi kendi kendini görevlendirdi. Dağ başında ıssız tarlaların ortasında sebil gibi çay sebil gibi su ve isteyen herkesin geceleyebileceği, bedava bir hizmeti yine gönüllü birkaç arkadaşıyla canla başla sunuyor. Bu yüce insanlar için biz yazarların söyleyeceği çok soylu övgü dolu kelimeler olmalı. Tabii Hıdır Ağbi’nin bir de yolu her düşene boynundan bir sarılması var ki, böyle bir insan insana doya doya kucaklaşma için insan uğramak istiyor.

5) Duruşma öncesi ve duruşma aralarında duruşma salonundaki tutuklularla izleyici trübinleri arasında beş-altı metrelik mesafeden yakınlarıyla bağırarak görüşülüyor. Tutuklular izleyici trübini önünü doluşunca çoğu insan arkada kalıp izdihamdan görüşemiyor. Çok arkadan izleyici bölümüne bağıran ama sesini duyuramayan elli beş yaşlarında bir subay gördüm, Yavuz’a döndüm, ‘yazık, dedim şurada beş dakika görüşecek, kalabalık yüzünden kızlarıyla eşiyle bir türlü görüşemiyor’ dedim, Yavuz Selim, ‘ağbi o, dedi, görevde kalsaydı şimdi Hava Kuvvetleri Komutanı olacaktı, şimdi ziyaretine gelmiş ailesine dahi sesini duyuramıyor.Balyoz davası için bu sahne sana her şeyi anlatsın…’

6) Duruşma salonuna girdiğimde ‘duruşma sürüyordu’, meşhur haham Tuncay Güney’in şizofren hezeyanları benzeri ifadeler gazete manşetlerinden nihayet düşse de hakim huzurunda hala ciddiyetle sürdürülüyordu, gazetelerden okumuşsunuzdur, ‘otuz kişiyi öldürüp kuyuyu betonladılar, tabut içinde eroin taşıyorlardı, ha o mu hakim bey, onun yirmi leşi olduğu söyleniyor…’ İzleyici bölümünde işte bunları dinliyorsunuz. Dayanılacak gibi değil. Sen on beş dakika dayanamıyorsun, bu tutuklular beş yıldır bu şizofren sayıklamalarını dinliyor. F Tipi’nin insan kişiliğini parçalayan zindan koşullarını bir tarafa bırakın, sadece bu zırvalara bir insan aklı bir insan bedeni nasıl dayanabilir. İşte bu akıldışı hezeyanlardan tam birkaç milyon dosya sayfası dinleniyor burada. Bir insan evladı kendisiyle hiçbir alakası olmayan bu kadar saçma sapan delilikleri dinlemek zorunda kalırsa, şüphesiz psikolojisi değil yıpranmak psikoloji kalmaz, gözleri körleşir, bu kadar deliliğin ortasında insanlıktan dünyadan vazgeçer.

Dışarıdan cesur olun dik durun diye bağırıyoruz, hadi gelin milyonlarca sayfa bu zırvaları dinleyin, cesaretle ne ilişkisi var, kulaklarını kapatsan radyo elektrik dalgaları gibi kulağında durmaksızın tınlıyor bu zırvalar. İşte Silivri’nin tarihlerde eşi benzerine rastlanmayan korkunç işkencesi bu. Keşke bu milyonlarca sayfa zırvaları tezgahlayanlar bir ‘yalan ustası’ olabilselerdi, bu uydurma belgelere bir küçücük ‘zeka’ katabilselerdi, sen de kalkar onları çürütmeye ya da sağ duyuyla akılla cevaplamaya çalışırdın, şimdi nedir bu, neresine nasıl ve niye cevap vereceksin?

7) Çokça okumuşsunuzdur yalancı tanıklar bu deli zırvalarını saymaya başlayınca, Doğu Perinçek, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve başkaları bazen araya girip yüksek sesle itiraz ettiklerini. Aslında ‘cevaplamak’ için kendilerini savunmak için ‘itiraz etmiyorlar’. Konserlerde görmüşsünüzdür ‘şarkıcının sesi kötü çıkınca’ vokalistler ‘ara nağmeleri uzatıp’ durumu kurtarmaya çalışır. Doğu Perinçek Musafa Balbaylar yalancı tanık ifadeleri tımarhane boyutuna ulaşınca, ara çıkışlarla, burada insanlar var, biz aklı başımızda insanlarız, diye mahkeme salonunda ‘insanlar yaşıyor’ kaydı düşmek için devreye giriyor.

Şayet Perinçekler Özkanlar ara itirazları yapmamış olsalar kimsenin kuşkusu kalmayacak buranın bir ortaçağ tımarhanesi olduğundan. Yani bu zırvalara cevap vermek için değil ses ayarlaması bir ‘akord’ gibi devreye giriyorlar, yeter yahu deyip bir mantık bir izan bir insan var burada kardeşim ortalaması bulmak için. Anlamayan için bir daha anlatayım, burada o kadar yoğun bir hezeyan bombardımanı var ki aklı başında herkesi ‘mutasyona’ uğratacak kadar çok, yoksa kimsenin yalancı şahide hakime köstek olmak gibi bir derdi yok. Bırakın davaları iddiaları bir yana konserde yanınızda osurana tepki göstermek gibi tutuklu da olsanız ‘insan olmanın’ tadını kaçıran her şeye isyan ediyor insan.

8) Ki tutukluların her biri duruşmalara çıka çıka bir ‘yanlış’ korsanı avcısı, ilk günlerde ‘yanlışları’ gördükçe bağırıyor ifşa ediyor yazıyorlardı, şimdi o kadar çok hata yanlış tezgah var ki hepsi yoruldular ve ‘yanlış’ aramanın dahi bir işe yaramayacağını kavradılar. Şöyle, bir gün limanda denize giriyorduk bir arkadaş denize atladı çıktı, yahu burada renkli bir balık gördüm, bunu duyunca kayalıklarda herkes denize atladı, herkes başını çıkartınca, ben de gördüm, ben de gördüm, burası renkli balık dolu. Herkes gördüğü için kimse bir daha merak etmedi. Yalancı tanıklar konuşurken duruşma salonuna işte bu meraksızlık hakim.

9) Doğu Perinçek ismi ve kimliğiyle Türkiye’de yazılacak bir hapishane edebiyatının en başlarında yer alacağına kuşku yok. Ben Doğu Perinçek’te ‘politik bir bunalım’ hiç görmedim, içerde de ‘psikolojik bir sarsıntı’ izi hiç. Boğaz’da yalılar bahçeler içinde oturur gibi hapishanede yaşıyor. Böyle bir insan türü olabilir mi? O hücreye çelik kasa koysanız nemlenir pörsür genleşir çürümeye yüz tutar, Doğu Perinçek başka bir şey, yattıkça kendine geliyor. Hiç özenilecek bir şey değil kuşkusuz. Ancak şaşkınlık üstüne şaşkınlık, artık devreye labarotuvar deneyleri yapan bilim adamları girmeli, bizim aklımız almıyor, algıları ışık hızı kadar hızlı, açık seçik şen, hala çiçek açar gibi gülümseme. Kime anlatsak, heykeltıraş, ressam, romancı, böyle bir ‘ruh hali’ olabilir mi? Anladım ki hepimizin gözünü korkutan bu hapishaneler Doğu Perinçekler için değil, Doğu Perinçek türleri için başka bir ‘cezalandırma’ yolunu bulmalı Batılı cezaevi mimarları.

Doğrusu, 1967 yılından bugüne bir avuç dava arkadaşlarıyla çıktıkları yolda o ilk günkü sevinci zırnık kaybetmeden yoluna devam eden bu insanların hayat hikayeleri tıpkı tabiat gibi bir şey, tarla gibi ova gibi, kar fırtına sel, sonra yine hafif yağmurlarla yeşerip boy atıyorlar.. Ya da ne bileyim, deprem, yangın oluyor ülkeler yıkılıyor ihtilaller oluyor ama kişiliklerinden fikirlerinden zerre kayıp zerre hasar yok.

10) Mehmet Perinçek’i görünce öyle, boylu poslu takım elbiseli yakışıklı. İçimde bir şeyler cızz ediyor. Bu genç ve çok başarılı bilim adamına yapılan nedir? Hangi tarihler yazmış intikam için babayı cezalandıranlar hırsını alamayıp oğlundan çıkarıyor. Ellerinde imkan olsa nazi doktorları gibi Perinçek ailesinin ‘sperm’lerini ameliyatla kesip alacaklar. Kimseyi bu sütunlarda şimdi burada ağlatmak istemem ama bu topraklarda yaşayan her insan evladı Perinçek’in gözlerine baksın, İslamcı Amerikancı iktidarın zulmünü tane tane okusun. Öyle bir iktidar ki erkek erkeğe dövüşmeyi dahi bilmiyorlar, intikamın dahi bir haysiyeti var be. Bu kalleşliği size hangi Tanrılar öğretti?

11) İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısı (halamın oğlu) Erkan Önsel’i gördüm, Erkan ağbi Erkan ağbi diye bağırarak el salladım, duydu, bağrışarak konuştum, ‘köye gittin mi:?’ dedi, ‘gittim’ dedim, ‘nasıl?’ dedi, ‘beş kilo tereyağı aldım geldim’ dedim, gülüştük. Bir iki cümlecik bu kadarcık laf bitti işte. Birbirimizin suratına bakmaya başladık öyle. Öyle donuk soğuk soğuk bakmak da ağrına gidiyor insanın, başka tür bir çaresizlik. Aramızda jandarmalar. Dedim biraz güldüreyim Erkan ağbiyi. Erkan Ağbiiii! ‘Duydum Nihat, evet!”

‘Erkan ağbi, bu Hürriyet Gazetesi’nde Yılmaz Özdil var ya. Tutturmuş bir İzmirlilik. Ben İzmirliyim diye her gün havasını basıyor… Ona bir not gönderdim, kardeşim İzmirliyim deyip hava atma, İzmirli olan biziz. Şu İzmir’in kurtuluş günü belgesellerinde var ya. Bir Türk subayı yunan bayrağını indirip Türk bayrağını asıyor… İşte onun adı Şerafettin İzmirli’dir ve İzmirli soyadı İzmir’in kurtuluşundan sonra verilmiştir. Ama Şerafettin İzmirli’nin annesi bizim köylüdür. Yani bizim Hacevera (Yeşilyurt) köyünün çocuğu…’

Karşılıklı gülüştük. Sonra kızdım kendime. Niye dedim köyden bahsedip köy hasreti düşürüyorsun içine. Allah’ın işi işte, ben Silivri’den ayrıldığım o saatlerde…. Dünya güzeli bir tane ağbimiz Erkan Önsel’in ağbisi Ersin Önsel’in vefat haberi geldi. Erkan Önsel’e kardeşinin cenazesi için bir gün izin verildi ve Allah’ın takdiri köyünü bu vesileyle görmüş oldu.

12) Mehmet Perinçek’e bağırdım sonra ‘Doğu ağbiyi çağır Mehmet’ diye, Doğu ağbi geldi, ‘aslansın’ dedim, ‘aslan’, sonra jandarmalar bağırmaya başladı, dışarı dışarı vakit tamam, orada içimden bir haykırışı durduramadım, yumruğumu sıkıp: Toprağımız Allahımızdır, diye bağırdım, Doğu Ağbi de yumruğunu sıktı, sonra ‘Aydınlık’ta yaz Nihat, niye Aydınlık’ta yazmıyorsun.’

Yanlış bir şey mi söyledim bilmiyorum heyecanımı tutamadım işte. Sonra Mustafa Balbay arka sıradan görünce öne doğru gülerek bir sevinçle ‘Naber Nihat’ diye selamlayarak geldi. Bir müddet Tuncay Özkan’ın Mustafa Balbay’ın gözleriyle gözlerimiz epeyce bir suskun suskun dertleşti. Kötü olduğumu hissettim. Buraya kendime binbir tenbih ederek gelmiştim, ağlamadan çıkmalıyım, dedim. Sonra Tuncay’ın yanında biri gülümseyerek el salladı bana. Uzun boylu bembeyaz saçlı eski Amerikan sinemasının starları gibi bir adam. Evet, bu o. Bir konferansta Amerika’nın Ortadoğu hesaplarını detaylıca anlatınca, şaka yollu takılmıştım: ‘bırak da şu anti-Amerikancılığı biz yapalım baba’ diye, sonra bir merhabamız daha var, hepsi bu kadar. Muzaffer Tema gibi bir kokteyl salonundaymış gibi dimdik duruyor. El salladı. Evet, Hurşit Tolon bu… Selamlaştık. Sonra birileri daha el salladı bana, tanıdım tanıyamadım kimdi pek anlayamadım, biri evet Soner’le kalıyor, Soner’e selam, Tuncay Özkan’la da ‘Barış’a’ selam söyle, dedim.

Jandarmalar tamam tamam bitti derken duruşma salonundan çıktım. Ancak beynim duruşma salonunun fotoğrafını kaydetmişti. Yavuz Selim’e, o kimdi, bu kimdi çıkaramadım, dedim. Yavuz: ağbi o şuydu bu buydu, nasıl tanıyamazsın deyince, yahu ne kadar ayıp ettim, nasıl çıkartamadım, tuh be çok öküzlük ettik…

Böyle işte.

Sonra çadırların önünde Hıdır ağbiyle kucaklaşıp ayrıldık, Naci ağbi direksiyona, Müyesser ön koltuğa, Yavuz Selim ve ben arka koltuğa.

Dışarıdan fotoğraf bu, bir de içimden geçen duygular var ki, uzatmayalım, ikinci bölüme kalsın.

Nihat Genç

Odatv.com

nihat genç silivri arşiv