Marks yaşasaydı Piazzola'yı alnından öperdi

Bir an için aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda öznel olmadığını düşünün. Bütün felsefe tarihini bu cümle üzerine kurabilir ve...

Bir an için aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda öznel olmadığını düşünün. Bütün felsefe tarihini bu cümle üzerine kurabilir ve geliştirebilirsiniz. Felsefenin zaman zaman düştüğü sefaletin bir anlamda açımlamasıdır. Bunu öne süren elbette ben değilim, müzikte yetkin bir isim olan Thodore W.Adorno’nun düşüncesi.

Adorno’ya göre aklın nesnel olamamasının nedeni insanın kendi hayatının öznesi olamamasından kaynaklanır, ki bu, bugün bütün dünyanın üzerinde durduğu önemli bir saptamadır. Herkes yaşamında kendisi olamadığından yola çıkarak bir başka boyutta kendini tanımlamaya çalışır. Kendisi olmayan bir “kendisini” açıklamaya kalkar ve genellikle de bu, yalnız kaldığında düşeceği bunalımın boyutunu artırmaktan öteye geçmez.

Şöyle bir saptamayla konuya girelim: Dans eden insan saldırgan olmaz. Dans eden insanın müziğe ihtiyacı vardır, içsel olarak yarattığı müzikle de dansedebilir, dıştan kendisine sunulan müzikle de, ama tek ve değişmez özelliği vardır: Saldırgan olmamak.

Tüm müzik türleri aynı görevi görür: Saldırgan olmamak. Nazi Almanya’sında SS’lerin dillerinden düşürmediği “Tomarrow Belongs to Me” marşı bile özünde saldırgan değil, özlemdir. Bazı müzik türleri devrimci özellik taşır. Protesttir, karşı koyandır ve isyan edendir. Tango, Çaça, Salsa, Rock, Protest Country, Fovist, Dadaist, Sürrealist, Varoluşçu... Tüm bu müzikler bir karşı koyuştur. Toplumu yönetenlerin bir adım ötesindedir.

İşin tuhaf yanı, dünya müziğini belirleyen en önemli eserler kilise müziğinin sokağa yayılmasıyla başlamıştır. Kilise müziği itaate dayalı, yakarmayı içeren ve ağıtlarla bezenmiş bir müzik türüdür, ama büyük deha Bach bunu sokağa aktarmayı becermiş ve çok sesli müziğin tüm dünya sokaklarına yayılmasını sağlamıştır.

Bu yazıda konu etmek istediğim genel anlamda çok sesli müzik değil. Tango’dan yola çıkarak müziğin devrimciliğini ve önderliğini anlatmaya çalışmak. Astor Piazzola Arjantinli bir besteci. Dünya çapında ünlenmiş eserleri var, ama bir tanesi var ki gerçekten dinlemekten ve izlemekten bıkmayacağınız bir eser: Libertango.

Önce tango ismi nereden gelmiş, ona bir bakalım. Ansiklopedik bilgilere göre bir çok öyküsü var tangonun. Daha çok da ekonomik yetersizliklerin, sosyal problemlerin, düş kırıklıklarının, yabancılaşmanın toplamı olduğu söylenir. İşin ilginç yanı, tüm müzik türleri için bunun hiç değişmeden aynı şekilde söylenebilmesidir. Ne bizde moda olan arabesk müzik, ne Vivaldi’nin 4 Mevsim’i, ne Çaykovski’nin Kuğu Gölü ne de Afrika’nın tamtamları bu kuralın dışına çıkamaz. Müzikte beğeniler alışkanlıkla ilgilidir daha çok ve yaygın olan enstrümanların kullanıldığı müzik türleri o ülkenin beğeni ölçüsünü de belirler.

Adorno, Hegel’in müzik üzerine düşüncelerinden yola çıkarak, tıpkı Marks’ın yaptığı gibi, onun düşüncelerini ayaküstü oturtmuştur. Salt beğeniye dayalı kulak alışkanlığının müzik estetiği konusunda yeterli olamayacağını kanıtlamıştır, ama bunu yaparken “devrimcilik” gibi bir kaygısı hiç olmamıştır.

Ancak iş sadece devrimcilikten kaçmakla kalmaz. Her ülkenin halk müziği adı altında icra ettiği otantik müziğin kaçınılmaz bir devrimci yanı vardır. Müzik bir eğlenceden çok bir başkaldırı, isyan etme ve haksızlıklara karşı durmadır. Adorno’nun göremediği ya da gördüğü halde isimlendiremediği de zaten budur.

DANS SİYASİ İKTİDARA KARŞI ÇIKMANIN ARACI OLDU

Güney Amerika 19. Yüzyılda müthiş bir göç aldı. Macarlardan tutun da İtalyanlara, hatta Türklere kadar birçok mutsuz insan daha rahat edeceğini düşündüğü Güney Amerika topraklarına aktı. Ama Güney Amerika hiç de umdukları gibi bir kıta değildi. Simon Bolivar’ın kurmaya çalıştığı, ama başaramadığı büyük Bolivar ülkesi hüsranla bitmişti, zira her taraf Hıristiyan misyoner kaynıyordu. O kadar çok savaş olmuş, o kadar çok insan ölmüştü ki, uzun süre Güney Amerika halkı, özellikle de Arjantin halkı bunun ne anlama geldiğine karar veremedi.

Tüm hayal kırıklıkları, yepyeni bir karşı koyuş biçimi geliştirdi: Tango.

Dans etmek o yörenin insanın zaten içinde olan bir kıpırtıydı, ama bunun bir siyasi anlatım biçimine dönüşmesi kendiliğinden oluştu. Kimse var olan siyasi iktidara karşı koymayı sokaklara dökülerek göstermeyi düşünmüyordu. Dans bunun aracı oldu. Karşı koyuşlar küçük odalarda başladı, sokaklara taştı, kimi zaman fahişelere zaman tanıdı, kimi zaman muktedirlerin işkencelerine göz yumdu, ama hiç kaybolmadı ve tüm coşkusuyla önce tüm Güney Amerika’ya, ardından Latin Amerika’ya ve son olarak da Avrupa’ya yayıldı.

Tıpkı Gezi direnişi gibi...

Arjantin’in başkenti Buenos Aires’ta ilk olarak kendini gösteren tango, o dönemin siyasi baskıları karşısında hırçınlık, kendini kabul ettirme, küstahlık, sevgi, melankoli ve benzeri insana ait özellikleri göstermeye başladı.

Sonra egemen ideoloji tangoyu kendi süslü salonlarına taşıdı. Oysa tango tam bir yoksulluk ve çaresizlik müziğiydi. Çareyi elbette kendi içinde barındırıyordu, ama çaresizliğini de haykırıyordu. Bir süre sonra zengin ideolojinin bir numaralı dans figürü haline geldi. Tango’nun devrimci ve aykırı kimliğine gönül vermiş olanlar bunu kabul edilemez buluyordu. Ama yoksulluk da yaman bastırıyordu hani...

Zavallı ama muhteşem tangonun bir başka açmaz konusu vardı: Erotik bulunuyordu. Bol etekleriyle erkeğinden uzaklaşıp, çevresinde bir tur döndükten sonra yeniden sevgilisinin kollarına atılan muhteşem estetiğin bir de erotik yanı ortaya çıkmıştı. Bu muktedirler tarafından kabul edilemeyecek bir durumdu. Giderek toplumsal bir kimlik kazanan tangonun önünün kesilmesi belki bu yolla mümkün olabilirdi.

Carlos Sahura’nın Tango filminde anlattığı işte muktedirlerin tehlike gördüğü zamana, Peron faşizmi dönemine rastlar. Bale sanatını erotik olarak gören ve Müslüman kitle için gereksiz kabul eden anlayışın bu ve benzeri sanat dallarını kontrol altına alıp, kısa sürede yok etmeye çalışmasının ardında, neredeyse bin yıllık Hıristiyan bağnazlığının etkisi vardır.

SANATI KÜÇÜMSEDİK

Ama unutulan şudur: Tango’da sevgi vardır, aşk vardır, tutku vardır ve bunu insanlığın elinde bulunan hiçbir faşist silgi silemez. Tango bunu öğretir. Tango, sanılanın aksine salon sanatı değil, yoksul halkın sanatıdır. Bunu muktedirlere kabul ettirmeyi başaran sosyal bir sınıfın zafer çığlığıdır.

Meclisimizin onda biri tango bilmez (iyimser bir tahmin,aslında hiçbiri bilmez).

Düğünlerimizde Comparsita’yı dinleyen davetliler iki ayakları üzerinde yaylanırlar ve tango yaptıklarını sanırlar.

Hükümet üyelerine tangoyu sorsanız büyük olasılıkla yanıt veremez. Bir dans olduğunu elbette biliyorlardır, ama Peron rejimini devirenin tango ile ilgisi olduğundan haberleri yoktur.

Kınamıyorum. Ne onlardan ne de karısını evin kölesi yapan, canı sıkıldıkça döven ve boşandığında öldürenlerden tangoyu anlamalarını beklemiyorum. Dansı “yatay arzuların dikey tatmini” olarak görenlerin tamtam dansına bile sıcak bakmadığının da farkındayım.

Ama Haziran Direnişi’nin kahramanlarının bu eksikliğin farkında olduklarından eminim. Bizler “devrim sevgilileri” diye bir saçmalıkla büyüdük ve sevgilimizin elini tutabilmek için Marksizmden vazgeçme noktasına geldik. İzin almadan saçını bile okşayamadığımız sevgilimizi uzaktan sevmeyi devrimcilik sandık. Hiçbir devrim insan sevgisini dikkate almadan başarılı olamaz, ama bilemedik.

Sanatı küçümsedik, ama şu anda Güney Amerika ayağa kalkmış ve tüm emperyalist güçlere meydan okumayı birinci görevi saymışsa, bunu Neruda’ya, Jara’ya, Sosa’ya ve daha binlercesine borçlu olduğunun bilincinde.

Mümtaz İdil

Odatv.com

mümtaz idil marks arşiv