Osmanlı'yı batıran ulema yine ortaya çıktı

Murtaza Demir yazdı

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi öncesinde, Batı, Osmanlı’yı hep “Hasta Adam” olarak niteledi. Nedeni; bilim, sanat ve teknoloji yarışından kopmak, kendi içine kapanmak; dini bağnazlığın tuzağına düşerek geri kalmaktı. Saray ve ulema; yağmuru, depremi, yoksulluğu, savaşı, galibiyeti-mağlubiyeti, salgın hastalığı ve nihayet olan-biten her şeyi dini gerekçelerle izah eder olmuştu.

Keşifleri, icatları, matbaayı engelleyen, bilimden kopmamıza neden olan, hep dini ulema oldu.

Sadece iki örnek vereceğim:

Takiyüddîn Efendi 1630’lu yıllarda, Galata Kulesi'nin tepesinde yıldızların hareketlerini takip ediyordu. Padişah 3. Murad ikna edildi ve incelemelerin devamı geliştirilmesi amacıyla Takiyüddîn’e 10 bin altın verilmesini emretti. Takiyüddin bu parayla araç-gereç satın alarak son sürat çalışmaya başladı. Ancak bir sorun vardı. Ulema; "zinhar günahtır, gökyüzünün sırlarını bulmaya çalışan devletlerin hepsi batmıştır" diyerek rasathanenin yıkılmasını istiyor, padişaha baskı yapıyordu. Ulemanın baskısına dayanamayan Padişah Murad, “derhal yıkıla” diyerek rasathanenin topa tutulmasını emretti, rasathane yerle bir edildi.

Hazerfan Ahmet Çelebi(1609-1640) uçmak istiyordu. Bilhassa hava akımları ve kuşların uçuşunu inceleyerek çalışmalarını geliştirdi. Nihayetinde, tarihi uçuşunu yapmak üzere Okmeydanı’na geldi. Rüzgârın şiddetine rağmen kartal kanatlarıyla havada dokuz kez dönerek başarılı denemelerden sonra Galata Kulesi’nin en yüksek noktasına çıktı ve oradan kendisini boşluğa bırakıverdi. Halk dehşet içinde bu manzarayı seyrediyordu!

Son uçuşunu Padişah IV. Murat da izliyordu. Lodosu arkasına alan Hazerfan, Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçup, Doğancılar Meydanı’na indi. İstanbul Boğazı’nı geçmiş, 3358 m. uzaklıktaki bir noktaya konmuştu. Ahmet Çelebi’nin başarısından sonra IV. Murat’ın benliğini bir şüphe kapladı. “Bu âdem pek havf edilecek (korkulacak) bir âdemdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyordu. Sultan, onu Cezayir’e sürdü. İki yıl sonra Ahmet Çelebi’nin ölüm haberi geldi. Öldüğünde 31 yaşındaydı.

OSMANLI’DA DİNİ TAASUP

Demem o ki, Saraya hâkim olan “tek adam”ların ve Onların eteğinden inmeyen ulemanın cehaleti, Osmanlı'yı batırdı. Koca imparatorluk bilim alanında çalışan insanlara fırsat tanımadığı gibi, kendi çabasıyla yeni buluşlara yönelen insanına da etmediğini bırakmamıştı. Hal böyle olunca, bilimi önceleyen ülkelere el açıp dilenmek zorunda kaldı.

Osmanlı, 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde Sarayın ve İmparatorluk bürokrasisinin giderlerini karşılayamıyordu. Batılı ülkelerden yüksek faizlerle borç alıyor, vadesi geldiğinde ödeyemiyordu. 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyıl boyunca yüksek faizle dahi borç bulamaz duruma gelmişti. Sonunda iş Galatalı bankerlere el açmaya kadar vardı. Ancak bankerler, Batılı devletlerin garantisi olmaksızın borç vermeye yanaşmıyorlardı. Olan biten her şey, Osmanlı’nın tasfiyesini sağlayacak projenin parçalarıydı ama Osmanlı’nın bu tuzağı anlayacak ne aklı, ne de kadrosu vardı.

Batılı ülkelerin tamamı, önceden hazırlanan senaryo gereğince kendi rolünü oynuyor, Osmanlı ise günü kurtarmaya çalışıyor, kurtaramıyordu…

Batı, borcunu ödemek için tekrar borç isteyen Osmanlı’ya her defasında yeni ve zor şartlar dayatıyor, faizi yükseltiyor, “tamam” denilmesinden sonra da toprak talebinde bulunuyordu. Osmanlı çaresizdi... Artık Padişahın “ne isterlerse verdiği” fakat bir türlü doyuramadığı, gerici odakların fetvaları da para etmiyordu!

1876 yılında bu ekonomik baskılar altında tahta oturan ll. Abdülhamit, Batı’lı güçlerin dayattığı Düyunu Umumiye Kararnamesini imzalamak zorunda kalıyordu. “Dış Güçler” İmparatorluk gelirlerine el koymuş, alacaklarını kendileri tahsil ediyordu. “Tek Adam” durumundaki Padişah, istenen tavizlere “evet” diyor, fakat taleplerin sonu gelmiyordu. Şimdi sıra, İmparatorluğu daha çok toprak vermeye zorlamak, sınırlarından geri çekilmesini sağlamak ve sonra da işgal etmeye gelmişti…

Bütün cephelerde yenilgi üstüne yenilgi alan ordu, yorgun ve bedbindi. Millet açlıktan, çocuklar salgın hastalıktan kırılıyordu. Asker, karnını doyurmak için atların dışkısında arpa tanesi arıyordu. Günümüz gerici ve ırkçılarının “Ulu Hakan” diyerek yücelttikleri Padişah döneminde (33 yıl), Osmanlı, Avrupa ve Asya kıtalarında olmak üzere; Tunus Mısır, Sırbistan, Romanya gibi ülkelerin de içinde olduğu, Türkiye’nin tam iki katı kadar toprak kaybetti.

Sonra çöktü ve tarih sahnesinden silindi…

BRUNSON: TAVİZ Mİ, TESADÜF MÜ?

Buraya kadar okuduğumuz; “akıl, ulema, risk, ekonomi, taviz, el açmak, yüksek faiz” gibi sözcüklerin ışığında son günlerin gündemi olan iki konuyu, sadece iki konuyu incelemeye çalışalım. Birincisi Rahip Brunson, ikincisi de Suudi Gazeteci Kaşıkçı olsun…

Erdoğan, Rahip konusuyla ilgili şunu söylemişti: "Papazı verin' diyorlar. Bir papaz da sizde var, bize verin, biz de onu size verelim…" Savcılık İddianamesine göre ise; Brunson'un “Evanjelist kilise pastörü” kimliği aslında bir "maskeydi." Brunson, "daha çok istihbarat ve psikolojik savaş doktrini ile hareket eden gayrinizamî harp elemanı gibi hareket ediyordu." Savcıya göre Brunson'un içinde olduğu bu yapılanma, "özel eğitim almış asker ve istihbarat geçmişi olan kişilerden" oluşuyordu ve Brunson'un 35 yıl ceza alması gerekiyordu…

Trump, Brunson konusunda sesini yükseltince, Erdoğan da yükseltti; “Bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsın” mealinde demeçler verdi; bu demeçleri her gün onlarca kez dinledik…

Bu demeçler karşısında göğsümüz kabardı! Dinlediğimde şöyle demiştim: “Çok doğru söyledi. Umarım bu sözlerin arkasında durur ve ‘van minit’ çıkışından sonra İsrail’le olan ticaretimizin iki katına çıkması gerçeğini, ABD ile yaşamayız…”

Ya sonra…

Sonra: Trump “eyyy” der demez teslim oldu!

Brunson'u verdi ama ne Halkbank Müdürünü ne de FETÖ’yü aldı! Peki, neden? Çünkü ekonomi çöküyor, döviz yükseliyor, borç katlanıyor ve de direnecek mecal kalmıyor. Kaldı ki, bir de “sifonu çekerse” korkusu var… Özetle, “dik dur, eğilme” denilen, sadece fakir-fukaraya ve siyasi muhaliflerine karşı dik duran “tek adam”, sifonu eline alan Trump’un; “adamın canını sıkmayın, bırak Rahip’i” dercesine tavrı karşısında sessizce boyun eğdi ve Brunson ABD’ye uçtu! Edilen büyük, ölçüsüz, hesapsız sözleri de bi güzel yedi!

ANA MUHALEFETİN KULAKLARI ÇINLASIN!

Erkleri tasfiye etmek, TBMM’nin gücünü tırpanlamak, yargıyı göstermelik hale getirmek, medyayı şamar oğlanına çevirmek, ana ve yavru muhalefeti susturmak ayrı mevzu. Bir gerçek var o da, Erdoğan’ın tüm yetkileri ele geçirmesi ve her şeyin Ondan neşet etmesi… Bu nedenle ABD’nin talebini yerine getiren Türkiye Devleti değil, “tek adam” oldu. Türk halkı ise her zaman olduğu gibi sadece fatura ödedi… Ekonomik kriz nedeniyle biz tek adama, tek adam da Turup’a, Merkel’e ve diğerlerine boyun eğdi.

Çünkü o, alınan döviz cinsinden kredinin nasıl ödeneceğini düşünmedi. Muhalif kişi ve kurumlara karşı; a, b, c, d, ğ-toma, göz yaşartıcı bomba, polis, cop, gözaltı, cezaevi planları vardı ama günü geldiğinde bu borcu nasıl ödeyeceğine dair bir planı, öngörüsü yoktu. “İflasa gidiyoruz” diyerek bağıranlara güldü, alay etti, ısrar edenleri gazetelerden, üniversitelerden kovdu! Günü kurtarmaya, çevresini doyurmaya, medya tekeli olmaya, tıpkı hayranı olduğu “Ulu Hakanlar” gibi saraylar yaptırmaya, uçaklar almaya devam etti!

Ancaaak; vadesi geldiğinde bu borç ödenecekti ve yumuşak karnımızı arayan, bizi bizden daha iyi tanıyan Batı, borcun ödenemeyeceğini bizden çoook önce fark etmişti.

Erdoğan borcun vadesinde ödenemeyeceğini çok az zaman kala fark etti! Başladı milli ekonomimizi ayakta tutan, katma değer ve istihdam sağlayan ne kadar işletme, fabrika, liman, tesis varsa satmaya. Sattı, sattı, sattı… Ancak bu 80 yıllık canım tesislerden gelen para, borcun faizini dahi karşılamıyordu. Hal böyle olunca Batı’ya, ABD’ye boyun eğdi! Tarihin nasıl acımasız olduğunu, aynayı nasıl yüzümüze tuttuğunu, gerçeğimizle yüzleştirdiğini, nasıl tekerrür ettiğini anladık mı acep!

GAZETECİ KAŞIKÇI

Gelelim Suudi Gazeteci Kaşıkçı meselesine. Hiç aklınıza geldi mi; Dünyada 200’den fazla ülke varken, ABD istihbaratı Kaşıkçı’ya neden “bu işlem için Türkiye’ye git” dedi… “Hayır” diyerek Londra’ya giden ve Suud Konsolosluğuna başvuran Kaşıkçı’ya, sanki anlaşmışlarcasına onlar da aynı şekilde neden “Türkiye’ye git” tavsiyesinde bulundu; tesadüf mü? Kaşıkçı, evlenme-boşanma işlemlerini ABD, İngiliz veya başka konsolosluklar üzerinden yapamaz mıydı?

Evet, neden Türkiye?

İşte zurnanın son deliği bu… Çünkü Türkiye’de yargı kevgire dönmüş, erkler tasfiye edilmiş, “Tek Adam” tasallutu devleti yeniden “Hasta” etmiş, koca devlet 100 yıl sonra tekrar borçlarını ödeyemez hale gelmişti! Muhtemelen ABD-İngiliz istihbaratı ile Suud Prens Selman anlaşmış, muhalif gazeteci Kaşıkçı’nın katli için “Hasta Adam’ın” ülkesini uygun görmüşlerdi. Tek Adam bir şekilde “ikna edilir”, Selman’ın önüne bir “fatura” konulur, Selman faturayı öder ve konu kapanırdı. Bunlar sadece bir teori, bekleyip, göreceğiz…

Demek ki, şöyle bir gerçek var: adalet ve ahlaktan kopar, bir kesime-anlayışa “ne isterse verirsen”, sonra karşına “dış güçler” geçer, bu kez onlara da “ne isterse vermek” zorunda kalır, gülünç olur, batarsın. Kıssadan hisse…

OSMANLIYI BATIRAN ÜLAMANIN GÜNÜMÜZDEKİ İZDÜŞÜMÜ

Atatürk’ün etkin olduğu dönemi saymazsak, Türkiye gericiliğini Osmanlı’dan bu yana hep devlet finanse etmiştir; özellikle de sağ iktidarlar. Ve bugün; laiklik, demokrasi ve Atatürk düşmanı olan bütün cemaat ve odakların beslendiği kaynak, devletin bizatihi kendisidir. Bu bağlamda Diyanet (DİB), Osmanlı Devleti’nin Şeyhülislamlık makamının yerini almış, gericilik yarışında Osmanlı’ya rahmet okutturmuştur.

Günümüzün iktidar partisi olan AKP ve devlet organları bu gerçeği bilmiyor mu” dediğinizi duyar gibiyim ama gericiliğin ve cemaatlerin, Türkiye sağının varlık nedeni olduğunu, oradan beslendiklerini unutmayın! Bir şeyi daha unutmayın; AKP, parti örgütünden ziyade camileri kullanmakta, oyunu da büyük ölçüde buradan devşirmektedir. Kamu kurumlarının bütçesi enflasyon oranında artarken, Diyanet’in bütçesinin çok daha yüksek oranlarda arttığını, 5-6 bakanlığa denk olduğunu, Fetö’nün eski bir Diyanet çalışanı olduğunu ve 2016 yılı sonuna değin emekli maaşı aldığını ise hiç unutmayın…

DİB’nın; ülkenin, milletin, ahlakın, iç barışın, kardeşliğin lehine bir tek çabasına rastlayan-duyan var mı? Varsa Alevi-Sünni, Türk-Kürt düşmanlığı neden tavan yaptı; hangi ahlaksız akım bu toplumu ortadan ikiye böldü; yardı? Ahlak neden dibe vurdu? Öğretmenden fazla maaş alan, yiyip-içip akşama değin cinsellik düşünen hocanın-imamın çoluk-çocuğa sarkması karşısında hangi tutumu aldı? Uyuşturucu kullanımının, çocuk tecavüzlerinin, Diyanet bütçesiyle aynı oranda artmasına ne demeli? “Kurtuluş Savaşını keşke Yunan kazansaydı” diyen hainlerin, en yüksek makam sahipleri tarafından ziyaret edilmesinin esbabı mucizesi neydi?

DİNCİ HAİNDİR, KÖTÜDÜR, AHLAKSIZDIR!

Dinini yaşamak isteyen laik dindara saygımız sonsuz. Ancak devlete yaslanan dinci; şeytandır, kâfirdir, hırsızdır, ahlaksızdır. Menfaatine dokunduğunuzda, dini de devleti de gözünü kırpmadan satar; bu kesinlikle böyledir. Benim, nerdeyse binlerce kez; “devlet, dedeye de-hocaya da maaş vermesin, cami de-cemevi de yapmasın, dinden elini çeksin, laik devlet ilkelerine sadık kalsın” dememdeki nedenim budur.

Osmanlıyı önümüzdeki en yakın ve somut denek olarak ele aldığımızda, benim gibi düşünenlerin ne denli haklı olduğu anlaşılacaktır. Osmanlının dinle yatıp-şaşı kalkması, bir ibret vesikasıdır. Çeşitli defalar yazıldığı gibi, Batı ülkelerinin evrenin sırlarını çözmeye çalıştığı günümüzde dahi, devletin eteklerinden inmeyen ulema, tıpkı Osmanlı uleması gibi Gölcük depremini askeriyenin medeni yaşam tarzıyla izah eder olmuş, aklı olan herkesi şaşkınlığa itmişti.

Bugün dahi ekonominin kötüye gidişi, din âlimleri tarafından dinden uzaklaşmaya bağlanmakta, 7. Asırda yaşanan İslami örf ve adetlere, hukuk ve devlet düzenine yani Şer-i düzene geri dönülmesi savunulmaktadır. Ve bu dinci takımın tamamı devlet tarafından dolgun maaşlarla beslenmeye devam edilmektedir. Böyle bir paradoksla kalkınmak, “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” diyerek aklı dışlamak, Batıyla boy ölçüşmek, Onların kurduğu tuzaklardan kurtulmak mümkün olabilir mi? Olmadı, olmaz, olmuyor da. Aklı dışlarsan doları da verirsin, Brunson’u da…

Yapılan hataları Allah’a havale edenler, gericiliği teşvik etmeye devam ediyor. Gericiliğin okullarını-kurslarını açıyor, halkı şeyhin-şıhın, yobazın kapılarına sürüyor, toplumun bilim, eğitim ve üretimden tamamen kopmasının nedeni oluyor.

VE ATATÜRK…

Atatürk, Osmanlı'yı çürüten hastalığı biliyor ve isabetli bir teşhisle şunu söylüyordu; Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır…”

Ayağına postalı geçirip, yurdunu kurtarmak üzere; Samsun’dan, Amasya’ya, Havza’ya, Sivas’a doğru yola çıktığında önüne çıkan ilk pürüz yine memleketi emperyalizme peşkeş çeken bu çürümüş-yıkılmış zihniyetin temsilcileri oldu. Sivas’a, Erzurum’a gitmesini, kurtuluşun meşalesini yakmasını istemiyor, engel üstüne engel çıkartıyorlardı. Milli mücadeleye karşı çıkan, İngiliz, Fransız, Alman, ABD boyunduruğu isteyen bunlardı. İhanet eden, Yunan güçlerinin safına geçip, bu milletin milli güçlerine karşı savaşan yine bunlardı…

İstiklal Mahkemeleri boşuna, haksız yere kurulmadı…

O, gerektiğinde Havza’da posta memuru, gerektiğinde şoför, stratejist, muhafız, gerektiğinde komutan ve ordu müfettişiydi. Ege’de Çakırcalı Efe, Çanakkale’de Mustafa Kemal, Erzurum’da Mareşal Fevzi Çakmak, Lozan’da İsmet İnönü, cephe gerisinde hiç durmadan mühimmat taşıyan Kara Fatma, Afyon’da Meclis Başkanı, Ankara’da ATATÜRK oldu. Hiçbir dış geziye çıkmadı ama Osmanlı’yı parçalamak, milletimizi tarih sahnesinden silmek isteyen İngiliz Kralı Edward dâhil olmak üzere “yedi düvel”in bütün temsilcileri onu ziyaret etti, elini öptü… “Az zamanda büyük işler yaptı…” Türkiye Devleti Onun liderliğinde 17 yılda 100 yıllık ilerleme kaydetti.

Hem ne idüğü belirsiz devşirme Osmanlı’nın borçlarını ödedi, hem de; “demir ağlarla ördü, memleketi dört baştan…” Ve sadece asrın değil, asırların lideri oldu. Onunla boy ölçüşmeye, taklit etmeye çalışan kifayetsiz muhterisler, eserlerini yıkan, büstlerine saldıran alçaklar, bütün zamanlarda hüsrana uğrayarak, dişlerini sıkarak, dudaklarını ısırarak, kinlerini gizleyerek gelip “saygılarını sunmak” zorunda kaldı…

ATATÜRK DÖNEMİNDE (1923-1938) KURULAN FABRİKALAR:

Ankara Fişek Fabrikası (1924), Gölcük Tersanesi (1924), Şakir Zümre Fabrikası (1925), Alpullu Şeker Fabrikası (1926), Uşak Şeker Fabrikası (1926), Bünyan Dokuma Fabrikası (1927), Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927), Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1928), Ankara Çimento Fabrikası (1928), Ankara Havagazı Fabrikası (1929), İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929), Kayaş Kapsül Fabrikası (1930), Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1931), Eskişehir Şeker Fabrikası (1934), Turhal Şeker Fabrikaları (1934), Konya Ereğli Bez Fabrikası (1934), Bakırköy Bez Fabrikası (1934), Bursa Süt Fabrikası (1934), İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934), İzmit Kâğıt ve Kartın Fabrikası (1934), Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934), Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934), Isparta Gülyağı Fabrikası (1934), Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Filoları (1934), Kayseri Bez Fabrikası (1934), Nazilli Basma Fabrikası (1935), Bursa Merinos Fabrikası (1935), Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935), Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935), Zonguldak Taş Kömür Fabrikası (1935), Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936), Malatya Sigara Fabrikası (1936), Bitlis Sigara Fabrikası (1936), Malatya Bez Fabrikası (1937), İzmit Kâğıt ve Karton Fabrikası (1934), Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937), Divriği Demir Ocakları (1938), İzmir Klor Fabrikası (1938), Sivas Çimento Fabrikası (1938) vb…

Bu fabrika ve işletmelerin tamamı AKP-ANAP dönemlerinde satıldı…

Tüpraş, Türk Telekom, Petkim, Tedaş, Tekel, Etibank ve İştirakleri, THY, Erdemir, Seka, Sümerbank, Petrol Ofisi, Et Balık Kombinaları… Onlarca şeker fabrikası, Gübre San. AŞ, Şekerbank, Sümer Holding ve taşınmazları, Denizcilik İşletmeleri, feribotlar… İskenderun Demir Çelik, Divriği ve Hekimhan Madenleri, Seydişehir Alüminyum, Tuz İşletmesi, çimento fabrikaları… Borçelik, Spor Toto, Murgul Bakır İşletmesi, adını saymadığım pek çok maden alanı, elektrik dağıtım şirketleri, kamu arazileri, turizm tesisleri, kömür işletmeleri, ormanlar, 2-b arazileri, sair fabrika, tesis vb işletmeler…

Cumhuriyet döneminde kurulan ve belli başlı olanları yukarıda yazılı olan büyük fabrika, liman ve işletmeler de satıldı. Tahsil edilen gelir; borç ödemesi, faiz, yol, köprü, uçak, saray ve anlamlı bir karşılığı olmayan betona gömüldü.

SONUÇ:

Erdoğan yasa, teamül, meşruiyet tanımadı; kibre kapıldı, büyük konuştu! Anayasa’yı by-pas etti. “Zaten kanun tanımıyor, hiç değilse fiili durumun yasal hale getirelim” mealinde konuşan Bahçeli’yi de ikna (!) edince önünde hiçbir ‘pürüz’ kalmadı. Devleti kendine bağladı, 3. dünya ülke liderlerinden, Osmanlı Sultanlarından daha lüks yaşadı, saltanat sürdü. Hem de bu konforlu yaşamı çağımızda gerçekleştirdi. Erdoğan başarılı bir lider miydi; hiç şüphesiz kendisi, çevresi ve ideolojisi adına başarılıydı ama devleti de batmakla karşı karşıya getirdi. Ve cumhuriyet döneminin en büyük ekonomik ve siyasal krizinin tek nedeni oldu.

Ülkenin neredeyse her şeyini kaybetmesine “milliyetçi” Bahçeli neden koltuk değneği oldu?*

En kötüsü de şu oldu: Bir yandan saltanatını tahkim ederken, diğer yandan da ayrışmayı tahkim etti. Toplumsal fay hatları boyunca mayınlar döşedi ve her konuşmasında-her fırsatta bu mayınları patlatmaktan geri durmadı. “Cami”, dedi, “işediler” dedi, “toplanma merkezi” dedi, “senin meşrebin-mezhebin” dedi…

O hep kazanırken, ülke ve millet, din ve ahlak, demokrasi ve laiklik hep kaybetti! Satacak fabrika, liman, işletme kalmadı. Askerliği, vergiyi, kaçak yapıları, vergi adaletini- yargıyı-adalet algısını, dereleri, akarsuları sattı veya satmak üzere… En çok canımı acıtan ise: Atatürk’ün hatırası, dedelerimizin-babalarımızın gururu, umudu, göz nuru, aşını-ekmeğini yediği işletmeler yabancıların oldu… Şimdi Tüpraş’ın, Telekom’un, şeker fabrikalarının, Sümerbank’ın, Petkim’in, Etibank’ın önünden geçerken “ahh” edip, hicranımızı içimize gömüyoruz!

Milletimiz bu iflası, kötülüğü, çöküşü görüyor mu, bilmiyorum… Önümüzdeki yerel seçimler bunun bir göstergesi olacak ama bunu görmek için; ön seçim yapan, memleket kaygısı duygusu aşkı olan, sokağa çıkan ve oylarını sayabilen sahici bir muhalefet partisine ihtiyaç var…

Murtaza Demir

Odatv.com

murtaza demir odatv arşiv