POPÜLER MÜZİĞİN EZANLA NE İLGİSİ VAR

İlkel toplumlardan günümüze kadar sanatın tanımı hep bir “ayin (ritüel)” olarak kabul edildi. Binlerce yıl önce de, günümüzde de görevi toplumu...

İlkel toplumlardan günümüze kadar sanatın tanımı hep bir “ayin (ritüel)” olarak kabul edildi.
Binlerce yıl önce de, günümüzde de görevi toplumu harekete geçirmek, yönlendirmek ve doğru bilgilendirmek, eğitmek gibi kavramlarla belirlendi.
Hiç bir dönemde “salt” eğlence anlamında kullanılmadı. Kullanıldığı sanılan zamanda da sanat olarak kabul edilmedi. Ama “eğlendirmeyi” üstlendiği de oldu.
İlkel toplumların tamtam danslarından, Shakespeare’in sokak tiyatrolarına, dev opera sahnelerinden “protest” gençliğin Woodstock konserlerine, Minchelangelo’nun duvar resimlerinden, Salvador Dali’nin bilinç altı resimlemelerine kadar çok geniş bir yelpazenin hemen her anında sanat, asla eğlendirmeyi birinci ve tek hedef olarak koymadı.
Eğlendirme söz konusu olduğunda iki sanat kolu hemen ön plana çıkar: Müzik ve sinema.
Sinema, ABD’nin dev finansal sektörü olduğundan ve bütünüyle eğlendirmeye yönelik bir ürünü paraya “tahvil” etmek gibi bir hedefi üstlendiğinden, sinemayı bir ticari meta haline indirgedi ve yatırımlarını da dev boyutlarda tuttu.

Müzik ise, büyük yatırımlar gerektirmeyen ve kitleleri en çabuk ve kolay etkileyen bir sanat türü olduğundan ve görsel sanatlarla harika bir uyum gösterdiğinden, siyasi olarak en tehlikeli etkileşim aracı olarak görüldü.
Müzik bir alışkanlıktı ve bu alışkanlığı yaratmak da varolan yönetimlere düşüyordu. Kitleler istenilen yönde “dinleyici” haline döndürülebiliyordu.
Böylelikle de sanat, özellikle geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından, yani ikinci büyük paylaşım savaşından hemen sonra başlayan süreçle birlikte, daha çok hoş vakit geçirme aracına dönüştürüldü.

Bunda elbette kapitalist sistemin rolü büyüktü. ABD, ardı ardına çevirdiği içeriksiz, toplumsal birlikteliği içermeyen, derinlikten yoksun müzikallerle dünyayı etkiledi. Kendi başarısını da Oscar, New York Eleştirmenler Birliği gibi ödüllerle taçlandırdı. Gişe için müthiş reklam harcamaları yaptı, genç nüfusun örnek olmaya çalıştığı “idoller” yarattı ve müziği de arkasına alarak bir Amerikan sineması alışkanlığı yarattı.
Avrupa’nın masum, içe dönük, utangaç ama güçlü temellere dayalı sinemasının önüne geçti.
Tehlikenin farkına varan Avrupa kendi varlığını koruyabilmek için bir birlik oluşturdu (Euroimages) ve Amerikan filmleri dışında gösterim yapan sektörü destekledi, yeniledi, Avrupa ülkelerinin oluşturduğu “konsorsiyum” ile çekilen filmlere parasal yardım yaptı.
Ama bütün bu çabalar yeterli olmadı. Televizyonun evlere girmesiyle, örneğin Türkiye’de 8 il hariç, tüm illerdeki sinema salonları düğün salonlarına çevrildi (doksanlı yıllara kadar). Ne zamanki Amerikan sineması yeniden piyasayı kasıp kavurmaya, teknoloji ve aksiyonu ön plana çıkardı, sinema salonları gişe yapmaya başladı, salonlar yeniden açıldı.
Bu, fiziksel “iritasyona” dayalı eğlence türünün en üst perdeden müzik dışı ses vermesiydi.
Müzik, sinemaya göre çok daha kaba, özensiz ve kendiliğinden bir evrim geçirdi. Fiziksel salınımların eğlence olarak kabul edildiğini fark eden sistem, elinde pazarlanacak muhteşem bir “meta” olduğunun farkına vardı.

Müzik, “popüler” eğlence adı verilen sektörün başı çeken “enstrümanı” oldu. Bu haliyle de niteliğini yitirdi. Fizyolojik tepkiye dayalı salınımları “eğlencenin” yeni tanımı olarak kabul etti ve sermaye sahiplerine yalnızca bulundukları ortamı hareketlendirme görevini yükledi.
Yetişen “müzik insanları” da, bu çarkın içinde kendilerine “sanatçı” kimliğini yakıştırmakta hiçbir sakınca görmediler.
Dolayısıyla da sanatçının tanımı da değişti. Zenaat ile sanat tam anlamıyla birbirine karıştı.
Oysa, bin yıllardan beri gelen alışkanlıkla, sanatçının birinci görevi, “politik” kimliğini korumak ve toplumsal uyarı görevini asla unutmamaktı. Tarihi boyunca sanat yalvarmalara, yakınmalara, ağlamalara, sevinmelere, bastırılması güç duygulara... Kısacası insana özgü hemen her türlü sosyo-psikolojik değişimlere aracı olduğu halde, giderek yalnızca hoş vakit geçirmeye veya hüzünlenmeye yöneldi. Kitleleri toplumsal hareketlenmeden uzaklaştıran, bir çeşit “uyuşturucu” görevi üstlenen her türlü ürün, sanatsal ürün mertebesine çıkarıldı ve yaygınlaşması için önü açıldı. En önemli işlevlerini, üretmeyi ve düşünmeyi unutturdu. Düşünmek ve üretmek, insan neslinin kaliteli yaşam standardı için vazgeçilmez bir unsurdu, ama yok rahatsız ediciydi.

Nitekim, bu yüzden de insanlar, “kafa dinlemek için” kendini müziğe verdi. Müzik ya bir eğlence ya da “boş boş” uzanıp dinlenme aracı olarak algılandı. Bütün dünyada hızla gelişen bu yaklaşım, insanların “müziğin durağan potansiyelini” harekete geçirmek ve insanları coşturmak sırrının keşfi olarak “ilan” edilmeye başlandı.
Ama geçtiğimiz yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde, müzik üzerine oynanan oyunların henüz tamamlanmadığı ortaya çıktı. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ne kadar yozlaştırılırsa yozlaştırılsın, müzik bir şekilde kendi “protestosunu” göstermenin bir yolunu buluyordu.
Başta bir çok Güney Amerika ülkesinde olduğu gibi, geri kalmış ülkelerde faşist darbelerden sonra “tehlikeli” addedilen müzikler yasaklandı.
İnsanı uyuşturan ya da tamamen kendinden geçiren müzikler öne çıktı.
Elbette insanların bunlara da ihtiyacı vardı ve siyasetin kendi tekellerinde olduğuna inanan, bu iş için kutsandıklarını düşünen egemen güçler, yani iktidar olanlar, bu ihtiyacın artmasını büyük sermayelerle desteklediler, hatta yarattılar.
Ekonomik abluka altında olan ve kalabalıklaştıkça yaşam kalitesi düşen kitleler “eğlence” sektörüne zaten eğilimliydi.
Müzik bir eğitim işiydi, müzik üretmek kadar müzik dinlemek de bir çaba gerekiyordu.
Bu da hiç kolay değildi açıkçası.
Kadere, yazgıya, boşvermişliğe, karşılıksız aşklara pirim veren müzikler, hiçbir sanatsal nitelik taşımadıkları halde, salt eğlendirici veya uyuşturucu nitelikleriyle kitleleri sarıp sarmaladı.

Bunu yazılı sanatlar izledi.
İstenen yerine getirilmiş oldu.
Klasik sanat müziği alay konusu haline getirildi.
Klasik diye tanımlanan geçmişe yönelik sanat eserlerinin okuma-dinleme gerekçesi sorgulanmaya başlandı.
Karikatürler, operada uyuyan insanların komikliğini konu aldı.
Fıkralar, operaya gitmemek için direnen “kılıbık” kocaların hikayesiyle doldu.
Batılılaşma özentisi diye görülen çok sesli müzik, amaçlı bir şekilde “karikatürize” edilerek, Türk müziğine de uygulanmaya ve en sıkıcı örnekleriyle radyo ve televizyonlarda yayımlanmaya başlandı.
Piyasa taleplerine hiç uymayan bu tür zorlama müzikler toplumsal bir nefrete beraberinde getirdi.

Bütün bu “kendiliğinden” gibi görünen gelişmelerin farkında olan bazı özgün müzik yaratıcıları direnmeye çalıştılar. Kendi besteleriyle politik müzik ürettiler, ama kovuşturmalar hiç yakalarını bırakmadı. Başka ülkelerde ya da kendi ülkelerinde yoksulluk içinde öldüler.
Sonunda piyasa, müzik kalitesi açısından hiçbir özellik taşımayan bir yığın “bestelerle” dolmaya, daha da kötüsü besteler de birbirine benzemeye başladı.
Son zamanlarda Türk pop müziğinin en büyük sıkıntılarından biri bu oldu. Üretim birkaç “bestecinin” eline geçti ve büyük bir rant kapısına dönüştü. Ne kadar kolay ritim tutturulursa, o kadar çok yaygınlaşan müziğin üretimi de kolay oluyordu. Müziklerin birbirine benzemesi kaçınılmazdı, ama kendi eğitimlerine bile ihanet edecek kadar sanattan uzaklaşan “post modern besteciler” bildiğimiz ve dilimize pelesenk ettiğimiz “popüler” kültürü yarattılar.
Müzikteki bu yaygınlaşma, sanatın hemen tüm dallarına damgasını vurdu.
Eğlenmek için okunan kitaplardan, filmlere, kabarelere, orta oyunlarının en ucuz örneklerine ve belden aşağı güldürü kanallarına kadar her yanı örümcek ağı gibi sardı.

Böyle bir ortamda tutup da, “sanatçı ne yapsın,” deme hakkı yoktur kimsenin.
Sanatçının da, “ne yapayım, toplumu ben mi düzelteceğim,” deme hakkı yoktur.
Bir futbol maçı anlatıcısının, bir haber spikerinin dili nasıl sürçmemek zorundaysa, sanatçının da beyni sürçmemelidir.
Ezan gibi günde beş kez, beş ayrı makamdan okunması gereken bir “ilahi” çağrının neden niteliksiz, tek düze ve baskıcı bir bağırmaya dönüştüğü sorgulanırsa eğer, dinsel sömürünün de, popüler sömürünün de kodları çözülür.

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com

arşiv