OBAMA ÇİN'DEN NE İSTEDİ

Dr. Vakur Kayador yazdı

ABD-Çin Siyasal ilişkileri…

Obama’nın Çin ziyaretinden çok önemli sonuçlar beklemek doğru değil. Örneğin ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkileri başlattığı 1970’li yılların başında yaşanan gelişmeler, II.Dünya Savaşı sonrası kurulan çift kutuplu dünyada deprem etkisi yaratacak nitelikteydi. 1971’de ABD masa tenisi takımının Çin Halk Cumhuriyeti ile yaptığı karşılaşmayla başlayan süreç, 1975 yılında bloklar arası yumuşamanın/detantın yaşanacağı günlere ulaştığında,ortaya-adeta-bir başka dünya çıkmıştı.Sıkı bir ABD-Çin ittifakı belirmişti bu yakınlaşma sonunda… Bu ittifakın çok önemli nedenleri vardı aslında.Daha önce 1960’lı yıllarda Mançurya bölgesinde sınır anlaşmazlığıyla başlayan SSCB- Çin Halk Cumhuriyeti gerginliği, SSCB’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ne verdiği ekonomik desteği kesmesiyle doruğa tırmanmış; bunların sonucu ideolojik farklılıklar da su yüzüne çıkmıştı.1970’li yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti ideologları Mao Zedong önderliğinde “kırlar-kentler kuramı”nı geliştiriyor, çift bloklu dünya düzeninde III.Dünya olarak tanımladıkları bloksuz-bağlantısız ülkeleri örgütleyerek bunların önderliğine soyunuyorlardı.Bu kuram Çin Devrimi örneğinin dünyaya uyarlanmasıydı.Mao; Latin Amerika, Afrika ve Asya’yı kırlar olarak değerlendiriyor ve bu ülkelerin Amerika ve Avrupa’dan oluşan kentleri kuşatıp tasfiye edeceğini öngörüyordu.Mao’nun değerlendirmesi-bir anlamda- günümüzdeki Kuzey-Güney ülkeleri tanımlamasının öncülü durumundaydı. Ayrıca iki süper devlet olarak tanımladığı SSCB ve ABD’yi kâğıttan kaplana benzetiyor, bu ülkelerin er geç bu konumlarını yitireceklerini öne sürüyordu. Bu düşünce Türkiye’de “İki süper devlet,yıkılacak elbet” olarak sloganlaştırılıyordu… O tarihlerde Sovyet kuramcıları ve Batılı uzmanlar tarafından hayli eleştirilen bu düşünceler,on beş-yirmi yıllık bir süre sonrasında yaşamın içinde doğrulanmaya başlamıştı. 1990’lı yıllarda SSCB’nin çözülüp dağılmasından sonra, şimdilerde ABD ekonomisinin çöküş sinyalleri vermesi ve hayata aktarmaya çalıştığı kapsamlı siyasal tasarımlarının her yerde çıkmaza girmesi-sanki- bu öngörülerin gerçekleşmekte olduğunu göstermekteydi.

Kuramlarının, öngörülerinin tutarlılığına karşın, 1975 yılına gelindiğinde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD ile ortak politikalar uygulayarak, her alanda SSCB’nin karşısında yer alması, sosyalistlerin onayladıkları bir siyaset çizgisi değildi. Gerçi o dönemde SSCB’nin-artık-ne kadar sosyalist bir ülke olduğu çok tartışmaya açıktı .İşçi sınıfı siyasal iktidarı-büyük ölçüde-bürokrat/teknokrat oligarşisine terk etmiş durumdaydı. Ama Çin Halk Cumhuriyeti’nin tavrının da pek onaylanacak yanı yoktu. O tarihte ABD-Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki yakınlaşma sonuçu yaşanan köklü değişimin bir örneğinin bugün gerçekleşmesi hiç mümkün görünmüyor.Çünkü gerçekten –şu anda-bambaşka bir dünyada yaşıyoruz.Roller bütünüyle tersine dönmüş gibi görünüyor.

Bu kez görüşmeler siyasal, ekonomik alanlarda ve protokol açıklamalarının ötesine geçmeyecek konularda sürdürülmek zorunda. Obama “Tek Çin” ilkesine saygılı olduğunu belirterek; Tayvan, Uygur ve Tibet konularında Çin Halk Cumhuriyeti’ni hoşnut edecek açıklamalarda bulunuyor. Ancak, bir gazetecinin ABD’nin Tayvan’a silah sattığı iddiasını yanıtlamıyor. Bu konularda Obama ile Çin Devlet Başkanı Hu Jintao diplomatik söylemlerin dışına çıkmıyorlar. Ancak Uzak Doğu’nun,bu, insanı neredeyse çıldırtacak kadar sabırlı .çekik gözlü insanları Tayvan konusunda da bu sabrı gösteriyor ve zamanın kendilerinden yana işlediğini iyi biliyorlar.Bugün Uzak Çin denizlerinde askeri gövde gösterisi yapan ABD’nin bu görkemli görüntülerinin sonsuza kadar sürmeyeceğinin farkındalar. ABD’nin Tayvan’a silah yollamasının yanı sıra Tibet ve Uygur bölgesinde ayrılıkçı hareketleri kışkırttığı-zaten-bilinmeyen şeyler değil. Bu bölgede herkesin-artık-kabul etmesi gereken nokta, ABD’nin buralarda hiçbir şey elde edemeyeceği gerçeği. Bu tür girişimlerin bölge insanlarının acı çekmesinden başka sonuç doğurmadığı, yaşanan kötü deneylerle sabit. Aslında ABD ve genelde Batı, her dönemde bölgesel ve küresel ve bölgesel güç olma potansiyeline sahip ülkeleri bölüp parçalamak için ellerinden geleni yaparlar. Bu yüzlerce yıllık politikalarıdır. Ancak-artık-Çin’de bu politikalarının işlemeyeceğinin kendileri de farkına varmak zorundalar. Zaten bu konular, görüşme masalarının tartışma argümanları bile olamazlar çoğunlukla.ABD, eğer gücü yetiyorsa hedefindeki ülkeyi böler,parçalar;başaramazsa yazgısına razı olur.Özellikle XX.yüzyılda bunun örnekleri vardır…

ABD –ayrıca- İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını frenlemesini, nükleer silah yapımına yönelmemesini istiyor ve bu konuda Çin yönetiminin desteğini bekliyor.Bu da masada kalmaya mahkum,sonuç alınamayacak sorunlardan biridir.İran’ın nükleer enerji alanındaki çalışmaları çok ayrıntılı ele alınması gereken bir durum.ABD’nin.-bırakın İran gibi çok büyük bir bölgesel gücü-herhangi bir ülkeyi bile bundan sonra işgal etmesi zor görünüyor.İran’ı işgal etmesi bir yana,bombardımana kalkışmasının bile çıkaracağı asimetrik bir savaşı ne kadar göze alabileceği tartışmalıdır.Ancak İran’ın nükleer faaliyetlerini bir varlık sorunu olarak algılayan İsrail’in neler yapabileceğini şu anda kestirmek kolay olmasa gerek.Kurulduğundan bu yana İsrail, ilk kez ABD ile bir konuda ciddi bir uzlaşmazlık içinde bulunuyor ve doğrudan doğruya bir ABD askeri müdahalesi bekliyor.Bu ciddi ve tehlikeli gerilimin çözüm merkezinin ise –kesinlikle-Pekin olmadığı ortadadır.

Şu anda ABD’nin Asya’da en önemli beklentilerinin merkezini Afganistan-Pakistan bölgesi oluşturuyor. Hatta bu nedenle, askeri gücünün çok büyük bölümünü de buraya yönlendirmiş durumda. Bu nedenle 2010’da Irak’tan çekilmeye hazırlanıyor ve Irak’ın kuzeyindeki Kürt özerk bölgesinin güvenliğini Türkiye’ye ihale etmeyi amaçlıyor. Bu süreçte Afganistan’da El Kaide karşısında duruma egemen olamaması, ABD için tam bir yıkım anlamına gelecektir. Afganistan’ın denetimden çıkıp, nükleer güç olan Pakistan’a rejim ihraç etmesi durumunda Asya’da çok büyük karmaşa yaşanacaktır. Ardından dünyanın yeni süper güç adaylarından (belki de güçlerinden) biri olan Hindistan, çok ciddi baskı altında kalacaktır. Bu konu, ABD’nin Orta ve Güney Asya’da var oluş mücadelesidir ve ABD-Çin ilişkilerinde en önemli siyasal çatışma alanıdır.Çünkü Çin -doğal olarak-ABD’nin Asya’daki nüfuzunun bütünüyle kırılmasından yanadır.Burada kilit ülke Hindistan’dır ve bütün zarlar bu ülkeyi yanlarına çekmek için atılmaktadır. Bu sorunun da masaya getirilip tartışılacak yanı yoktur ve konu diplomatik söylemlerle geçiştirilmeye mahkûmdur.

Çok Önemli Ekonomik Konular ve Diğerleri

Çin-ABD ilişkilerinde ekonomik konular, en temel anlaşmazlık noktalarını teşkil ediyor. ABD çok acı bir biçimde üretimine pazar bulamamanın sancılarını yaşıyor. Şu anda-galiba- ABD için Marks’ın kuramı, çok ilginç ve farklı bağlamda gerçekleşiyor. Marks; kapitalist üretim ilişkileri içinde bir gün sermayenin sınırsız zenginleşeceğini, buna karşılık sermaye sahibi olmayan, hayatını emeğiyle kazanan geniş kitlelerin hiçbir şey satın alamayacak kadar yoksullaşacaklarını, yani arz-talep/üretim-tüketim dengelerinin allak bullak olacağını ve sistemin çökeceğini öngörmüştü. Özetlemek gerekirse, ürünlerine pazar bulamamak kapitalizmin sonunu getirecekti. Oysa merkez ülkeler, yani ABD ve Avrupa, çevre ülkelerden, yani günümüzde Güney olarak adlandırılan ülke insanlarının terinden ve kanından aktardıkları artı değerden işçi sınıfına pay vererek talebi canlandırmayı başarmış, içeride de pazarı genişleterek sistemi kurtarabilmişlerdi. Dolayısıyla kapitalist sistemin yaşayabilmesi için her zaman sömürü alanlarına ihtiyaç vardı. XX. yüzyılın başı-bu anlamda-kapitalizmin altın çağıydı. Kendilerinin dışındaki bütün kıtalar, coğrafyalar tamamiyle ucuz hammadde ambarı ve pazar konumundaydı. Yalnız Almanya ve İtalya’nın gelişmiş endüstriyel üretimlerine karşın pazarlarının olmaması, dünyaya iki büyük savaş felâketi yaşatmış, daha sonra sistem kaldığı yerden yoluna devam etmişti. Ancak I.Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın en geniş coğrafyasına sahip Rusya’da sosyalist bir cumhuriyet kurulmuş, bu dev ülke hammadde deposu ve pazar olmaktan kurtularak, kapitalist sistemin dışına çıkmıştı. II.Dünya Savaşı sonrasında ise Doğu Avrupa ülkeleri sistemden ayrılırken, 1949’da dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de Mao Zedong önderliğinde sosyalist devrim gerçekleşmiş, kapitalist dünyanın soluğu iyiden iyiye kesilmeye başlamıştı. Daha sonra Kuzey Kore, Vietnam, Kamboçya, Laos gibi Asya ülkeleriyle Afrika’nın birçok ülkesinde devrimler gerçekleşmişti.Ancak belirtmekte yarar var,bağımsızlığını kazanan Afrika ülkeleri iktisadi ve siyasi anlamda Batı’nın prangalarından kurtulamamış,sosyalizmi doğru dürüst hayata geçirememişlerdi. Bu arada 1959’da Küba, 1960’lı yılların başında Irak ve Suriye, Mısır’a katılarak Batı yörüngesinden çıkmışlardı. Ancak Orta Doğu’da II.Dünya Savaşı sonrası İsrail’in kurulmasıyla hiçbir zaman huzur ve istikrar sağlanmamıştı.

Bu arada Japonya, iştah uyandırmayan coğrafyası ve çok sınırlı kaynaklarıyla Batı’nın ilgi alanının dışında kalma özelliğini çok iyi değerlendirmiş, bütünüyle sağ yöntemlerle, “yap-işlet-devret” modeliyle endüstriyel gelişimini tamamlamış, dünya ekonomisinin devleri arasına girmişti…ABD’nin 1965’ten-1972’ye kadar Vietnam’da çırpınması da boşuna değildi. ABD’nin bölgeyi terk etmesinden sonra, artık bu ülkenin kendilerine askeri müdahalede bulunamayacağı güvenini kazanan Pasifik kaplanları da devlet teşvikleriyle ve Japonya gibi sağ politikalarla ileri teknolojiye dayalı sanayilerini kurmuşlardı. Güney Kore, Tayvan, Hong-Kong,Singapur ve Malezya da-artık- dünyada başlı başına bir ekonomik güçtü...Kısacası Atlantikçiler için II.Dünya savaşından 1980’e kadar uzanan zaman dilimi tam bir gerileme dönemiydi.1980 yılı ,Batı’da deregülasyon süreci olarak anılıyordu ve Batı sermayesi için silkinme,toparlanma zamanı gelmişti..

1990 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ve reel sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde çöküşüyle yepyeni bir dünya ortaya çıkmıştı. Artık, dünya dengelerini bozan sosyalistler olmadığına(!)göre, dünya esenlik içinde, kapitalist yöntemlerle ve iş bölümüyle huzur ve esenliğe ulaşabilirdi. Ancak işler beklendiği gibi gitmemişti. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar, yoksul Güney’den zengin Kuzey’e artı değer akışı hızlanarak devam etmiş ve bu miktar inanılmaz boyutlara varmıştı.Ayrıca savaşlar durmamış; Panama, Somali, Afganistan, Irak işgal edilmiş, Fildişi Sahilleri bombalanmıştı.

Ancak yavaş yavaş kapitalistler adına da çok vahim gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. Dünyada yeni büyük güçler sahneye çıkıyordu artık. Son derece farklı dinamikler sonucu beliren bu durum; Latin Amerika’da Brezilya’yı, Kuzey Asya’da Rusya’yı Güney Asya’da Hindistan’ı, Uzak Doğu’da Çin’i yeni devler olarak dünyaya sunmuştu. Ayrıca Kuzey Kore, İran, on’a yakın Lâtin Amerika ülkesi sistemin dışına çıkmış, AB-ABD zincirlerini kırmaya başlamışlardı. Yani-örnek uygunsa eğer-yüz metrelik bir ara sokakta altı süpermarket, birkaç bakkal dükkânı açılmıştı. Bu kadar üretici bu dar sokakta ne yapacaktı ,ürünlerini kime satacaktı? Kahredici soru akıllara takılmıştı bir kere, yoksa kapitalizm çöküyor muydu? Acaba insanlık, yeniden Marks’ın kuramıyla mı karşılaşıyordu? Evet,Marks’ın öngörüleri bire bir gerçekleşmemişti ama düzdoğrusal bir çizgi izlemeyen öngörüleri –aynen söylediği üzere- son durağa ulaşmış ve kapitalizm üretim fazlası içinde kıvranmaya başlamıştı.Son on beş yılda yaşanan krizler ve şu anda yaşamakta olduğumuz büyük ekonomik kriz bunu doğular nitelikteydi.Ancak bu krizler herkesi aynı ölçüde vurmuyordu.ABD çok büyük kamu ve özel sektör açıklarıyla daralıp çöküş sinyalleri verirken,Çin Halk Cumhuriyeti bu çok zorlu koşullarda ekonomisini %16 büyütmeyi başarıyordu.Yapay yöntemlerle ve üretimden kopuk,iyice büyümüş ekonomisiyle Türkiye ise %16 küçülmeyi başarı gibi gösteren yöneticileriyle yoluna devam ediyordu.

Çin Halk Cumhuriyeti ise on ya da on beş yl sonra dünyanın en büyük ekonomisi olmaya hazırlanıyor. Aynı dönemlerde belki en büyük askeri güç konumuna da gelebilecek.Para birimi Juan’ın ne zaman dünya para birimi olacağı da ayrıca tartışılıyor.Çinli yöneticiler ise hiçbir zaman emperyal bir güç olmayacaklarını dile getiriyorlar.Önceki Devlet Başkanı Jiang Zemin,görevdeyken NPQ dergisine ilginç bir demeç vermişti.Batılıların Çin’i kendi değer yargılarıyla değerlendirdiklerini söylemiş ve şu noktanın altını çizmişti.Batı’da ekonomik güç kimdeyse egemen güç o olmuştu,bu kapitalizmin doğası gereğiydi.Oysa Çin Devrimi’nden sonra bu ülkede her şey kamu yararını önde tutan sosyalist yöneticiler tarafından planlanmış ve bugünkü mucize gerçekleşmişti.Hatta otomotiv sanayiinin teknolojik birikimi ve altyapısı olmasına karşın bu alana –henüz-yönelmemiş olmalarını,doğacak istihdam sorunu ile açıklamıştı.Emek yoğun endüstrilere ağırlık vermeleri de aynı gerekçeyle açıklanabilirdi.Jiang Zemin ve Çinli yöneticilerin düşünceleri böyle ama bunun ne kadar sürebileceği,ne kadar zaman daha ekonomik gücü elinde bulunduran kapitalist burjuvazinin kontrol altında tutulabileceği ciddi bir soru olarak ortada duruyor.Formüle etmek gerekirse,Çin’in geleceğini sosyalist bürokratlarla kapitalist burjuvaların ilişkisi,-belki de- çatışması belirleyecek.Bu –bir ölçüde-dünyanın geleceğinin de çizilmesi anlamını taşıyacak

İki ülke arasındaki ekonomik talepler ise yıldızı yükselen bir Asya kaplanıyla,-artık –dünyanın başat gücü olma özelliğini yitirmekte olan eski tüfek bir cengâverin trajik karşılaşmasını andırıyor. Maliyetlerin çok ucuz olduğu Çin,ürünlerini dünyanın her yerine olduğu gibi-hatta-her yerden çok fazlasıyla Amerika’ya da pazarlıyor.Amerikan orta sınıfı,şu an itibariyle Çin’in en büyük hedef kitlesi durumunda.Bu ekonomik iletişim sonunda,ABD şu anda Çin’e 800 milyar Dolar borçlanmış durumda.Ancak son küresel kriz Amerikan halkının satın alma gücünü ve eğilimlerini fena halde tırpanladığı için bundan Çinli üreticiler de olumsuz etkileniyor.Bu anlamda Çin’in de –önemli ölçüde-ABD’ye bağımlı olduğunu belirtmek gerekiyor.Ancak-yukarıda da belirttiğim üzere-rakamlar ortada.Çin bu olumsuz koşullarda bile hâlâ büyümesini sürdürebiliyor…Sonuç olarak ABD Çin’in ihracatını sınırlayıp ithalatını artırmasını ve Çin para birimi Juan’ın kur değerini yükseltmesini istiyor.Çin ise ABD Doları’nın yüksek değerde olmasından ve ABD’nin tahvillerini Çin’e satmak için ısrarcı davranmasından rahatsız…Bunla-eninde sonunda- tıkanma noktasındaki bir ekonomik yapı ile güçlenen bir ekonomi arasındaki ekonomik ilişkilerin görüntüleri…Bütün bunların gerisinde bir dünya gerçeği de iyiden iyiye kendini hissettiriyor.Kapitalizmin-bizzat-kendisinin bir çıkmaz sokaktan başka bir şey olmadığı ve insanlığın biricik kurtuluşunu, evrensel-bilimsel planlamada yattığı hissediliyor

Bunun dışında –başta-internet kullanımı olmak üzere- ABD’nin temel hak ve özgürlükler konusundaki “büyüklere masallar”ını ciddiye alacak hâlimiz yok herhalde. Kötü kalpli,yılan ruhlu Bush’tan sonra çikolata tenli,altın kalpli, Nobel ödüllü Obama’yı bağrımıza basacak değiliz elbette…Son olarak şunu da söylemekte yarar var. Çevre duyarlığı konusunda dünyanın sicili en bozuk ve sabıkalı iki ülkesinin ambalajlı,cilalı söylemlerinin inandırıcılığı olabilir mi hiç?

Obama’nın Çin gezisinin-genel olarak-akla getirdikleri bunlar...

Dr. Vakur Kayador

Odatv.com

arşiv