KEŞKE ONLAR KADAR “YALNIZ” OLSAK

Önce Ankara Film Festivali üyeliği, sonra Oscar Filmleri adlı bir kitap, ardından Avrupa Filmleri Festivali kuruculuğu, ardından son haliyle Gezici...

Önce Ankara Film Festivali üyeliği, sonra Oscar Filmleri adlı bir kitap, ardından Avrupa Filmleri Festivali kuruculuğu, ardından son haliyle Gezici Film Festivali, Eurimages teamsilciliği... Daha birçok sinema etkinliğinin içinde bir adam Ahmet Boyacıoğlu.
Aslında tıp doktoru. Genel Cerrah... İhtisasını Almanya’da yaptı.
Kırk yıldan fazladır gururla andığım bir arkadaşım. Çocukluğumuz aynı yerlerde geçti, aynı kişileri sevdik, aynı evi paylaştık, aynı arkadaş grubunda güldük, eğlendik, ağladık.
Şimdi artık o gruptan sağ kalanlar bile görüşme fırsatı yaratamıyor.
Kaybettiklerimiz unutuldu bile.
Birbirine deli gibi bağlı, artık pek bulunmayacak dostlukların bir dizi halinde akıp geçtiği çocukluk, gençlik ve orta yaş grubu.
Bazılarımız yaşlanamadı. Yaşlananlar da dolambaçlı kulvarlarda birbirini kaybetti.
Ankara’da, eski Çankaya sinemasının karşısında, Şili Meydanı’nda yani, Siyah-Beyaz diye bir bar vardır. Toplam iki veya üç kez gittiğim bir yer. Zonguldak’lıların da sıklıkla gittiği hoş bir buluşma mekanı.
Doktorluğu bırakıp da kendini tamamen sinemaya verdikten sonra ilk uzun metrajlı filmini çekmeye başladığını söyledi Boyacıoğlu. Ben de bir sabah çekimlerin yapıldığı Siyah-Beyaz’a gittim. Nejat İşler, Taner Birsel, Erkan Can oradaydı. Hep birlikte Tuncel Kurtiz’in kaldığı eve gitmeye hazırlanıyorlardı.
Film ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Anlatmamıştı Ahmet.

“Tam 36 yıl önceydi,” dedi.
“Hatırladım,” dedim. “Jean, François... et les autres diye bir filmdi. Adını tam hatırlayamadım.”
“Vincent, François, Paul et les Autres... Claude Sautet’in filmi... 1974 yapımı.”

“O kadarını hatırlamıyorum. Serge Reggiani, Yves Montand, Michel Piccoli oynuyordu. Onu hatırlıyorum bir tek. Serge Reggiani yazardı, ama artık yazamıyordu. Karısı onu aldatıyordu. Yves Montand da işleri kötü giden bir hurda tüccarıydı. Hatırladığım bu. Biri de doktordu galiba. Ama müthiş bir arkadaşlık vardı aralarında.”
“Evet,” dedi Ahmet. “gencecik haliyle Gerard Depardieu ile Stephane Audran da vardı. Bir dostluk filmiydi. Ama bu pek de öyle bir film değil.”

Ekip toparlanırken, senaryo ile ilgili birkaç noktaya değindi Ahmet Boyacıoğlu. Bazı yerlerini çekip çekmemeyi, kimi zaman dram içeren sahnelerin tüm çıplaklığıyla perdeye yansımasının izleyiciyi de rahatsız ettiğini söyledi.
“Kimi sahneler, izleyicinin beyninde canlanmalı. Yönetmen onun nasıl olduğunu izleyiciye bırakmalı,” dedi.

Film vizyona girinceye kadar da görüşemedik. Elbette nasıl bir film olduğunu çok merak ediyordum. Senaryoyu bana göndermiş, ama eklemişti: “Bu son hali değil.”
Film vizyona girince olumlu, olumsuz birçok eleştiri aldı. Öncelikle Recep İvedik ile Cem Yılmaz’ın iddalı ve bol reklamlı aksiyon filmleri arasında sıkışıp kalacağı endişesi de vardı. Tıpkı Oscar ödülünün hemen tamamını toplayan “İmparator” filminin Brodway’de küçücük bir sinemada oynayıp, gişe yapmaması gibi.
“Gişe beni ilgilendirmiyor,” diyordu Ahmet, ama izlenmesini de istiyordu.
Sinema sanatında, başta Fransız ve İtalyan sineması olmak üzere Avrupa sinemasının aksiyonu bol, kahramanları olağanüstü ve teknolojisi ulaşılmaz Holywood sinemasının çok önünde olduğuna hep inandığı için zaten Avrupa Filmleri Festivali projesini başlatmıştı Ahmet.
Sinemanın yaşamdaki dramı da, güldürüyü de, aksiyonu da bütün çıplaklığıyla verme görevi olmadığını düşünerek yapmıştı Siyah Beyaz filmini.
Dostlukların artık tükenmeye, ölümlerin artmaya, adres defterlerinden isimlerin silinmeye başladığı dönemde çekilmiş bir olgunluk filmi.

Film, Türkiye’de pek alışılmamış şekilde, vizyondan çekildikten sonra Ankara Kızılay Büyülü Fener sinemasında yeniden gösterime girince, Ahmet ile buluşmaya karar verdim.
“Film sonuçta Ankara’da, 26 yıldır açık olan bir bar ve sanat galerisini eksen alıyor,” diye başladı söze. “Vizyona gireli altı hafta oluyor, diğer kentlerde hala bazı sinemalarda oynuyor. Ama Cuma günü Büyülü Fener’de yeniden gösterime girdi. Film, orta ve yukarı yaş grubunca çok ilgi gördü, ama genç kuşak pek ilgilenmedi. 35 yaş altı insanlara pek birşey anlatmıyor galiba film. Çünkü filmin karakterleri zaten bu yaşı aşmış ve sorunlarını bu yaştan sonra birbirleriyle buluşarak, ama anlatmayarak geçiştiren tiplerden oluşuyor. Türk sinemasının son zamanlarına bakarsan, orta yaş ve üzeri için çekilmiş hangi film var? Türkiye’nin de genç nüfus olduğunu düşünürsek, henüz benim filmimin anlattığı döneme gelmemiş insan sayısı çok fazla. O yaşa gilmiş olanlar ise, zaten filmi gerçek yaşamda yaşıyorlar.
Ancak beni en çok rahatsız eden, sinema filmlerine belli bir kategori yüklenmesi. Yani bir filmin yalnızca dram, yalnızca komedi veya aksiyon olarak sıfatlandırılması yanlış. O zaman film gerçek yaşamdan uzaklaşıyor. Yaşam yalnızca dram veya komedi değil ki. Bunun için ele aldığım film ile hayatı anlatmaya çalıştım. Bir Ankara filmi, ama Ankara’yı anlatan bir film değil Siyah Beyaz.
Filme yalnızlık yakıştırması da yapıldı, oysa yalnızlık filmi değil. Şöyle etrafımıza bir bakalım, kaçımızın buluştuğu ve herşeyini paylaşabildiği beş arkadaşı var? Günümüzde kaç kişi hafta sonu beş arkadaşıyla kaçamak yapabiliyor?
Kimi “bar” filmi dedi. Oysa bar bir mekan. Bir yerde geçmesi gerekiyorsa, bu da barda geçiyor. Öyle insanı çarpan bir özelliği yok gibidir barın. Ama aslında o barda bir araya gelen insanlar için çok özel bir yerdir.
Entelektüel yalnızlığı anlattığı söylendi filmin, dram dendi, yalnızlık filmi dendi... Elbette bunlar, iyi ya da kötü izlenen bir sanat eserine yaklaşım. Ben filmi çekerken bu kategorilerin hiçbirini hayata geçirmeyi düşünmedim. Hayatın kendisini anlattım. Bir bölümünü. Bir gerçek tarafını, o kadar. Mafya yok, tabanca tüfek yok, intikam yok, katil yok, adam kaçırma, fidye isteme yok, Söyler misin bana, bu saydıklarımın hangisi yaşamımızda var. Kimin yaşamında, kaç kişinin hayatında mafya, intikam, cinayet, fidye var? Bunların olmadığı ortam gerçek hayat. Bu kavramlar üzerine kurulu filmler asıl hayattan kopuk filmler.
Beş arkadaşın birbiriyle dostluğu.
Filmden çıkan çoğu insanın dört arkadaşı bile olmadığını ve kendini yalnız hissettiğini biliyorum. Bu düşünülüyorsa eğer, film amacına ulaşmış demektir. Çünkü biz filmdekilerden de yalnızız aslında.”

Boyacıoğlu ile bunları konuştum. Kırk yılı aşan dostluğumuzun bir ucundan çekiştirerek. Çocukluğumuzda yanımızda olan, ama artık soğuk bir rüzgârı bile esmeyen dostluklarımızı düşündük ve sustuk.
Sinemanın “Monte Cristo” ile ucuz “Baba” versiyonlarından kurtulacağını düşündük herhalde...

Mümtaz İdil
Odatv.com

Vincent François Paul et les Autres arşiv