NEW YORK MÜSLÜMAN MEZARLIĞINI KURAN BİR SOSYALİST KADINDI

Soner Yalçın yazdı

Nuray Mert’in, Türkiye’nin siyasi geleceğine ilişkin sözleri bazı çevrelerden acımasız tepkiler aldı. Artık, “hedef gösteren bu zalim yayınlardan ne zaman kurtulacağız” arayışında değilim. Bu polemikler sürerken üç kadını düşündüm. Birini belki tanıyorsunuzdur; Gazeteci Sabiha Sertel. Diğer ikisini tanımıyorsunuzdur; biri öğretmen Macide Müstecaplıoğlu, diğeri ise ev kadını Naima Dursun. Kalemlerini işaret parmağı gibi kullanıp hedef gösterenlerin, insanların hayatlarını nasıl yok ettiğini bu üç kadının acı hikayesiyle anlatmak istiyorum...

Sabiha Sertel gazeteciliği meslek olarak seçmiş ilk Türk kadınıydı.
1895 Selanik doğumluydu. Terakki Mektebi’nde okudu.
İlk makalesini 17 yaşında “Sabiha Nazmi” adıyla “Genç Kalemler” ve “Yeni Felsefe” dergilerinde yazdı.
Selanik’in Yunanlılara düşmesi sonucu İstanbul’a geldiler.
Üç yıl sonra Gazeteci Zekeriya Sertel’le dünya evine girdi.
İşgal yıllarında Zekeriya Sertel tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’ne tıkıldı.
Sabiha Sertel Halide Edip ile mitingden mitinge koştu. “Büyük Mecmua” dergisini çıkardı.
Dergi İngilizlerin emriyle kapatıldı.
Halide Edip, çok göz önünde olan Sertel çiftini, başlarına bir şey gelmemesi için Columbia Üniversitesi’nden bir burs sağlayarak ABD’ye gönderdi.
New York’ta boş durmadılar. Mühendis Hamdi, Salih Zeki, Naci ve Taşköprülü İsmail beylerle Türk Teavün Cemiyeti’ni ( Turkish Welfare Association) kurdular.
Kurucu tek kadın Sabiha Sertel’di.
Ve cemiyetin ilk başkanı da o oldu.
Türk Teavün Cemiyeti’nin ilk faaliyeti, Anadolu’ya gönderilmek üzere para toplamak oldu.
İkincisi ise New York’a Müslüman mezarlığı açmak oldu.
ABD tarihinin ilk Müslüman mezarlığını açarak, Müslümanların buraya defnedilmesini sağlayan kişi Sabiha Sertel’di.
Mezar taşlarına birer hilal resmi koyduran da oydu.
O, Amerika’daki Türk işçilerinin bacısıydı.

İlk “sınıf” bilinci

Sabiha Sertel bir yanda Türk işçilerinin yardıma koştu diğer yanda sosyoloji öğrenimi gördü. ABD’nin en saygın sosyoloji profesörü F.H. Giddings’ten dersler aldı.
Bir başka hocası William Ogburn’un okuması için verdiği Engels’in “Ailenin kaynağı” kitabı ufkunu açtı. A. Bebel’in “Kadın ve sosyalizm” kitabı onda “sınıf” bilinci oluşturdu.
Ve 1923’de Ankara’ya döndüler.
Zekeriya Sertel Basın Yayın Genel Müdürü yapıldı.
Sabiha Sertel ise Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalışmaya başladı.
Ancak Ankara’da umduklarını bulamadılar; yeni oluşan bürokrasiye uyum sağlayamadılar. İstifa edip İstanbul’a geldiler.
1 Şubat 1924’de “Resimli Ay” dergisini çıkardılar. Çocuk Ansiklopedisi hazırladılar.
Şeyh Said isyanı sırasında basına getirilen sansür sonucu, demokrasi mücadelesi veren Zekeriya Sertel Sinop’a sürgüne gönderildi. 1.5 yıl sonra afla evine dönebildi.
Bu arada Sabiha Sertel “Sevimli Ay”ı çıkardı!
1928’den sonra “Resimli Ay’ın ikinci dönemi başladı. Dergi sosyalizmi savunan yayınlar yaptı. Nazım Hikmet, Vala Nurettin, Sabahattin Ali, Suat Derviş gibi yazarları vardı.
Putları yıkıyorlardı. Ancak put yıkmak kolay olmadı. Sabiha Sertel kimi zaman hakim karşısına çıktı.
35 yaşındaydı ve siyasi nedenler yüzünden hakim karşısına çıkan ilk kadın gazeteciydi.
Kimi davalarda hakkında 20 yıl hapis istendi.
Artık polis takibi altındaydı.
Ve sonuçta derginin diğer ortakları korktular; Serteller ile yollarını ayırdılar.

Linç edildiler

1934 yılında Ahmet Emin Yalman ve Halil Lütfi Dördüncü’yle birlikte Tan Gazetesi’ni çıkardılar.
Sabiha Sertel önceleri Tan’da yazdı; ancak makaleleri Yalman tarafından sansür edilince vazgeçti. Kautsky’nin “Sınıf Kavgası”; Lenin’in “Harp ve Sosyalizm”; Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitaplarını çevirdi. Kitapları kendi parasıyla bastırdı.
Bu arada çocuk yuvası/kreş açtı. “Projektör” adında dergi çıkardı.
Yalman gazeteden ayrılınca Tan’da tekrar yazmaya başladı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler aleyhinde yazılar kaleme aldı.
Makaleleri nedeniyle yine yargılandı.
Demokrasi mücadelesi zorlukla yürüyordu.
Sabiha Sertel yılmıyordu.

Savaş sonrası Türkiye çok partili hayata geçiş için adım attı.
Bu sayfada daha önce yazdım; “bir parti kurmak için yola çıkan liberaller ile sosyalistleri kimler ayırdı” diye.
Demokrat Parti’nin ilk kuruluş çalışmasında Sertel çifti de vardı.
Celal Bayar ve Adnan Menderes ile “Görüşler” adlı dergi çıkardılar.
Görüşler partinin yayın organı olacaktı.
Ancak dergi bir sayı çıkabildi.
Derginin adındaki “G” harfinin orak şeklinde yazıldığı iddia edildi.
Basın bu anlamsız benzetmeyle Serteller’e savaş açtı. Yazmadıklarını bırakmadılar.
Ve sonuçta 4 Aralık 1945’te “Görüşler” dergisi, Tan gazetesi ve bunların basıldığı matbaa kışkırtılan gençler tarafından yerle bir edildi.
Sosyalistler ile liberallerin birleşip parti kurmasından çekinenler böyle bir tertibe başvurmuşlardı.
Bu olayın suçlusu olarak Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel cezaevine atıldı!
Tüm bu olanları DP'nin liberalleri korkup, sadece seyretti.

Vasiyeti yerine getirilmedi

Cezaevinde dört ay yattıktan sonra “suçsuz” oldukları anlaşıldı!
Serteller zor günler geçirmeye başladılar.
Dergi, gazete çıkarılmalarına izin verilmedi. İnsan Hakları Derneği kurmaya çalıştılar; yaptırmadılar.
Nazım Hikmet’e yapıldığı gibi bir yalanla yıllarca hapishaneye sokulacaklarını düşünmeye başladılar.
Yurt dışına gitmek istediler. Sabahattin Ali gibi öldürülmekten korktular. Güçlükle pasaport aldılar. 1950 Mart ayında uçakla yurt dışına çıktılar.
Sabiha Sertel’in bir daha Türkiye’ye girmesine izin vermediler.
1968’de Azerbaycan’da öldü.
Vasiyeti vardı; mezar taşına şu yazılacaktı:
“Ölürsem görmeden ümit ettiğim feyzi,
yazılsın seng-i kabrimde,
vatan mahzun, ben mahzun.”
New York’ta Müslüman mezarlığı kuran Sabiha Sertel’e bunu bile çok gördüler; yazdırmadılar…

Dün Sabiha Sertel’i linç edenlerin bugün hedefinde Nuray Mert vardır.
Bilsinler ki, ateşi sever yanmış çocuk.

BU İNTİHARDAN HEPİMİZ SORUMLUYUZ

Ankara’dan sessiz sedasız bir cenaze kalktı.
Naima Dursun intihar etmişti…

Turan Dursun’u tanıyor musunuz?
İmamdı; ateist oldu. Dinle ilgili makaleler, kitaplar yazdı.
4 Eylül 1990’da İstanbul’da öldürüldü.
Turan Dursun’un yazdıklarına söylediklerine katılırsınız ya da karşı çıkarsınız.
O dönemde Turan Dursun’u eleştiren yazılar da çıktı.
Ama bir çevre vardı ki, onlar Turan Dursun’un ölümünden sorumlu oldular.
Çünkü onlar tartışmıyordu; işaret parmaklarıyla Turan Dursun’u gösteriyorlardı.
“İşaret parmakları” yerine kalemlerini kullandılar.
“Katli vacip” diye yazdılar.
Sonra…
Sonra Turan Dursun’u vurdular.
Cesedi saatlerce kaldırımda kaldı. Vatandaşlar utandı; arkası açık bir kamyona koyup hastane morguna taşıdılar.
Sonra herkes bu cinayeti unuttu.
Bir kişi hariç…
Turan Dursun’un eşi Naima Dursun.
Kabul edemedi eşinin öldürülmesini.
Bir böceğe bile kıyamayan kocasının neden öldürüldüğünü kendine anlatamadı.

Turan Dursun hayatta iken eşi hakkında şunu söylemişti:
“Eşime hep önem verdim. Hep bir şeyler vermeye çalıştım. Verebildim mi, veremedim mi bilmiyorum. Çok eksikliklerim var. Ama hiç kimsenin karısının olmadığı kadar karım bana aşık olagelmiştir. Komşularımız da şaşardı. Bana göre karı koca bu duygularını zamanla yitirirler. Karımın bu durumu sürmüştür. Onun bu duygusal yoğunlaşması, benim karıma daha da önem vermemi gerektirmiştir. Önem verdim de ne yaptım?...”
Turan Dursun kafasındaki soruların peşine düştü.
Hep araştırdı; hep yazdı.
6’ıncı yüzyıl Arapça’sını bilen ender din adamlarından biriydi.
Yazdıkları çok tartışılır hale gelince Ankara’dan İstanbul’a taşındı.
Eşinin ve üç çocuğunun başına bir şey gelmesinden korkuyordu.
Biliyordu bir gün öldürüleceğini. Bunu yakın çevresine söylüyordu da.
Rahatsızdı radikal dinci yayın organlarında hakkındaki çıkan yazılardan.
Ama yine de yazdı, yazdı, yazdı.
Ve 4 Eylül 1990’da susturdular.
Naima Dursun o kahredici günü hiç unutmadı, unutamadı.
Ölmek istedi.
Allah’a inancı vardı; hep dua etti canını alması için.
Sonra…
20 yıl sonra…
Kendi elleriyle ölüme gitti…
Turan Dursun’u da, Naima Dursun’u biz öldürdük.
Sorumluları vicdan azabı çekiyor mu?
Hiç sanmam.
Çünkü biliyorum ki, bu yazıyı yazdım diye, beni hedef tahtasına koyacaklar.
“Bakın, ateisti nasıl savunuyor” diyecekler.
Bilmezler ki, vicdanından korkan kimseden korkmaz…

MACİDE MÜSTECAPLIOĞLU’NU TANIR MISINIZ

Macide Hanım’ın eşi Esat Adil Müstecaplıoğlu idi.
Esat Adil 1904’de Balıkesir’de doğdu.
Din bilgini Adil Efendi’nin oğluydu.
Ağabeyi Haydar Adil, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Balıkesir (Karasi) milletvekili olarak görev yaptı.
Esat Adil 15 yaşında Kuvay-i Milli Hareketi’ne katıldı.
Kurtuluş’tan sonra öğrenimini tamamlamak için İstanbul’a gitti.
“Zafer-i Milli”de, “Türk Dili”nde yazıları, şiirleri yayınlandı.
Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
Hukuk doktorası için Belçika’ya gitti.
Burada sosyalizmle tanıştı; II. Sosyalist Enternasyonal’in önderlerinden Emil Vandervelde’nin konuşmalarından etkilendi.
Brüksel Üniversitesi’nde Deniz Hukuku doktorası yaptı.
1932’de Balıkesir’e döndü. Adliye’de çalışmaya başladı.
Bu arada, Halkevi’nin kuruluşunda yer aldı; başkanı oldu. Dergi çıkardı; günlük gazete yayınladı. Kitaplar yazdı: “Faşizm, Bolşevizm, Demokrasi”; “Milliyetçilik nereye Sürükleniyor?” gibi.
Edremitli bir eşraf ailesinin kızı öğretmen Macide Hanım’la evlendi.
1938’de Temyiz Mahkemesi Başmüdür muavini oldu. Ankara’ya taşındılar.
Sonra Cezaevleri Müfettişliği yaptı. İmralı Cezaevi’nin, Edirne Islahevi’nin kuruluşunu gerçekleştirdi.Ek olarak, İzmit Cumhuriyet Başsavcılığı ve Ege bölgesi Adalet Müfettişliği görevlerini de yürüttü. Üç maaş alıyordu. Ekonomik durumu çok iyiydi.
Ama o bunlarla mutlu değildi.
Serteller’in Tan Gazetesi’nde “Adiloğlu” takma adıyla makaleler yazdı. Kimliği ortaya çıkınca, görevinden atılacağını anlayıp istifa etti; avukatlık yapmaya başladı.
Arkadaşlarıyla birlikte “Gün” dergisini çıkardı.
Serteller’in DP’nin önde gelen isimleri Celal Bayar-Adnan Menderes ile birlikte çıkardıkları “Görüşler” dergisinde yer aldı.
4 Aralık 1945’teki Tan Gazetesi ve matbaasının yağlanması olayında canını zor kurtardı.
Yılmadı tekrar “Gün”ü çıkardı.
Ve DP ile yollar ayrılınca 14 Mayıs 1946’ta Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurdu.
“Gerçek” gazetesini çıkarmaya başladı. Sabahattin Ali, Aziz Nesin yakın yol arkadaşlarıydı.
16 Aralık 1946’da partisi kapatıldı ve tutuklandı. Sansaryan Han’da Birinci Şube’den Parmaksız Hamdi’nin işkencelerinden canını zor kurtardı.
5 ayı emniyette olmak üzere 13 ay tutuklu kaldı.
Yoldaşı Sabahattin Ali’nin öldürülmesi davasını üstlendi.
“Gerçek” dergisini yeniden çıkardı.
28 Ağustos 1950’de Türkiye Sosyalist Partisi’ni yeniden kurdu.
Partisi yine kapatıldı; Asım Bezirci, Atilla İlhan gibi arkadaşlarıyla yine cezaevine tıkıldı. En büyük suçları; Kore’ye asker gönderilmesini protesto etmekti!
Çocukluk ve okul arkadaşları DP’nin bakanları olmuşlardı; ancak o bir gün bile yardım istemedi.
Cezaevine düşen solcuların avukatlığını yaptı. Bazı gazetelerde “Avukatınız Diyor ki” köşesini hazırladı.
Ve 22 eylül 1958’de öldü.
Daha 54 yaşındaydı…
Diyeceksiniz ki Esat Adil’in eşinin hikayesi nerede?
Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden Macide Hanım gözaltılar, cezaevleriyle dolu bu hayatı kaldıramadı. Akıl hastası oldu. Bakırköy’de yattı.
Oğlu Adil Müstecaplıoğlu annesini şöyle anlatıyor:
“Babamın politik mücadelesinin yarattığı sıkıntılar, normal bir aile yaşamının olmayışı annemde psikolojik rahatsızlıklar doğurmaya başlıyor…”
Bu zulmü bizlere tekrar anımsatan, “Unutulmuş Sosyalist: Esat Adil” kitabının yazarı Emin Karaca’ya çok teşekkür ederim…
Macide Hanım’ı bana anımsatan Nuray Mert’e yapılanlardır.
İnsanların acılara duyarlı olması kolaydır; zor olan düşünceye duyarlı olmaktır.
Macide Hanım’ın sonunu düşünceye düşmanlık edenler hazırlamıştır çünkü…

Soner Yalçın

Odatv.com

arşiv