“SEÇİLMİŞ KRALLAR” DÖNEMİNDE HAK ARAMANIN YERİ OLABİLİR Mİ

Ankara Arena Spor Salonu’nda düzenlenen AKP milletvekili adaylarını tanıtım toplantısında konuşan Genel Başkan Sayın Recep Tayyip Erdoğan...

Ankara Arena Spor Salonu’nda düzenlenen AKP milletvekili adaylarını tanıtım toplantısında konuşan Genel Başkan Sayın Recep Tayyip Erdoğan, “Taksim’de bin kişiyi, iki bin kişiyi yürütmek, iki bin genci yürütmek problem değil. Onlar YGS sınavı karşısında tavır ortaya koyduklarını açıklarken biz de kalkarız onların karşısına beş bin, on bin tane genci koyarız. Ama biz gerilimden yana değiliz” demiş, bir anlamda hak arayan öğrencileri ve onları provoke ettiğine inandığı siyasetçileri tehdit etmiştir.

Kuşkusuz, Sayın Başbakan’a, kişilerin “tane”yle sayılamayacağını anımsatacak değiliz. Ancak bunun, çok kişi tarafından yapılan genel bir yanlış olduğunu belirtmekle yetineceğiz.

Sayın Başbakan’ın yukarıdaki söylemi, nedense bizde üç çağrışıma neden olmuştur. Bunlardan birincisi, basında “Kanlı Pazar” olarak adlandırılan 1969 gençlik olayıdır. 16 Şubat 1969’da, bir grup öğrenci Amerikan 6. Filosu’nu protesto etmek için Beyazıt meydanında toplanmıştı. Bu öğrencilerin karşısına, bir köşe yazarının kışkırtmasıyla “Milli Türk Talebe Birliği” ve “Komünizmle Mücadele Derneği”ne bağlı öğrenciler çıkarıldı. İki grubun çatışmasında kan aktı; iki kişi öldü, yüzlerce genç yaralandı.

İkinci olarak bu söylem, bizi Nazi İmparatorluğu’na götürmüş, kuruluş döneminde Alman gençlerinden oluşturulan özel güvenlik güçleri olan SA birliklerini, sonrasında onların yerini alan SS’leri anımsatmıştır. Çünkü bu özel güvenlik güçleri de siyasal iktidara karşı hakkını arayan ya da siyasal iktidarın boyunduruğu altına girmek istemeyen toplum katmanlarına karşı kullanılmıştır.

Bu söylem üzerine anımsadığımız üçüncü şey ise, gazeteci yazar Abdurrahman Dilipak’ın Cumhuriyet Mitinglerini kastederek söylediği, “biz istesek milyonlarca insanı sokağa dökeriz” anlamındaki sözü olmuştur.

Toplumun tüm katmanlarının, siyasal iktidarın Atatürkçü Cumhuriyeti dönüştürme amacı, buna uygun söylem ve eylemlerde bulunma ve bu amacı benimsemeyenleri, karşı çıkanları ötekileştirmesi sonucu bölündüğü bilinen ve yaşanan bir gerçektir. Toplum; imam hatipli olanlar, olmayanlar, içki içenler, içmeyenler, namaz kılanlar, kılmayanlar, eşi türbanlı olanlar, olmayanlar, bir tarikat ya da cemaate mensup olanlar, olmayanlar, Atatürkçü çağdaşlıktan ve aydınlanmacılıktan yana olanlar, olmayanlar, Sünni-Alevi, Türk-Kürt, laik-dinci, AKP’yi destekleyenler, desteklemeyenler, diye bölünmüş durumdadır. Kısaca toplum, ülkenin İslami kurallara göre yönetilmesini isteyenlerle, Atatürkçü, çağdaş, demokratik biçimde yönetilmesini isteyenler olarak bölünmüştür. Egemenlik, siyasal iktidarın 9 yıldır uyguladığı politikalar ve yaptığı hukuksal düzenlemeler nedeniyle birinciler lehine görünmektedir.

Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in daha Mayıs 2009’da yaptığı “Radikalizm ve Aşırıcılık Araştırması”, toplumun ne yönde geliştiğini, daha doğrusu gerilediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Araştırmaya göre yurttaşların % 62’si dini, yaşamındaki önem sıralamasında birinci basamağa koyarken, aynı oran laiklik için % 16’da kalmaktadır. Dünyayı anlamak için bilim yerine dini yol gösterici kabul edinenlerin oranı ise % 56’yı bulmaktadır.

Üstelik bu bölünmenin tarafları birbirine tahammülsüzlüğün, birini düşman görmenin sınırındadır. Aynı araştırmaya göre, toplumun geneli, “kızı şortla dolaşanı, içki içeni, oruç tutmayanı, dindeist ya da ateist olanı, Hıristiyan’ı, Yahudi’yi, nikahsız yaşayanı” komşu olarak kabul etmeme eğilimindedir. Ve ne yazık ki, en hoşgörüsüz kesimi 15-18 yaş grubu oluşturmaktadır. (Aktaran, Erbil Tuşalp, İslam İmparatorluğu, sy.388-399) Durum böyle iken, bir ülkenin başbakanının gençleri, tarafları birbiri üzerine kışkırtıcı söyleminin ne kadar doğru olduğunun iyi düşünülmesi gerekir.

Toplumun fiilen bölündüğünün bir tek siyasal iktidar farkında değildir. Uygulamalarını son hızla sürdürmektedir. Siyasal iktidar tarafından ele geçirilen kurumlarda sorun, kendi isterleri doğrultusunda, yani “daha İslami bir yapı” projesine uygun olarak çözülmüştür. Ele geçirilemeyen bir kısım yargı, medya ve kurumlarda ise, bu bölünme acı biçimde yaşanmaktadır.

Ekrana çıkan medya mensuplarının ve eğitim uzmanlarının çok açık, hatta yapanlarca da kabul edilen YGS’deki şifre konusunda bile anlaşamamaları, “ikna ve tatmin” sorunları yaşanması, Cumhurbaşkanı dahil siyasal iktidar yandaşlarının bir yanda, karşıtlarının diğer yanda yer alması ibret alınacak bir tablo oluşturmaktadır.

Yargıdaki bölünme daha vahim sonuçlar doğurmaktadır. HSYK’nın iktidarın denetiminde olmadığı dönemde haklı gerekçelerle aldığı kararlar bir bir ortadan kaldırılmaktadır. Adalet Bakanlığı ile işbirliği içinde yazdığı Şemdinli iddianamesi nedeniyle, “meslek ilkelerine aykırı olarak siyasi ve taraflı davrandığı” (Mehmet Türker, Sözcü, 17.04.2011) gibi önemli bir nedenle meslekten uzaklaştırılan Şemdinli savcısının mesleğe dönmesi kabul edilmiştir. Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı’nın makamını basıp, Başsavcıyı yaka paça gözaltına alan Erzurum özel yetkili savcısının, kötüye kullandığı için yetkisini kaldıran önceki dönem HSYK kararı ortadan kaldırılmış, söz konusu savcının yetkisi iade edilmiştir. Bu uygulama YÖK’te de yapılmış; bilirkişi raporuna dayanılarak intihal yaptığı saptanıp profesörlük unvanı elinden alınan kişiye unvanı ve itibarı bir kararla iade edilmiştir.

Yargıda bölünmenin en tipik örneği Silivri-Habur mahkemelerinde yaşanmıştır. İkisinde de hukuk ayaklar altına alınmıştır. Ama, Silivri’de hukuk sanık aleyhine hiçe sayılırken, Habur’da, hukukun terörist lehine işlemesine göz yumulmuştur.

Yargıdaki bölünme kuşkusuz bundan ibaret değildir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, alt mahkemeler, Yargıtay’ın aldığı kararları yok sayarak Yargıtay’dan dosya kaçırmakta, dosyaların birleştirilip davanın Yargıtay yerine özel yetkili mahkemelerde görülmesinde ısrarlı olmaktadırlar.

HSYK tarafından özel yetkili ya da önemli yargı yerlerine atanan ya da Yargıtay ve Danıştay’a seçilen üyelerde tek nitelik aranmaktadır: AKP’nin dünya görüşüne biat etmek ve bu görüş çerçevesinde karar vereceği güvencesini vermek. Yani, hakka, hukuka, adalete, vicdana göre değil, AKP isterlerine göre karar verecek yargıçlar ödüllendirilirken, “ötekiler” ceza gibi uygulamayla karşı karşıya bırakılmaktadırlar.

Yargıdaki bölünme çok açık ve vahim olarak kamuoyunca da yakından izlenmektedir. Ergenekon davasında, “kanıtlar toplandı, sanıkların kaçma olasılığı, kanıtların karartılması olasılığı yok, dolayısıyla tutukluların bırakılması gerekir” gerekçesine karşın ve haklı bir hukuksal yaklaşım olmadan insanlar özgürlüklerinden yoksun bırakılmaktadırlar.

Balyoz davasındaki tutukluluk durumunun kaldırılması istemine verilen kararlardaki çelişki ise hukuk adına çok daha üzücüdür. Mahkeme başkanının sorduğu ve yanıt bulamadığı haklı ve hukuksal sorulara karşın tutukluların istemleri reddedilmektedir. Üstelik, AKP yargısı etkinliğini göstermekte, mahalle baskısı uygulayarak iktidarın isteğinin tersine tahliye kararı veren Mahkeme Başkanı yıllık izne çıkmak zorunda bırakılmaktadır. Tıpkı daha önce, tutuklama kararı vermeyen ya da tahliye kararı veren yargıçların yeni HSYK tarafından başka göreve atanıp, Ergenekon ve Balyoz gibi siyasal nitelikli olduğu açıkça ortaya konulan davalardan alınması gibi.

Bu arada Yüksek Seçim Kurulu’nun, bağımsız adaylar konusundaki yasal kararını, baskılar karşısında siyasal iktidarın isterlerine uygun biçimde değiştirmesi; bu şamada BDP ileri gelenlerinin “dağa çıkmak”, “savaş” gibi sözleri; yandaşlarının alenen “kalkışma” içinde olmaları unutulmamalıdır.

Sayın Başbakan’ın söylemi tam da bu yaşananların üstüne gelmiştir ve bölünmenin siyasal iktidar eliyle yapıldığının açık itirafıdır. Bir başbakan Ergenekon davasının “savcısı olduğunu” (Cüneyt Arcayürek, Cumhuriyet, 19.04.2011), 5-10 bin genci, hakkını arayan gençlerin karşısına çıkarabileceğini söylerse, bu, toplumun “bizden-öteki” bölünmesine uğradığını göstermez mi? Eşi türbanlı olmak, Cuma namazına gitmek, içki içmemek, imam hatipli olmak, tarikat ve cemaat mensubu olmak tüm kamusal işlemlerde tek ölçüt olursa toplumun neden bölündüğü anlaşılmaz mı?

Sayın Başbakan’ın söylemi, aynı zamanda kendi gençliğinin “emir-komuta” zinciri içinde hareket ettiğini göstermesi yönünden dikkat çekicidir. Anlaşıldığı kadarıyla dinci gençlik harekete geçmek için buyruk beklemektedir. Bu şaşırtıcı da değildir; çünkü biat kültürünün önemli özelliklerinden biridir. İnsan kendine, “Acaba ‘ustalık’ dönemi bunu da mı getirecek?” diye sormadan edemiyor. Yani acaba gelecek günler gençliğin AKP ideolojisi, yani Atatürkçü Cumhuriyeti İslami Federal Cumhuriyete dönüştürme yolunda kullanılmasına mı gebe?

Son olarak “Sayın Başbakan’ın sözleri, karşıtlar tutuklandı, korkutuldu, sindirildi; Korku İmparatorluğu’nda sıra acaba hakkını arayanlara mı geldi?” sorusunun sorulmasına neden oluyor. Öyle ya, tek adam yönetiminde, bir başka söyleyişle “seçilmiş krallar” döneminde hak aramanın yeri olabilir mi? Temel hak ve özgürlükler ancak lütfedildiği ölçüde ve o sınırlar içinde kullanılabilir. Bunun da adına demokrasi değil, otoriter ve totaliter yönetim dendiği unutulmamalıdır.

Bülent Serim

Odatv.com

Tayyip Erdoğan seçilmiş krallık arşiv