Serbest piyasacı rezaletin foyası iyice ortaya çıktı

Ulusun geleceğini de ipotek etmiş olmaktan dolayı en ufak bir rahatsızlık duymuyor, borç parayla ödünç refah yaşama alışkanlığımızdan vazgeçmek istemiyoruz.

Uluslararası Para Fonu (IMF), son yayınladığı Dünya Ekonomik Görünüm raporunda, Türkiye'nin 2018 ve 2019 büyüme tahminlerini revize etti. Revize lafı sizleri aldatmasın, değişikliğin boyutu, “IMF Uzmanı ve Çoban” fıkrasını haklı kılacak derecede aslında. Fon, 2018 için büyüme tahminini yüzde 4,2’den 3,5’e ve 2019 tahminini yüzde 4'den yüzde 0,4’e düşürürken, şu sıralar yüzde 6’ların üzerinde seyreden cari açığın gayrisafi yurt içi hasılaya oranının 2019’da yüzde 1,4’e gerileyeceği öngörüsünde bulunmuş. Bu öngörülerin, yaklaşık 3 hafta önce Yeni Ekonomi Programı adı altında yayınlanan Orta Vadeli Program’da (OVP) yer verilen hedeflerle uyuşmadığını ek bir bilgi olarak araya sıkıştırıp, bu revizyonun nedeni olan, büyüme ve cari açık arasındaki -bize has- “mazoşist” ilişkiye bir göz atalım.

Mazoşist ilişki derken kastettiğim şey, ekonomik büyümenin dış kaynağa yani borca bağımlılığı. 12 Eylül darbesiyle yaratılan baskı ortamında, Özal-Evren işbirliğiyle ulusun başına musallat edilen dış kaynağa bağımlı serbest piyasacılığın sonucu olarak, borç para bulup alabildiğimiz sürece büyüyor, borç parayla bağımlı büyümenin sonucu olarak cari açığımız arttığı, aldığımız borçları ödeyemez duruma geldiğimizde de krize giriyoruz.

Bir yandan, ekonomimiz krize girdi, büyüme düştü diye üzülürken, diğer yandan, Merkez Bankası tarafından geçtiğimiz Perşembe günü (11.10.2018) açıklanan cari denge verisinde olduğu gibi -ekonomideki daralmanın doğal sonucu olarak- cari fazla verdik diye “seviniyoruz”.

BORÇ PARAYLA REFAH YAŞAMA ALIŞKANLIĞI

Yıkıcı, yok edici bir sarmalın içinde aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyor, Einstein’ın burada tekrar etmeyeceğim meşhur sözünü hatırlatırcasına, yaşadıklarımızdan ders almaksızın aynı şeyleri yapmayı sürdürüyoruz. Hepimiz “ülkemizi çok seviyoruz” ama borç parayla aldığımız “lüks” araçlar ve rezidans ya da markalı konut adı altında satın aldığımız ucubeler, durmadan bozulan, bozuldukça tekrardan ihale edilen duble yollar, bir sökülüp bir yapılan pembe kaldırımlar karşılığında, sadece kendi geleceğimizi değil, ulusun geleceğini de ipotek etmiş olmaktan dolayı en ufak bir rahatsızlık duymuyor, borç parayla ödünç refah yaşama alışkanlığımızdan vazgeçmek istemiyoruz.

TL’nin rekor değer kaybıyla gündeme gelip, işsizlik ve hayat pahalılığı olarak çalışan kesimin sırtına yüklenen/yüklenmeye çalışılan kriz dahi, borç parayla büyüme savunucularını, bu sevdalarından geri adım attırmayı başaramamış durumda. Daha düne kadar, borç parayla gerçekleştirilen altyapı (yol, havaalanı, kaldırım, vb.) ve konut yatırımlarını büyük bir ekonomik mucize olarak değerlendirerek destekleyen piyasacılar, dün savundukları inşaat yatırımlarını, bugün yerden yere vuruyorlar.

Geçmişte mucize çözüm olarak devleti küçültmeyi, kamusal kaynakların özel şirketlerin emrine verilmesini, ulusal varlıkların haraç mezat satılmasını, kamu hizmet alanının daraltılarak, temel kamu hizmetlerinin dahi (eğitim, sağlık, vb.) yabancı şirketlerin kar alanı haline getirilmesini savunan piyasacı kesimin günümüzdeki mucize kurtuluş reçetesi ise “katma değerli” üretime yönelmek.

SERBEST PİYASACI REZALETİN FOYASI İYİCE ORTAYA ÇIKTI

Neoliberal, küreselleşmeci, borç parayla büyüme politikalarının yılmaz savunucusu piyasacıların en son geldikleri nokta bu. “Peki de, bu nasıl olacak?” dendiğinde ise çözümün son 40 yıldır yapılanı yapmaya devam etmek yani “yapısal reformları” sürdürmek olduğunu söylüyorlar. Serbest piyasacı rezaletin foyası iyiden iyiye ortaya çıktığı için olsa gerek, esas olarak ekonomik ve siyasi bağımlılığı kurumsallaştırmayı amaçlayan “yapısal reformları”, ulusal bağımsızlığın en büyük savunucusu Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen devrimlere benzeterek çekici kılmaya çalışıyorlar.

Katma değerli üretim konusu, yalnızca piyasacıların, patronların, hızlı ve kolay “çözüm” arayan politikacıların gündeminde değil doğal olarak. Geçtiğimiz cumartesi günü (6 Ekim 2018), 21. Yüzyıl Planlama Grubu ve Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (UMAG) tarafından düzenlenen toplantının konusu da “katma değerli üretim”di.

Söz konusu toplantıda, Büyüklere Masallar: “Yüksek Katma Değer” Fetişizmi… başlıklı oldukça kapsamlı bir sunuş yapan Dr. Oktay Küçükkiremitçi, sağcısıyla solcusuyla siyasiler ve TÜSİAD başta olmak üzere özel sektör temsilcisi kuruluşlarca da, krizden çıkış yolu olarak sıklıkla tekrar edilir hale gelen katma değerli ürün üretme söyleminin içeriği, geçerliliği ve ülkemiz gerçekleri ışığında gerçekleştirilebilirliği noktasında, piyasacı söylemle örtüşmeyen, oldukça farklı şeyler söyledi. 1980 öncesinden bu güne, ekonomide yaşanan değişimi gözler önüne serecek şekilde, ayrıntılı verilerle desteklediği sunumuna, “katma değerli üretimin” ne olduğu konusunda, herkes tarafından üzerinde anlaşılmış bir tanım olmadığını söyleyerek başladı.

Teknoloji, hammadde ve aramalı açısından dışa bağımlı bir ülkede yüksek katma değerli üretim yapmanın, her durumda yüksek kazanç sağlamak anlamına gelmeyeceğini ifade eden Küçükkiremitçi, eğer sağlıklı bir ekonomik gelişme hedefleniyorsa amacın “katma değeri yüksek ürünler” üretmek değil, üretimin her aşamasında -şu ya da bu ölçüde- katma değerin yaratıldığı bir "yurtiçi katma değer zinciri" oluşturmak olması gerektiğini söyledi. Serbest piyasacı olmak adına, her ölçekte planlamayı dışlayan, ihracata yönelik üretim yapmak adı altında dış kaynağa ve dış talebe bağımlı olarak şekillenen -büyüyen ya da krize giren- bir ekonomide, sağlıklı işleyecek bir “yurt içi katma değer zinciri” yaratılmasının zorluğuna/olanaksızlığına özellikle dikkat çekti. "Yurtiçi katma değer zinciri" oluşturmayı amaçlamayan bir katma değerli üretim söyleminin, söylendiği gibi ekonominin kurtuluşunu sağlayacak sihirli değnek işlevi göremeyeceğini, tam tersi olarak “bölüşüm” ilişkilerinde bozulmaya neden olacağını ifade etti. "Yurtiçi katma değer zinciri" oluşturan bir katma değerli üretim sürecinin ancak, planlamaya değer verilerek oluşturulabileceğine dikkat çekti. (*)

BİR KRİZDEN ÇIKIP DİĞERİNE GİRİYORUZ

Serbest piyasacılık adına planlı kalkınmadan vazgeçip, ulusun geleceğini yabancının parası ve özel sektörün keyfi yatırımlarıyla yönlendirme hastalığına yakalandığımız 1980 yılından bu yana bir krizden çıkıp diğerine giriyor, her kriz sonrasında ulusal ekonominin bir parçasını daha yabancılara teslim ederek krizden çıkmaya çalışıyoruz. Artık bu yolun çıkmaz olduğunu görmemiz, sorunun gerçek nedeni olan dışa bağımlılığı ve dışa bağımlılığı yaratan palansız keyfiliği, “yüksek katma değerli üretim”, vb. süslü söylemlerle sürdürmeye çalışmaktan vazgeçmemiz, bu yıkıcı sarmalın dışına çıkmanın sahici bir yolunu bulmamız gerekiyor.

Kişisel olarak bu sahici yolun, yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bu gün söylenenlerin ve tabii ki yapılanların tam tersini yapmaktan geçtiği, “yeniden planlama, yeniden kamu” demenin zamanının geldiği kanısında olsam da, serbest piyasacılık adına plansızlığın kutsanıp, keyfiliğin, yasaların etrafından dolaşarak “iş bitirmenin” övgüye değer bulunduğu geçtiğimiz 38 yılın, siyaset kurumunda, idari yapımızda ve en önemlisi etik değerlerimizde neden olduğu tahribata baktığımda çok da umutlu olamıyorum.

Ahmet Müfit

Odatv.com

(*) (Dr. Küçükkiremitçi’nin konuşmasıyla ilgili yukarıda aktardığım tespitler, söz konusu konuşmadan benim çıkardığım sonuçlardır. Söz konusu sunuşun tamamına, aşağıda sizlerle paylaştığım 21. Yüzyıl Planlama Grubu’nun internet adresinden ulaşmak mümkün. http://21inciyuzyilicinplanlama.org/6-ekim-2018-21-yuzyil-icin-planlama-2018-guz-konferanslari-1-buyuklere-masallar-yuksek-katma-deger-fetisizmi-dr-oktay-kucukkiremitci/)

ekonomi borç ulus refah ipotek arşiv