Robinson Crusoe ilk anarşisttir

Robinson Crusoe’yu ortaokul yıllarında okuduğumda, her çocuk gibi ben de bir adaya hapsolmak istedim. Yıllar sonra yeniden okuduğumda, aslında...

Robinson Crusoe’yu ortaokul yıllarında okuduğumda, her çocuk gibi ben de bir adaya hapsolmak istedim.

Yıllar sonra yeniden okuduğumda, aslında Robinson Crusoe’nun ilk anarşist olduğunun da farkına vardım. Ta ki, Cuma ile karşılaşıncaya kadar. Cuma ile karşılaşıncaya kadar Robinson hem işçiydi, hem patrondu, hem tüm üretim araçlarına sahipti hem de üretim araçlarını kullanan kişiydi.

Anarşistlerin savunduğu her şeyi yapıyordu. Bireyin kendi sorumluluğunu bilerek kendi kendinin yöneticisi olması ve yönetici sınıfın bulunmaması.

Cuma ortaya çıkınca sihir bozuldu. Artık Robinson’un kullanacağı bir işçisi vardı, hatta kölesi vardı ve sömürebileceği tek kişi de olsa patronluk mertebesine yükselmişti. Anarşizm de böylelikle tarihe karışıyordu.

Sonra Cervantes’in Don Kişot’u girdi hayatıma. Bu romantik yaşlı adam mevcut düzenle savaşıyordu aklı sıra ama düşmanını yanlış seçmişti. Yel değirmenlerine saldırmakla düzeni asla değiştiremeyeceğini Sancho Panza biliyordu elbette, ama sistemin değişmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Zira bütün açlığını Don Kişot karşılıyordu. Artık kapitalist sisteme geçmişti Don Kişot ve köpekbalıklarının sırtından geçinen asalak küçük balıklar gibi, Sancho Panza da sesini çıkarmıyordu.

Ta o zamanlardan mesaj veriliyordu, ama anlamamakta direniyorduk. Ortaklık ancak ortak menfaatler olduğunda devam edebiliyordu. Bunu AKP iktidarında fazlasıyla gördük, ama iş CHP kanadına geldiğinde, ortada bir yanlışlık vardı.

Ne dedi Kemal Kılıçdaroğlu? Demokrasi ortak düşüncelerin toplamıdır. Oysa biz demokrasiyi aykırı düşüncelerin hoşgörüyle karşılandığı bir yönetim biçimi olarak görmüştük. Böylelikle de demokrasinin kendine kertilmiş yeni bir tanımını öğrenmiş olduk.

Konuşmasının 53. dakikasının ardından yine ekledi Kılıçdaroğlu, “asacağım, keseceğim...” Bunun sosyal demokrat bir söylem olduğunu bilmem tekrarlamama gerek var mı? Gerçek surat ortaya çıkıyor ve kendini gösteriyor.

Baştan aşağı tüm Batı edebiyatını örnekleriyle burada sıralayabilirim. Adım adım gitmiş Batı entelektüelizmi. Her adımında insan hakları adına bir küçük taş koymuş ve büyük Fransız devrimine kadar gelmiş. Orada bir hava yaratılmış ama yetmemiş. 1848 ihtilali her şeyi yeniden revize etmiş. Durmamış, toplumsal talepler kıpırdanmaya başlamış, 1905’te Rus halkı Rahip Gapon önderliğinde masum bir istek için Çar’a koşmuş, Çar II.Nikola halkını kurşunlatmış, ardından da 1917 devrimi gelmiş. Üstelik de dünya tam da bir savaşın içindeyken.

Komünizm bir devlet biçimi olarak varlığını gösterirken, 2. Dünya Savaşı patlak vermiş. Yirmi milyon insanını kaybetmiş komünist Rusya. Tam ayakları üzerinde duracakken, perestroyka ve glasnost oyunlarıyla bir anda Batı emperyalizminin kucağına düşmüş. Komünizm filan derken de kapitalist bir ülke haline gelmiş.

Bütün bunlar yaşanırken, benim “zavallı yoksul ülkem”, 1950’lerden başlamak üzere sağ eğilimli hükümetlerin yönetimine terk edilmiş. Komünizmi birinci, irticayı ikinci tehdit olarak gören, bu tehlikelerle mücadele üzerine yetiştirilmiş askerler, komünizm tehlikesi ortadan kalkınca, irtica ile mücadeleyi birinci vazife edinmişler. Vatanı akılları sıra koruyacaklarını düşünerek, irtica hareketinin sakalla, çarşafla, türbanla sınırlı olduğunu sanmışlar. Olmadığını da acı biçimde öğrendiler.

Daniel de Foe’nun ya da Cervantes’in romanlarında bireyin toplum karşısındaki zaafları ele alınmadığı için onların anlattığı dünya farklı. Orada toplum yok, birey var. Bireyler toplumu oluşturdukları ölçüde toplumsal ilerlemeden söz edilebilir. Aksi durumda, bugün yaşadığımız türden bir güruh ile karşı karşıya kalırız ve bu güruh toplumun biçimlenmesine en ufak katkıda bulunamaz.

Tolstoy Anna Karenina veya Savaş ve Barış nehir romanlarını yazarken aklındaki tek önemli şey bireylerin toplum karşısındaki sorumluluklarıydı. Dev romanlar insani zayıflıklar üzerine oturtulmuştu. Dostoyevski ise bunun toplumsal bir kaçış değil, insani bir zayıflık olduğunu vurguluyordu. Turgenyev ise boşvermişlik. Hepsi bu dünyanın daha iyi olması için bireylerin iyi olması konusunda birleşiyordu ki, bu da bir çeşit anarşizmdi.

Sonunda 2. Dünya Savaşı’nın ardından patlak veren “boşvermişlik”, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Simon Beauvoir gibi varoluşçu yazarları ortaya çıkardı. Birey önemliydi ve toplumu onlar oluşturuyordu. Bu dünyada eğer bir takım egemen güçler kendi çıkarları için toplumu yönlendiriyorsa, burada bir eksiklik, yanlışlık vardı.

Tutmadı. Vahşi kapitalizm hiçbir şeyi dinlemeden tüm ağırlığıyla dünyayı ezmeye devam etti ve bugünlere geldik.

Kimsenin de umurunda olmadı.

Yeni yazarlar yetişmedi, yeni düşünceler üretilmedi. Proleterya denilen örgütlü işçi sınıfı falan da ortalıkta kalmadı.

Dünya, bir atımlık barut olarak düşünülmeye başlandı ve buna “dini bütün” kesim dahil edilmedi. Onlara bir sonraki hayat vaadedildi.

Şu anda bulunduğumuz nokta da aynen budur. İleriye yönelik tüm umutlarımızın tüketildiği noktadayız, ama birer birey olarak mücadele etmeye çalışıyoruz. Örgütlenmenin elli yıldır kafamıza kakıldığı şekilde yanlış ve yasak olduğunu düşünüp, tek tek mücadelemizi sürdürmeye çalışıyoruz.

Yanlış da tam bu noktada bizi yakalıyor işte.

Mümtaz İdil

Odatv.com

arşiv