MÜMTAZ İDİL YORUMCULARDAN NEDEN KORKUYOR

Odatv yorumcuları artık “korkulur” hale geldi. Yanlış, eksik, tutarsız, anlamsız şeyler yazmaya görün; anında gerekli düzeltmeler yapılıyor. Üstelik...

Odatv yorumcuları artık “korkulur” hale geldi.
Yanlış, eksik, tutarsız, anlamsız şeyler yazmaya görün; anında gerekli düzeltmeler yapılıyor.
Üstelik son derece nazik, fısıldar gibi...
Bir de başına ve sonuna ekliyorlar: “Yayınlamayın ama...”
Yani, “ben düzelttim” ayağına gitmiyorlar. Nazikçe, dostça, arkadaşça, utangaç kelimelerle, “hatırlatayım...” diyorlar.
Hepsi öyle değil kuşkusuz. Tüm yorumcularımızı, nezaket bağlamında tabii, aynı kalıba koymak mümkün değil, ama zaten sizler onların yorumlarını pek görmüyorsunuz. Arada bir “kaçan” oluyor, ama genelde Odabudsman hemen yakalıyor.
Odatv’de işler, bir satranç tahtasında taşların birbirini koruması sistemi gibi çalışıyor, emin olabilirsiniz.
Ama benim bu yazı ile değinmek istediğim, Odabudsman’ın yorumlarla ilgili ele aldığı konuları yinelemek ve seçtiği yorumlara benzer yorumları burada tekrarlamak değil.
Benimki kişisel.
Kendi ürküntülerim.
Yazı yazmaya soyunan kişi, okuruna saygı duyuyorsa eğer, elinden gelen tüm dikkati yazdığı yazı ile bütünleştirmek zorunda. Maddi hatalar elbette yapılabilir. Çok da doğaldır ve düzeltilebilir. Ama bu hataların “akil” düzeyde olması ve bu konuda ısrarcılığa varması tehlikeli boyutları da doğurur.
Yazarlar elbette dünyanın en “akıllı” adamları değiller. Hatta vasat zekalarla ortalıkta dolaştıklarını bile söyleyebiliriz. Ancak bir yetenekleri vardır ki, işte o ya doğuştan vardır; tıpkı satrançtaki vizyon gibi, ya da çok çalışarak edinilebilir.
Nitekim Charles Dickens’ın, Marlow’un bir romanını yüzlerce kez yazarak onun üslubunu taklit ettiği, bu üslubun üzerine de kendi üslubunu yerleştirdiği söylenir.
Aynı şey Dostoyevski’nin Gogol’ün eserlerini taklit etmesiyle edebiyat dünyasına girmesinde görülür. “İnsancıklar” adlı ilk romanı Gogol’ün bir eserinin aynısıdır, ama gelmiş geçmiş en büyük Rus eleştirmeni kabul edilen Belinski bile ilk okuduğunda bunu anlamamış ve Dostoyevski’yi ilk ve son kez göklere çıkarmıştır.
Yazarların yaptıkları “maddi olmayan” hatalar, okurlar tarafından ortaya çıkarıldığında, aslında hoş bir iletişim de başlamış olmalıdır, ama her zaman olmuyor tabii ki.
Maddi olmayan hatalardan kastım, “intihal” olayı. Elbette yazar, “intihal” diye bir şey asla başvurmadığını, yazdığının kendisine ait özgün birikimler olduğunu iddia edecektir. Karşısına somut örneklerle bile çıkılsa, eğer gerçekten bir “tırtıklama” söz konusuysa, zaten önlemlerini almış olduğundan, daha yüksek sesle ret yoluna gidecektir.
Ya da Orhan Pamuk gibi mesela, susacaktır.
Ne yazık ki edebiyatta susmak, “sükut ikardan gelir” vecizesini doğrulayacak güçte değildir. Habil ile Kabil’den bu yana insanoğlunun değişmez özellikleri olan hırs, ölüm korkusu, bencillik, aşk, hıyanet, iyilik, azim, sevgi, düşmanlık, kıskançlık, yalan; yazının var olduğu günden bu yana hep işlendiğinden, elbette birbirine benzer temalarla okurlar karşılaşacak, yazarlar da bilerek veya bilmeyerek bunları benzer şekilde işleyecektir.
Bundan elli yıl önce, “intihal” olayları yakalanması güç bilgi hırsızlığıydı. İletişim ağları daha hızlandıkça, yakalamak daha da kolaylaştı.
Günümüzde ise artık kaçmak imkansızlaştı.
Değil intihal, şimdi artık kelime düzeyindeki hatalar bile “yakalanıyor”...
Bu yüzden kendi adıma, “yorum” yazanları çok önemsiyorum. Kimi zaman yanlış yazdığım bir şey yüzüme vurulduğunda sarsılmıyor değilim, ama bir sonraki yazıma sakladığım bu “duygusal intikamım” beni daha dikkatli yazmaya zorluyor.
Müthiş bir “itici potansiyel” oluyor.
Okur, “bana saygısızlık etme,” diyor. Ben de bir sonra yazacağım yazıyla “evet, haklısınız” demeye çalışıyorum.
Kimi zaman yazdığım yazıya gelen eleştirilerden anlıyorum ki, ne demek istediğimi anlatamamışım.
Hemen toparlanıp, “aslında bunu değil şunu demek istemiştim,” şeklinde bir düzeltme ise, herhalde “yazı yazmaya oturmuş” birinin yapabileceği, başvurabileceği en son savunmadır.
Bir makale, bir öykü, roman son nokta konduğundan itibaren artık yazarın malı değildir. Okur, ondan ne anladıysa odur. Yazar neyi anlatmak istediğini bir tek okura bile anlatamamışsa eğer, kalemini bir kenara koyup dinlenmeye çekilmelidir. Bu dinlenmenin sonunda da yazı yazmaya kalkışmamalıdır.
Ama yazdığını bir kişinin bile anladığını gördüğü andan itibaren de, tüm gücüyle anlatmak istediğini savunmayı sürdürmelidir. Çünkü ardında bir kişi daha vardır ki, kendisi ile savaşacak ve tartışacaktır.
Kamuya mal olmuş yazılar, öyküler, şiirler, romanlar bir daha “düzeltilmemek” koşuluyla kayda geçmiştir. Geri dönüşü olmayan böyle bir yolda ilerleyen yazar da azami dikkati göstermek ve yaptığı işi ciddiye almak zorundadır.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki –zaten yazının bir amacı da buydu- Odatv benim için tam bir okul oldu. 60 yaşına aylar kala böyle bir okulda ders gördüğüm için de kendimi şanslı sayıyorum.
Babam da zaten, “büyüyünce iyi bir yazar olacak,” diyor benim için.

Mümtaz İdil
Odatv.com

mümtaz idil arşiv