“Saraylı” eşrafının TV kanalındaki kadın şiddeti görmezden geliniyor

Nurzen Amuran sordu, RTÜK Üyesi İlhan Taşcı yanıtladı...

Nurzen Amuran: Sayın Taşcı, bu hafta sizinle yapacağımız söyleşi de seçim öncesi yazılı ve görsel medyanın durumunu değerlendireceğiz hem de üyesi olduğunuz RTÜK’ün aldığı kararlarla kuruluş amacındaki kuralların ne derece örtüştüğünü analiz edeceğiz. Uzun yıllar gazetecilik yaptınız, araştırmalarınızı birikiminizi kitaplarınızla geleceğe aktardınız. Bu nedenle son günlerdeki basının durumunu, deneyimli bir gazeteci olarak nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek istiyoruz.

Sözgelimi haftalardır yandaş medya gerek haberleriyle hem de çağırdığı konuklarıyla Mansur Yavaş aleyhine yanıltıcı haberlerle yorum yapıyor. Hukuki sonuçlarını bir tarafta bırakarak soruyorum: Demokrasiyle bağdaşır bir görüntü müdür bu durum, son yıllarda hele seçim öncesi bir süreçte medyadan beklediğimiz tarafsızlık ilkesine ne oldu, medyanın inandırıcılığı nasıl yitirildi?

İlhan Taşcı: Tek tümceyle; mesleğim adına çok üzgünüm! Buraya da bir günde gelinmedi, bile isteye, tasarlanarak gelindi. 24 Haziran seçimi döneminde medyanın tutumu, yayıncılık anlayışı eleştirildi. Seçime katılan, Cumhurbaşkanı adayı çıkartan partilere eşit ve adil biçimde yaklaşılmadı. Öyle ki, 80 milyon yurttaştan yapılan kesintilerle yayıncılık yaşamını sürdürebilen TRT, iktidar partisinin sözcülüğünü; hatta AKP’nin PR şirketi gibi hareket etti. Tarafsız yayıncılığın medyada yitirilmesi nedeniyle adil bir seçim ortamı sağlanamadı. Ardından medyada şirketler “zorunlu olarak” el değiştirdi, hem de kamu bankalarının yurttaşlara göstermediği ayrıcalıklarla. Bir sonraki aşamada ise, başkanlık sistemi olarak nitelendirilen tek adamlık sistemine geçişle birlikte medyada da yayın politikalarında sert geçişler ve kırılmalar başladı. Öyle ki, talimatlar iletilmeye başlandı kimlerin ekranlara çıkartılıp, çıkartılmayacağı konusunda. Habercilikte öyle bir daralma yaşandı ki, bültenleri doldurabilmek için televizyoncular hangi haberleri vereceklerini şaşırdılar. Mesela obruğa düşen tilkinin kurtarılışı saatlerce canlı yayınlanabildi!

Yerel seçimler nedeniyle ekranlara baktığımızda tam anlamıyla iktidar partisinin propagandasının geçit törenlerini izliyoruz. Siyasi partilerin liderlerine göstermelik 3-5 dakikalık zaman ayrılırken, bir bakıyorsunuz memleketin en ücra köşesindeki iktidar partisi mensubu ilçe belediye başkan adayıyla saatlerce canlı yayın yapılıyor. Mansur Yavaş olayında olduğu gibi iktidar tarafından dile getirilen iddialar tüm haber kanallarında canlı verilirken, bu iddialara ilişkin cevap hakkı kullandırılmıyor. Suçlayanlar tüm televizyon kanallarını kullanarak hepler, iddialara yanıt vermeye çalışanlar hep tekler. Bu seçim sürecindeki yayıncılık, medyanın tutumu doğrusunu isterseniz 24 Haziran’a bile rahmet okutacak türden. Oysa daha 8 ay önce o dönemdeki yayıncılığı eleştiriyorduk. Şimdi ise bugün o günü aratıyor. Birikimleriyle, ürettikleriyle bu ülkeye katkılar sunmuş kalemler bir bir kenara itiliyor, kalemleri kırılıyor. Her geçen gün bir önceki günü aratıyor medyada. Bu dönemde yapılanların adı artık gazetecilik değil, bunun adını koymamız gerekiyor; topluma dayatılan, kanıksatılmaya çalışılan medya eliyle bir partinin propaganda dönemi. Haliyle de bu geleceğe dönük kaygıları arttırıyor.

Bu mesleği yapabilmek adına var güçleriyle hem güç odaklarına karşı, hem de “gazeteci” kimliği taşıyıp gazetecilik yapmamaları için baskı uygulayan yöneticilerine karşı savaşımını sürdüren genç kalemlerin yeri ise bende apayrı. Geçen günlerde katıldığım bir toplantıda bir gazeteci kendisi “havuz medyasında çalışan” kişi olarak tanıttı. Düşünebiliyor musunuz, öylesine kanıksanmış ki tarafgirlik, taraf tutmak, bunu bir kartvizit olarak sunuyor.

Şu anda popülizme, hırsa, ihtirasa yüz vermeden evrensel ölçütlerde gazetecilik yapmaya çalışanlar ve bu yönde üretimde bulunanlar bir yana, Türkiye’de gazetecilik yapılabilecek ortam kalmadı. Doğrusunu isterseniz yapmak isteyen de yok, onların yaptığı da pazarlamacılık… Basının özgürlüğünü yitirmesinin de ötesinde varlığını kaybettiği bir ortamda demokrasi de her geçen gün kan kaybediyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından hazırlanan Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi sıralamasında Türkiye 180 ülke içerisinde 2002 yılında 99. sıradayken 2018 itibariyle 157. sıraya gerilemiştir.

Dünyada da olduğu gibi gazeteciliğin temeli, alanlarında uzmanlaşmış muhabirlerdir. Bugün Türkiye’de medya sektörü her geçen gün çalışanlarına kıyıyor. Altında yatan en önemli neden artık uzman gazeteciye gereksinim duyulmaması. Çünkü “gazeteciler” haberin peşine düşmüyor, düşen de pek makbul sayılmıyor. Toplum, hakikate, bilgiye ulaşması gerekirken, bunlar yerine kendilerine ekranlarda ne söyleyecekleri, gazetelerde ne yazacakları ellerine tutuşturulanların metinlerini dinleyip, okuyor.

Hitler’in propaganda Bakanı Goebbels’in “Gazeteciler bir piyanonun tuşları gibi olmalı, biz o tuşa bastığımızda istediğimiz sesi çıkarabilmeliyiz” dediği gibi iktidarın istemediği hiçbir sesi “gazetecilerden” duymuyoruz. Olur da o tuşlardan birisinden farklı ses gelirse zaten onu da hemen piyanodan çıkarıveriyorlar.

Amuran: Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir TV programından sonra yaşadığım gerilim uzun süre devam etti. Ayırımcı ayrıştırıcı siyasi propagandaların medyada yer bulması izleyiciye ne fayda sağlar. Medyanın görevi insanları haberli kılmak, bilgilendirmek bilgisine bilgi katmak değil midir, medyanın siyasetin emrine girmesinin riskleri, bir başka “BEKA” sorunu değil midir?

Taşcı: Bugün siyasi iktidar siyaset stratejisini ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı söylem üzerine inşa ediyor. Gazeteci, yazar George Orwell, “Gazetecilik birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır, gerisi halkla ilişkilerdir” diyor. Gazetecilerin halkla ilişkiler gibi hele hele siyasilerin halkla ilişkilerini yürütmek gibi bir misyonu olamaz, olmamalı. Ama tüm bunlar ideal olan. Gerçek ise; PR ve halkla ilişkileri için “Hangimiz en çok ve daha iyi yaptık?” yarışına tutuştuğu dönemi yaşıyor Türkiye. Tıpkı Titanik batarken orkestranın susmaması gibi, medya bütün alanlarıyla batıyor, derin sulara doğru gömülürken, kemancılar hala çalmaya devam ediyor! Toplum, insanların bilgilendirilmediği, yurttaşların doğru habere ulaşmadığı bir ortamda çok ciddi sorunlara gebe kalacaktır. Medya her zaman siyasetle iç içeydi ama ilk kez doğrudan doğruya siyasetten emir almadan, talimatı duymadan harekete geçemeyen, haberi veremeyen bir anlayışla karşı karşıya kalıyoruz. Öyle ki, televizyonlarda alt yazıları bile o yayıncıların KJ sorumluları editörleri belirleyemiyor daha ne olsun! Şu anda ekranlarda nezaketten, ferasetten, zarafetten uzak, nobranlık yarışına tutuşulmuş bir hal var ki, toplumun ayrıştırılması bakımından en az ülkenin bekası kadar önemli bir konu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir yayında tek işi karşısındakine soru sormak ve kamuoyunu bilgilendirmek olan kişi Genel Başkanın siyasi seçim hedeflerine kahkahalarla gülerek tepki veriyorsa, gazetecilik için gözyaşı döküp yas tutmaya başlanabilir!

Birlik ve beraberlik içerisinde özgürlüklerini yaşayamayan ülkelerin beka sorunu çok daha yüksek ve gerçekçidir. Haliyle bu soruna karşı yapılabilecek en doğru adım, ayrışmayı derinleştirmek yerine birliği sağlayabilecek adımlar ve yayıncılık anlayışını da hakim kılmaktır. Medya toplumun tüm seslerini yayamazsa, karşı karşıya kaldığı duruma ilişkin düşünceleri yayamaz ise ortak akıl, ortak duruş sağlanamaz. Medyanın bir görevi de farklılığı topluma yaymasıdır. Ama yayamıyor, yaydırılmıyor. Yaymazsa asıl beka sorunu başlar. Medyanın bir başka görevi ise denetim. Denge ve denetim mekanizması kritik; keyfiyete dayanmayan, kamu yararını esas alan anlayışla meselelere yaklaşılmalı. Tamamen denetim dışı olursa, sorgulanamaz, doğru ya da yanlış tartışılamaz. Örneğin Suriye politikası nedeniyle 4 milyon Suriyeliyi Türkiye ağırlıyor, sınır ötesinde şehitler veriyoruz, Türkiye’ye ekonomik yükü ise artık iktidarı bile rahatsız ediyor. Vaktiyle medya aracılığıyla yanlışlar dillendirilebilmiş olsaydı, baskı oluşturulsaydı ve “hatalardan” dönülebilseydi tüm bunlar yaşanmayacaktı. Medya toplum adına denetim rolünü yitirince, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyemeyince asıl sorunlarla karşılaşılmaya başlandı. Oysa medya yanlışa yanlış demek için var ama kendisi düşmüş bir yanlışa…

GAZETECİLER AYNI ZAMANDA ÇAĞININ TANIĞIDIR

Amuran: Bir açıklamanızda, “toplumun farklı kesimlerinin seslerini duyuramaması nedeniyle Türkiye medyası düşünsel çölleşme dönemini yaşamaktadır” demiştiniz. Bunun yansıması olarak izleyici de o çölleşmeden payını almaktadır. Sizin de bir başka konuşmanızda belirttiğiniz gibi gazetecilerin bir geçmişi olmalı. Tümüyle katılıyorum. Herkesin bildiği gazetecilikle ilgili bir hikâyeleri olmalı. Oysa ekranlara baktığınız zaman gazeteci olarak tanıtılan bazı konukları ilk kez görüyorsunuz ve kim bu diye soruyorsunuz. Gerçekten kim bunlar? Belirli odaklarca gazeteci olarak mı atanmışlar, gazetecilik bu kadar sıradanlaşan bir meslek mi oldu?

Taşcı: Acaba gazetecilik kaldı mı? Siz bakmayın ekranlardakilerin pek çoğunun unvanlarının gazeteci olduğuna. Gazetecilik öyle unvan yazılarak olacak olsaydı insanlık tarihi başka türlü yazılırdı. Hatırdan hiç çıkarmamalı gazeteciler aynı zamanda çağının tanığıdır, elbette bu tanıklıklar belgeye, kitaba da dönüşecektir. O zaman kimlerin hangi görevlerle, kimler tarafından nasıl ve neyin karşılığında ekran yüzü yapıldığı da anlaşılacaktır. Sizin sözünü ettiğiniz profildekiler hangi gerçeği ortaya çıkarmışlar, hangi güç odağına toplum yararı için direnebilmişler ya da hangi düşünsel savaşımı vermişler? Pek çoğunun bir misyonu, temsil ettiği bir anlayışı ve yeni unvanlar elde edebilmek, siyasi ikbale erebilmek adına ekranlarda canhıraş çırpınışları var; hepsi bu kadar! Her dönem bunlardan olmuştur ama bu dönem biraz fazla oldu!

“Acil durumlarda ulaşılacak kişiler” gibi yayın kuruluşlarının dışında siyasetin içinde yer alan ekran ve gazete “komiserlerince” hazırlanmış kişiler fihristi var. Hangi konularda kimlerden görüş alınacak, hangi kanallarda kimler yer alacağını içeren kılavuz… Dikkat ederseniz kimi program konukları “set” halinde kanalları geziyorlar.

Özellikle televizyon yayınlarına baktığımızda, araya bir iki “farklı” düşünüyormuş gibi görünenler serpiştirilerek –ki bunlar dönem dönem değiştirilir- tek seslilik durumu çoklu kişilerle meşrulaştırılmaya çalışıyor. Ekran komiserleri için kritik olan çıkanların ne söylediğinden çok ekranlarda “ne söylemeyeceğini” bilenlerdir, onları tercih ediyorlar. Farklı kişiler, farklı tümcelerle aynı düşünceleri sabah akşam savunuyor. Öyle ki bazı program katılımcıları bir ekranda programa katılıyor o bitince bir başka ekrandaki programa geçiyor! Düşüncelerini değiştirmeseler bile aynı günde arka arkaya katıldıkları programda farklılık yaratabilmek için belki kravatlarını değiştirebilirler

Amuran: Şimdi de üyesi olduğunuz RTÜK’ün sorumluluğunu ele alalım. RTÜK’ün denetleyici ve düzenleyici bir görevi var. Ancak uygulamada sadece denetleme görevi üstlenmiş bir kurum izlemini veriyor. Hatta siyasi iktidara bağlı bir kurum görünümünde. Oysa yasada çok geniş yetkileri olan bağımsız bir kurum değil mi, neden var olan yetkilerini özgürce kullanamıyor?

Taşcı: Anayasa uyarınca, RTÜK özerk ve bağımsız! Ancak üyeleri bağımsız değil! Dünyada da benzeri oluşumlar var, olmalı da. Medya alanının sınırsız özgürlük alanı olmadığı düşüncesinden hareketle denetlemeye tamam ama nasıl bir denetim. Objektif ölçütler ve ilkelerle yapıldığı zaman denetimin bir anlamı olacak, diğer türlü Demokles’in kılıcı gibi yayıncıların üzerinde sallandırılıp duruyor. Bir de düzenleyici misyonu var ki en zorlusu bu, onun için de bu alan hep görmezden geliniyor ya da bu alana girilmemeye çalışıyor. Çünkü oldukça zahmetli, zorlu, direnç noktalarıyla karşılaşma olasılığı yüksek, hiç olmadı siyasilerin ayağına basarsınız…

Veriyorsunuz denetimle cezasını mesele kapanıyor ama gerçekten kapanıyor mu kesinlikle medya düzenlenmediği sürece kiri pası halının altına süpürüyorsunuz. Üzülerek ifade edeyim artık kir pası kaldıracak büyüklükte ne bir halı ne de bu medya kokuşmuşluğunun kokusunu bastıracak bir rahiya var.

Düzenleyici yetki hukuka uygun biçimde kullanılmış olsa medyadaki sahiplik yapısı da oturtulmuş, yayıncılık kalitelisi de belli bir düzeye çıkarılmış olacak.

Dizilerin yayın sürelerine baktığımızda 2 saatin üzerinde haftalık bölümler yayınlanıyor. Bir hafta içerisinde senaryoların yazılması, bunların çekimi neredeyse insanüstü bir çabayla gerçekleştiriliyor ki set çalışanlarının insan haklarına aykırı çalışma koşullarına hiç girmiyorum… Sonuçta içerik açısından kalitesiz, zaman doldurma odaklı, gerçekçi olmayan diyaloglar çıkıyor karşımıza. Üst Kurul bu konularda sektörün önünde düzenleyici rol üstlenebilir. Özellikle kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri konusunda daha duyarlı olması gereken RTÜK, neredeyse her bölümünde kadın şiddetini izleyiciye sonuna kadar izleten, parmakların kırıldığı, kemerle kadının dövüldüğü dizileri yalnızca izliyor. Neden, çünkü bu diziyi yayınlayan televizyon kanalı “saraylı” eşrafından sayılıyor.

Rahmetli İlhan Selçuk, “Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar!” derdi. Kurumlar için de bence bu geçerli. Sizin özgül ağırlığınızı, algılanışını ve konumlandırılmanızı belirleyecek olan tutumunuzdur; söylemleriniz değil eylemlerinizdir. Yayıncılardan “neden bu cezayı verdiniz”den daha çok “bize veriyorsunuz onları görmüyorsunuz” yakınmasını duydum. “Siz” kim, “onlar” kim! Siyasilerin kullandığı ötekileştirişi dil, medyayı da etkisi altına almış. Bunu söyleyenler haksız mı? Sonuna kadar haklılar. Eğer siz Üst Kurul olarak ısrarla tüm radarlarınızı belli yayın kuruluşlarına odaklarsanız, onun dışındaki yapılan tüm haksızlıkları, hukuksuzlukları, adaletsizlikleri, hakaretleri ve küfürleri hiçe sayarsanız kimse kusura bakmasın böyle bir Üst Kurulu kimse ciddiye almaz. Yapılması gereken, önce denetimde adaleti sağlamak... Yani yayıncıların mahallelerine göre dosyalara bakılıp yaptırım uygulanması anlayışından acilen vazgeçilmelidir. Dosyalar kurul gündemine geldiğinde, öznesinden bağımsız olarak yasaların belirlediği çerçevede, üyelerin de vicdanlarıyla kanaatlerini oluşturduğu bir ortam sağlanmalıdır. Denetimde adalet sağlandıktan sonra cezada adaleti sağlamak daha kolay… RTÜK’te yaşanan temel sorun denetimde adaletsizlik. İhsası reyde bulunmamak adına yayıncı ismi söylemeyim ama benim görev süremde -1.5 yıl oldu- hakkında daha bir tane rapor hazırlanıp Üst Kurul gündemine getirilmemiş, Üst Kurul gündemine hiç gelmeyen yayıncı var; mevzuata aykırı biçimde yayın yapmasına karşın. Ama öbür taraftan da sanırsınız para verip bize abone olmuş gibi neredeyse her Üst Kurul toplantısına raporu gelen yayıncı var.

Tüm bunların altında yatan ise RTÜK yönetiminin inisiyatif alamaması; kendisine yol gösterici olarak anayasa ve mevzuat yerine siyasi güç odaklarını, sarayı benimsemesi…

ÜST KURUL GELİRLERİNDEKİ DÜŞÜŞLE BİRLİKTE BU YIL MALİ ÖZERKLİĞİNİ YİTİRDİ

Amuran: Size RTÜK’e özgürce hareket etme olanağını sadece yasa vermiyor. Anayasamızın ilgili maddeleri ve AİHM’nin aldığı kararlar da yol gösterici. AİHM’nin düşünce ve ifade özgürlüğünü dile getiren çok önemli kararları da var. Bu durumda Kurul üyelerinin hukuki güvencesi sağlam. O zaman siyasi güvence ne için isteniyor?

Taşcı: Aslında siyasi güvence istenmiyor, siyasiler RTÜK üzerinden tüm medyayı denetlemek, Üst Kurulu yayıncılara karşı ayar sopası olarak kullanmak istiyor. Yer yer de kullanıyor. Kurumsal olarak bir özerklikten bahsedeceksek hukuki, idari ve mali özerkliğin bir arada bulunması gerekir. Üst Kurul gelirlerindeki düşüşle birlikte bu yıl mali özerkliğini yitirdi. Hukuki ve idari özerklik meselesinde ise Türkiye’nin şu anki yönetsel yapısından bir farkı yok. Nasıl ki, iktidar sahipleri dışında hiç kimse yargının bağımsız olduğunu söyleyemiyorsa, RTÜK de bu durumdan azade değil.

Amuran: Norveç Arktik Üniversitesinden Türk asıllı bir öğretim Üyesi, “Öyle ya da böyle medya kurumları öz denetim organlarıyla, meslek örgütleriyle zaten denetimlerini sağlayabilirler. RTÜK günümüzün kişiselleştirilmiş medya deneyimleri dünyasında tarihi geçmiş anlamsız bir kurum” diyor. Oysa gelişmiş demokrasilere benzer kurumlar var. RTÜK’ün asıl görevini yapabilmesi için neye ihtiyacı var sadece bir zihniyet değişikliğine mi yoksa yeni yasal düzenlemelere mi?

Taşcı: Kurul için anlamsız demek bugüne kadar ki uygulamalarından kaynaklanıyor. Oysa Üst Kurul’un denetim alanında tüm yayıncılara öznesine bakmaksızın objektif ölçütlerle yaklaşması, düzenleme alanında ise atacağı adımlarla yayıncıların da dünyada gelişen teknolojiler ışığında diğer ülke yayıncılarıyla aynı seviyede habercilik yapabileceği ve içerik üretebileceği bir zemini hazırlamasını tartışmalıyız. Bunun için de öncelikle ne yasa değişikliğine ne yönetmeliğe gereksinim var. Yalnızca RTÜK’ün düşünsel anlamda “özgürleşmeye” gereksinimi var. Siyasilerin yönlendirmesinden, etkisinden kurtulduğu anda gerisi kendiliğinden gelecektir. Üst Kurul, gündemindeki dosyaları daha özgürlükçü bir anlayışla ele aldığı anda ilerleyen aşamalarda ilk aşamada yayıncılar, ardından izleyiciler, sonraki aşamada da bireylerden topluma doğru dönüşüm gerçekleşecektir. Yoksa kadınla erkek bir araya geldi ceza verilsin, kadının sırtı görüldü cezalandırılsın, müzik klipleriyle yabancı şarkı sözlerine yaptırım uygulansın, dizideki köpeğin ismi nedeniyle ceza kesilsin anlayışıyla bir değişimin, dönüşümün sağlanması olanaklı değildir.

Amuran: "Ülkenin manevi değerlerine ve ahlaki düzenine yönelik yanlışların önüne geçilmesi gerekçesi” siyasi iktidarın yaygın dayanak noktası. özellikle ulusal değerlerimize saygınlık önemli. Atatürk’e yönelik sövgüler, Cumhuriyet tarihimize yönelik saptırılmış eleştiriler, her zaman gereken tepkiyi bulamıyor. RTÜK de bu konuda denetimlerinde etkin olamıyor. Denetimlerde ki sınırlamalarda ölçüleriniz nedir?

Taşcı: Etkin olamamak demeyelim, bu bir tercih! İstenirse yasanın izin verdiği ölçüde her türlü denetimi yapabilme yeteneği vardır. Ama istenmiyor, kimi zaman da ağırdan alınıyor. Özellikle Atatürk’e, Cumhuriyet’e, muhalefete, CHP’nin tüzel kişiliğine, Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na ya da kimi zaman AKP’li siyasetçilerin hedef gösterdiği aydın ve sanatçılara yönelik ağır hakaret hatta ve hatta küfre varan söylemler konusunda RTÜK yönetimi ayak sürüyor. Sizin az önce söylediğiniz ifade özgürlüğüne dair evrensel kavramlardan sınırsızca yararlandırılıyor bu tip yayınlar. Örneğin CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker’e yönelik bir televizyon ekranında canlı yayın sırasında sunucu açıktan “pezevenk” diyor ve Üst Kurul gündemine aylardır bu dosya alınmıyorsa, buna etkin olmuyor diyemeyiz, en hafif deyimiyle bu dosyanın görüşülmesini tercih etmiyor deriz.

Aynı eylem ve söylemlerin başka kanallarda olması halinde lisanslarının iptaline varana kadar ağır yaptırımlar yoluna gidecek olan RTÜK, belli konularda maalesef ayak sürüyüp zaman kazanmaya çalışıyor. Şu anda Üst Kurul gündemine alınmak üzere ilgili dairelerince hazırlanmış çok sayıda uzman raporları var ancak hiçbiri gündeme alınmıyor. Yasa uyarınca Üst Kurul’un gündemini belirleme yetkisi RTÜK Başkanına ait. Ancak neredeyse 2 yıldır bekletilen raporlar var dairelerde. Eğer istenirse bunlar gündeme alınır ve birkaç Üst Kurul toplantısında hepsi karara bağlanır. Sonuçta ceza verilir ya da verilmez bu Üst Kurul’da oluşacak iradeye bağlı, ancak gündeme alınıp görüşülmeleri bir zarurettir. Bunu ben söylemiyorum, kanun bunu emrediyor. RTÜK’ün en büyük sorunu, “havuz problemi.” Bu problemi çözemedikçe medya üzerinde etkinliğini, saygınlığını ve özgül ağırlığını da kazanamayacak.

Amuran: Seçimler süresince YSK sorumlu. Sizce YSK’nın, tarafsız bir kurum olarak bu denetimi yapma hakkı yok mu?

Taşcı: OHAL ile hiçbir ilgisi olmamasına rağmen kış lastiği zorunluluğunu getiren KHK’de yapılan değişiklikle birlikte seçim dönemlerinde yapılan yayınların YSK tarafından denetimini sağlayan yasa maddesi yürürlükten kaldırıldı.

Oysa YSK 1 Kasım 2015 seçimlerinde bile 58 kararı ile “Uyarı”, 112 kararı ile yüzlerce defa “Yayın Durdurma” yaptırımı uyguladı. Seçim bitip AKP iktidarını koruduktan sonra, havuz medyasında başlatılan “YSK seçim dönemlerinde yayınları denetlemesin” kampanyası 15 Temmuz Darbesi ve sonrasında gelişen siyasi iklimde karşılığını buldu ve seçim dönemi yayınlarının denetimine ilişkin ceza sistemi bir günde ortadan kaldırıldı ve yerine yeni bir düzenleme de getirilmedi.

Böylece seçim döneminde eşit, adil yayıncılık yapılmaması yani “suçu” yürürlükte kaldı, bu suçlara ilişkin yaptırım ise ortadan kaldırıldı.

Bugün geçmiş yıllardaki aynı ilkeler ışığında RTÜK seçim dönemi içerisinde yayınları izleyip raporluyor –ki bu raporların esasına girmeyim çünkü onlar bile düzgün hazırlanmıyor- ancak YSK bu raporlara ilişkin bir ceza uygulamadan arşivlerinin tozlu raflarına kaldırıyor. İşte bu cezasızlık düzeninden cesaret alan havuz medyası ve yurttaşlardan yapılan kesintilerle kamu yayıncılığı yapması beklenen TRT kanalları pervasız bir şekilde tarafgir, seçim dönemi yayınlarının adil ve eşit olması ilkesine aykırı şekilde yalnızca iktidar partisinin yayın organı, PR şirketi gibi propaganda içerikli yayınlar yapıyor.

KORKARAK KAZANILABİLECEK HİÇBİR HAK YOKTUR

Amuran: RTÜK’deki denetimlerde de siyasetin gölgesinde kararlar veriliyor. FOX TV ve HALK TV’ye verilen ceza uzun süre unutulmayacak. Siz bir şerh koyarak o karara katılmadınız. Bu kararda sizi en fazla rahatsız eden ne oldu?

Taşcı: Nurzen Hanım, sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; şunu görmemiz lazım; bu cezalar yalnızca FOX ve Halk TV’ye verilmedi; onlar üzerinden diğer yayıncılara da gözdağı verildi! Ama maalesef yayıncılar da korkarak, haklarını aramayarak, seslerini duyurmayarak bu amaca bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyorlar. Korkarak kazanılabilecek hiçbir hak yoktur! FOX TV kararına karşı çıkmamın altında yatan en önemli neden basın özgürlüğü! Bu özgürlüğe halel geldiği andan itibaren demokratik ortamdan ve ülkeden söz edemeyiz. Benim karşı çıkışımdaki en temel hareket noktam buydu. Hatta bir internet sitesinin benim bu konudaki karşı oy yazımı “RTÜK Üyesi, Fatih Portakal’a sahip çıktı” başlığıyla verdiği gördüğümde ilgililerini arayıp, “Ben Fatih Portakal’ın şahsına sahip çıkmadım, basın özgürlüğüne ve bu kapsamda düşüncesini yayma özgürlüğüne sahip çıktım” diyerek başlıklarını düzeltmelerini de istedim.

Değerli sanatçı Metin Akpınar’ın sözlerinden hareketle Halk TV’ye verilen ceza ise ifade özgürlüğü yönünden içime sinmedi ve karara karşı çıktım. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ifade özgürlüğünü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden sayıp, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini oluşturduğunu benimsiyor ve hatta yalnızca iyi karşılanan, zararsız, önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran bilgiler ve düşünceler için de bunu geçerli sayıyor. Dolayısıyla çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektiriyor, olmadığında da maalesef demokratik toplumun olamayacağını karar altına alıyor AİHM.

Bu kararlar ışığında baktığımızda da, Metin Akpınar o gün bir aydının olması gerektiği gibi gerçekten entelektüel bir doyuruculukla “demokrasinin” ülkemizde ne olduğu ve nasıl olması gerektiğini, vazgeçilmezliğinin önemine yönelik açıklamalar yapmıştır.

Amuran: Denetimlerde toplumsal güvenlik gerekçesinin sınırları giderek genişletiliyor. Özgürlüklerin sınırlanmasında en fazla gündeme getirilen gerekçe haline dönüşüyor. Oto sansürün gelişmesine yol açıyor. Bu anlayış giderek demokrasiye de zarar vermez mi?

Taşcı: Zarar vermemesi mümkün değil. İki tür yayın yasağı var. Bunlardan ilki Cumhurbaşkanı, yardımcısı ya da görevlendireceği bir bakan vasıtasıyla olağanüstü durumların ortaya çıktığı kriz durumlarında olan geçici yayın yasağı, ikincisi ise mahkemeler tarafından yargılama görevinin amacına uygun olarak verilmesi gereken yayın yasağıdır. Yani ilki kriz durumu ile ilgili iken ikincisi yargılamanın selameti içindir. İstanbul Kartal’da 8 katlı bina çöktü, daha kimse neyin ne olduğunu anlamadan Sulh Ceza Hâkimliği tarafından yayın yasağı kararı çıkarıldı. Yayın yasağının kapsamı da öyle muğlak ki, binanın çöktüğünün haberi mi verilmeyecek, olay yerinden görüntü mü alınmayacak, bu yasağın süresi ne kadar? Ben size söyleyeyim Kartal’daki binanın yerinde yeller esiyor ama hala o yayın yasağı kararı yürürlükte, sınırı ucu bucağı yok. Bu tür kararla mı toplumsal güvenlik sağlanacak!? Özgürlüklerin kısıtlandığı, bilgiye ulaşım kanallarının karartıldığı, düşüncelerin baskılandığı bir ortamda demokrasinin güçlenmesi beklenemez.

Amuran: Şimdide çözümler üzerinde duralım: Siyasette iki taraf var: gerilimi ayrıştırmayı siyasi dayanak yapanlar, diğer tarafta da uzlaşmayı ilke edinenler. Toplumsal barışı önde tutan bir medyaya ihtiyacımız var. Bunu nasıl sağlarız? Hangi ön koşullara ihtiyacımız var?

Taşcı: Aslında çözüm çok net, basın ilkelerini ve değerlerini anımsamak yeterli olacaktır. Düşünce özgürlüğü, fikirlerin ve karşı fikirlerin özgürce ifade edilip dolaşmasının önündeki engelleri kaldırırsanız doğru ve anlamlı bir tartışmanın da önü açılacaktır. Şu anda düşüncesi/sesi beğenilmeyen herkes boğuluyor, daha ne söylediğine bile bakılmadan. En ufak eleştiri saldırı olarak nitelendiriliyor. Bu baskı ortadan kalkarsa o zaman medya geneli, yereli, dijitali tüm yayıncılar da meslek ilkelerini, doğru, dengeli haberciliği ön plana çıkaracaktır. Şeffaf olmaya başlayacaklar, yorumla haberi ayırmaya başlayacaklar, bilgilendirilen bir topluma geri dönüş yapmış olacağız. Yoksa medyanın siyasetle ekonomik olarak da iç içe geçtiği, tekelleştiği, medyanın iktidarın baskı ve kontrolünde olduğu bir anlayışla toplumsal barışı sağlamak da olanaklı olmayacaktır.

Siyasetin medyayı piyanonun aynı sesi çıkacak tuşları olarak görmekten vazgeçmesi gerekiyor. Medyanın da üzerine basılan tuş olmaya heves etmekten geri durması gerekiyor. Ancak bu dönemde iktidar, farklı düşünceyi, gazetecilik yapılmasını, ekranlarda farklı seslerin duyulmasını doğrudan doğruya kendi iktidarına yönelik saldırı olarak değerlendiriyor ve buna göre reaksiyon veriyor. Oysa gerçeğin ama yalnızca gerçeğin izini süren gazeteciler sadece işini yapanlardır. Gerisi işin hikayesidir…

AYDINLARIN DA HAKİKATİN PEŞİNE DÜŞMEK GİBİ TARİHİ BİR SORUMLULUĞU VAR

Amuran: Demokrasinin gelişmesi için toplumun aydınlatılmasında ekonomik kalkınmayı tetikleyecek kültürel kalkınmanın sağlanmasında aydınlara düşen sorumluluk ne olmalıdır?

Taşcı: Aydınlara da büyük sorumluluk ve hatta görev düşüyor. Toplumdan, yaşananlardan bağımsız değiller ki. Tam tersine yaşananlar karşısında etik ve vicdani değerlerden hareketle toplumu yönlendirme, biçimlendirme, aydınlatma rolünü üstlenebilmeliler. Farklı düşünebilirler ama geçmişte kendileri gibi düşünmeyenleri ya da mevcut iktidarı eleştirenleri düşman belleyecek kadar ileri giden bir akademisyenin görevli olduğu üniversiteyle ilişiği kesilince hukuka gereksinim duyduğunu gördük. Öte taraftan “gazetecilikten tutuklanmadılar” diye manşet atanların da bugün cezaevinde “gazetecilikten tutuklandıklarını” anlatmaya çalıştıklarını göz ardı etmemeli. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Dolayısıyla, iktidarın kullandığı gücü arkasına alarak söylem geliştirmek yerine, aydınların da hakikatin peşine düşmek gibi tarihi bir sorumluluğu var. Siyasilerin söylemlerinin değil, gerçeklerin izini sürmeliler; bunu da toplumla paylaşmalılar. Yoksa siyasilerin güdümündeki aydınların kültürel kalkınmayı sağlamasını beklemek fazlasıyla ütopiktir.

Amuran: Sayın Taşcı, RTÜK’ün durması gereken yasal konumunu bir kez daha anımsattınız. Yaptığınız açıklamalarla kurumsal özeleştiriyi içtenlikle dile getirdiniz. Önemli olan bu eleştirilerden yararlanılması… Çok teşekkürler.

Taşcı: Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran

Odatv.com

“Saraylı” eşrafının TV kanalındaki kadın şiddeti görmezden geliniyor - Resim : 1

Nurzen Amuran odatv arşiv