ROMANOVLARIN SONU GELDİ

9 Ocak 1905’te Petrograd’da 200 bin kişilik büyük bir kalabalık Çar II.Nikola’dan dileklerde bulunmak üzere Kışlık Sarayına doğru yürümekteydi....

9 Ocak 1905’te Petrograd’da 200 bin kişilik büyük bir kalabalık Çar II.Nikola’dan dileklerde bulunmak üzere Kışlık Sarayına doğru yürümekteydi. Kalabalık grevci işçilerden kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşuyordu. Aralarında, “Tanrı Çar’ı korusun” marşını söylüyorlardı. Bu bir isyan, ayaklanma hareketi değildi. Seslerini duyurmak istiyorlardı.
Çar o sırada ailesiyle birlikte başkente 25 kilometre uzakta Çarskoye Selo’daki Yazlık Sarayındaydı.
Kalabalık Kışlık Saraya yaklaşınca, silahsız kalabalığın üzerine yüz bin kişilik ordu ateş açtı.
Bir anda bembeyaz karlarla örtülü meydan, kıpkırmızı kana bulanmıştı.
Ölü sayısı yaklaşık bin, yaralı sayısı ise beş bini bulmuştu.
Bu olay, 1917 devrimini hızlandırdı.
Çar Nikola tarihe, “Kanlı Nikola” olarak geçti.
Artık 600 yıllık Romanov hanedanının sonu gelmişti.
Çar’a güven kalmamıştı.

1980 faşist darbesiyle darmadağın olan gençlik, bir yanda din baskısı ve kollaması, diğer yanda “eğlence” adı altında yaratılan yozlaşmanın arasında sıkışıp kalmıştı.
Benim gibi üç askeri darbeden ikisini iliklerine kadar yaşamış bir çok “aydın” için gençliğin suskunluğu, boşvermişliği ve duyarsızlığı hep sorun oluyordu.
Öyle bir kuşaktan geliyorduk ki, kahve köşelerinde Hegel-Marks tartışması yapıyor, Ehrenburg’un “Paris Düşerken” romanını tartışabiliyorduk.
Gazete köşelerinde, Fransa’nın ortalarından çıkan Alan Robbe Grilet’nin “soyut roman” tartışmasını okuyabiliyorduk.
Kavga ediyorduk, ama bir amaç uğruna yapılan kavgalardı bunlar.
Gençliğimizin “devrimci” kimliğini sol cebimizin üzerinde taşıyorduk.
Okumak ve okuduklarımızı anlayabilmek savaşı içindeydik her daim.
Eğlencelerimiz kuru simit ve çay ile son buluyordu. Arada bir de ufak rakı kaçamakları...

Polisin “orantısız güç” kullanarak perişan ettiği gençleri görünce, umudum yeşerdi. Bir insanın yüreğini inançlarıyla birleştirmesi ve tıpkı Çar’ın Kışlık Sarayı önünde toplanan kalabalık gibi, isteklerini dile getirmek üzere yollara dökülmesini gururla karşıladım.
Bu, Türkiye’nin bir eğlence ülkesi olmasından farklı bir tablonun ortaya çıkışıydı.
Bu, din ve yozlaşma arasına sıkışmış gençliğin başkaldırısının filiziydi.
Bu, Türkiye’yi ayakta tutan dinamiklerin soluduğunun göstergesiydi.
Şiddet, bir süre sonra yerini “karşı şiddete” bırakmak zorunda... Bu da çatışma demektir. İşin o boyutlara gelmesinde hükümetin tavrı çok açık. Elinde protesto pankartlarından başka bir şey olmayan gençlerin “taş, sopa, molotof kokteyli” taşıdıklarıyla ilgili “hükümet” açıklaması ise yalanın arkasına saklanmaktan başka bir şey değil.

Kanlı Nikola gibi, Romanovların sonu gibi, Başbakan Erdoğan da hızla sona doğru gidiyor. Bundan kurtuluşu artık “imkansız” görünüyor.
Elbette önünde bir seçim var ve elbette kazanmaya en yakın adayların başında geliyor. Ama artık zemin kaygan. Hiçbir şey bundan iki yıl öncesine benzemiyor. Hiçbir şey varolan “milli değerlerin” küçük azınlık tarafından paylaşılmasını gizleyemiyor.
Bu beklenen bir “hareketlenmeydi”.
İşsizler ordusunun katlanarak büyüdüğü bu ortamda ya işsizler yapacaktı böyle bir protesto eylemini ya da daha bilinçli olduğuna inanılan üniversite öğrencileri.
Orantısız güç veya kaba kuvvetle bu tür eylemleri bir süre engellemek elbette mümkün. Ama sonuçları da geriye çok ağır biçimde dönmekte.

Ölüm bulaşmıştır son eyleme.
Bu tehlikeli gidiş için öğrencileri suçlamanın hükümete hiçbir yararı olmadığı açık.
Ne kadar öğrenciler suçlu gibi gösterilmeye çalışılsa da, içten içe bir “karşı duruş” kendi ortamını hazırlıyor.
Sistemden beslenen ve sistemle uyum içerisinde hareket eden medyanın tüm “suçlamalarına” karşın, gençlik uykusundan uyanmaya başladı.
İşte artık şapkasını önüne koyup düşünme zamanı Başbakan Erdoğan’dadır.
Hamasi nutuklar, bu tür “masum protestoları” engellemeye yetmeyecektir.
Tüm şakşakçı basın yandaşlarına rağmen...
Tüm “toplumsal çözümleyici akil” adamlarına rağmen...

Mümtaz İdil
Odatv.com

arşiv