Seçim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi*

Elçin Demiröz yazdı

Tam 5 yıl önce...

80. yaşını kutladığımız anneannem, hediye yerine bizden sadece tek bir söz istedi. Merdiven inip çıkmasını uygun bulmadığı için seçim günü evde kalmasını tembihleyen doktoru dinlemeyecektik. Onu oy kullanmaya götürecektik.

FİLM GİBİ

Çıkan bir iç savaşta İskeçe’deki evlerinden sadece üzerindeki elbiseyle çıktığında19 yaşındadır anneannem. İstanbul’da bir akraba evinde kalırken eve misafir olarak gelen 15 yaş büyük dedemle tanışır. Mübadele yıllarında o da anneannem gibi onun yan köyünden çıkıp, Meriç nehrini yüzerek İstanbul’a gelmiştir. Kimi, kimsesi yoktur ve anneannem dünyası olur.

Birbirlerine olan sevgileri dışında hiçbir şeyi olmayan bu iki genç, Beşiktaş’ta eski bir evin merdiven altına yerleşirler. Yanlış anlaşılmasın, bu bir daire veya oda değil. Gerçekten merdivenin altında kalan küçücük bir alan. Anneannem, komşulardan izin alarak tek göz bir oda haline getirir orayı. Topladığı meyve sandıklarından sedir, yorgancıdan artan içlerden de yatak yapar. Aydınlıkta beton duvara bakan bir delik vardır, onu da imkanlarıyla büyütüp çıtalarla çevirir ve pencere haline getirir. Dantelden perdeler, el örgüsü örtülerle“yoktan var edilen” sıcak bir yuvadır artık.

Kap, kacağı, ocakta kaynayan bir tenceresi bile yoktur ayrıca. Her gün eşten dosttan ödünç aldığı kaplarla yemek pişirir, içi el vermez her akşam kapları geri götürdüğünde kendilerine ne yaptıysa onlara da ayırır. Ne de olsa eli lezzetli bir göçmen kızı. 6 yaşındayken yanında çalışmaya başladığı Dimitri Amca’dan öğrendiği kol böreğiyle ünü bütün mahalleye yayılır. Derken bu tek göz odada annem ve teyzem dünyaya gelir. Birlikte nice yaşlar, bayramlar, mutluluklar düşülür bu yılların hanesine... Mesela bayramda çocuklara kıyafet alacak para yok. Etekler, elbiseler, şapkalar, patikler örer onlara. Sonraki bayram hepsini söküp başka şeyler örer. Yıllarca aynı yünlerden onlarca farklı kıyafet olur. Ama önemli olan, hepsinin yeni ve ilk kez giyilecek olmasıdır.

O tek göz oda büyümese de hayaller her geçen gün büyür. Çıtayla çevrilen pencerenin baktığı beton, gri duvarda her gün bir film oynatır onlara.Nasıl mı? Projeksiyondan değil tabi. Hayalinden... “Yeşil kocaman bir bahçede koşan küçücük bir erkek çocuk, duydunuz mu şarkıyı, hadi biz de söyleyelim...” Her gün yeni bir film oynar, her filmle yeni bir umut yeşerir...

HAKLI OLMAK MI, MUTLU OLMAK MI

İşte böyle evde süren mutlu, en azından umutlu bir hayat... Oysa dışarıda, sokaklarda türlü zorluklar, endişeler, umutsuzluklar... Önce 60 darbesi, arkasından muhtıralar... Patlayan bombalar, taranan insanlar... Sonra yeniden darbe... Sokağa çıkma yasakları... Evlerinden, hayatlarından koparılan insanlar...

Hayatı boyunca 16 genel,11 yerel seçim ve 6 referandum gördü anneannem. Hepsinde aktif seçmendi ve hiçbirini kaçırmadı. Sayısız iktidar, muhalefet ve siyasi lidere şahit oldu. Kimilerini hiç sevmedi, istemedi. Hatta çoğunlukla hak ettiğini düşündükleri seçilmedi. Ama amaç haklı olmak mıydı? Tabi ki hayır. Mutlu da olmak gerekiyordu ve bunun da yolu rahat bir vicdandan geçiyordu.

KOY VERENLER OY VERENLERLE YARIŞIYOR

Vicdanın en önemli omurga olduğu yıllarda benim gibi çocuk olanlar, biraz da bilinçli olarak siyasetten, politikadan uzak tutulduk. “Biz yaşadık, siz yaşamayın” tadında başlayıp 80 sonrası kapitalizmle yoğrulan bir nesil olarak önce “yok” kelimesini kaybettik. Sonra da meselelerimizi... Her şeye fazlasıyla sahip, hatta sahip olduklarımızdan bile sıkılacak kadar doygunduk.Daldan dala atlanan bir anlam arayışının içinde tek önceliği “kendisi” olan insanlar kümesine dönüştük. Her yeni kuşak bir öncekinden daha kendi odaklıydı. Öbek, öbek asla topluluk olamayacak kadar bireysel bir küme. Neredeyse “etkinlik” gözüyle baktığımız seçimlerde, toplumsal olaylarda kesişti yollarımız. Ama her hayal kırıklığında küstü duygularımız. Çünkü biz mücadelenin içine doğsak da, mücadele sonrası bir iştahla tesis edilen konforun özneleri olarak büyümüştük. Her şey isteklerimize, seçimlerimize göreydi. Aksi olduğunda durup mücadele etmek yerine, adı “vazgeçmek” bile olsa yeni arayışlara girmeyi refleks edinmiştik. Kısaca bir şeyleri değiştirmek artık bir öncelik olmaktan çıktı. O sebeple de en az oy verenler kadar her kesimden, yaştan, taraftan ve siyasi altyapıdan hafife alınamayacak bir “koyverenler” grubu oluştu. Oy vermemek değil, neredeyse vermemenin kampanyaya dönüştüğü bugünlerde... Siyasiler de oyu kendilerine vermekten önce, sandığa gidilmesinin peşinde... Yani neredeyse yalvararak oy isteyecek duruma geldik, hatta sandığa gidene hediye verecek hale!

Seçim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi* - Resim : 1

PARTİYİ DEĞİL, VİCDANI SEÇMEK

Gelelim 5 yıl önce bugüne...

Doktoru değil anneannemi dinledik. Seçim sabahı erkenden telefonla aradı. “Beni götüreceksiniz, değil mi?” diye sordu. Nasıl heyecanlı sesi, adeta çocuk gibi...

- Tabi ki anneannem.

Gittik, kapıyı çaldık. Zile bastık. Yeniden bastık. Açan olmadı.

Tertemiz giyinmiş, baş örtüsünü örtmüş, avucunda oy pusulası...

Evet, ömrü o seçime yetmedi ama...

Asıl seçimin sandıkta değil de “vicdanda” olduğunu bir kez daha hatırlattı.

*Başlık, Murat Uyurkulak’ın “TOL” adlı romanının giriş cümlesi olan “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” den esinlenilmiştir.

Elçin Demiröz
Odatv.com

Elçin Demiröz arşiv