Irak krizinin arkasında AKP'nin el altından yürüttüğü çalışmaların rolü var

Nurzen Amuran: Sayın Çakırözer, gazeteciliğiniz süresince Türkiye’nin dış politikasıyla, diğer ülkelerin bize bakışlarını kaleme aldınız. Türkiye...

Nurzen Amuran: Sayın Çakırözer, gazeteciliğiniz süresince Türkiye’nin dış politikasıyla, diğer ülkelerin bize bakışlarını kaleme aldınız. Türkiye ile ilgili önemli analizleri köşenize taşıdınız. Beşar Esad’la yaptığınız söyleşi önemliydi. Bütün bunları konuşacağız ama önce basının bugün geldiği bu “soluk alınamaz ortamı” konuşalım: Basın ne durumda?

Utku Çakırözer: Basın çok ama çok büyük baskı altında. Bir yanda haksız hukuksuz gözaltı ve tutuklamalar. Bir yanda gazetelere ve gazetecilere tehditler, taşlı sopalı saldırılar. Sokak ortasında gazeteci dövmeler. Bir yanda ucu hükümete dayanan her önemli gelişmeyle ilgili basına getirilen yayın yasakları. İnternet sansürü. Yazarları işten attırmalar. Basın kuruluşlarına tehdit niteliğinde vergi cezaları. Bir yanda el koymalar, kamusal platformlardan çıkartmalar.

Ve sayıları çığ gibi büyüyen işsiz meslektaşlarımız.

Tüm bunların sonucu ise yurttaşlar olarak hepimizin en temel haklarından olan haber alma ve bilgilenme hakkının elimizden alınmasıdır.

Öyle yasalar çıkarıldı öyle düzenlemeler getirildi ki, gazeteciler görevlerini yapamaz oldular. Türk Ceza Yasası ve Terörle Mücadele Yasası’ndaki kısıtlayıcı düzenlemeler uygulamada adeta Anayasa’nın önüne geçmiş durumda. Bu düzenlemelerin değiştirilmesi bu kadar zor mu?

Öncelikle TCK ya da TMY ne kadar kısıtlayıcı olursa olsun Anayasamızın 90. maddesi çok açık. Uluslararası anlaşmalar ve bağlı olduğumuz sözleşmeler her tür mevzuatımızın üzerindedir. Türkiye, bir ülke olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf bir ülkedir. O sözleşme de bahsettiğiniz yasalarımızın üzerindedir. Nitekim o sözleşmenin maddelerine aykırı yüzlerce uygulama nedeniyle açılan davalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'yi suçlu buldu.

Demem o ki kolluk güçleri, savcılar, hakimler isteseler AİHS kurallarına ve AİHM kararlarına göre değerlendirme yaparak yurttaşlara -ki bunların arasında gazeteciler de var- evrensel insan hakları ilkeleri doğrultusunda muamele gösterebilirler.

Yani mesele önemli ölçüde uygulama meselesi. Bir hakimin “TCK'yı böyle değiştirdiniz ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre bu uygulanamaz” demesine bakar!..

Ama maalesef durum öyle değil. Sadece gazeteciler değil hak savunucuları, siyasetçiler ve tüm yurttaşların akıbeti devletin tepesindekilerin iki dudağı arasında.

Hukuk devleti, güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ilkeleri maalesef lafta kalıyor.

TÜRKİYE’DE İFADE VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN TARİHİN EN DİP NOKTASINDA OLDUĞU BU DÖNEMDE AVRUPA SUSKUN

Sizin bir haberinizde okumuştum.Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un 1 Mayıs’ta yayımlanan Basın Özgürlüğü 2014 raporunda ilk kez, “Türkiye’de artık basın özgürlüğünün kalmadığı” açıkça yazılmıştı.AB yetkilileri ise yıllardır basınla ilgili baskıları sürekli gündeminde tutuyor. Ama Türkiye’nin gündeminde basın özgürlüğü yok.Basın özgürlüğünden neden bu kadar korkuluyor?

Çünkü iktidar özgür ve tarafız basından korkuyor. Aslında her iktidar basınla uğraşmıştır. Ama hiçbiri bu dönemki kadar vahim hal almamıştı. '3 Y' diyerek yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları bitireceği iddiasıyla gelen AKP'nin gerçekte ne hale geldiğini açık seçik halka anlatacağı için basından korkuyorlar. Yolsuzlukları, yasaklamaları, dökülen kanları, Türkiye üzerinde oynanan oyunları anlaşılır biçimde anlatır, gösterir diye korkuyorlar.

Evet gazeteciliğim döneminde adım adım Uluslar arası raporlarda Türkiye'nin nasıl geri gittiğini gözlemleme şansım oldu. Bahsettiğiniz Amerikan kuruluşu mesela. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye'yi 'Kısmen Özgür' olarak tanımlarken, AKP dönemi baskı ve yasaklamaları karşısında 'Özgür Değil' konumuna düşürdüler.

Burada vurgulamak istediğim bir başka konu ise Avrupa Birliği'nin çifte standardı. Biliyorsunuz Türkiye AB üyeliğine aday ülke. Kopenhag siyasi kriterleri de bunun olmazsa olmazı.

Bu ilkelerin en başında ve altı koyu harflerle çizili bir biçimde ifade ve basın özgürlüğü gelir. Türkiye'de ifade ve basın özgürlüğünün tarihin en dip noktasında olduğu bu dönemde ise Avrupa suskun. AB'nin kuruluşundaki evrensel ilkeler anımsandığında bu son derece utanç verici bir durum.

Nedeni ise basit. Yaşamlarını güven içinde sürdürmek için Avrupa'ya gitmeye çalışan yüzbinlerce gariban, zavallı Suriyeli mülteciyi Türkiye sınırları içinde tutmak için AKP hükümeti ile daha da doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile pazarlık yürütüyorlar. Bu ahlaksız pazarlık sürecinde Erdoğan ve AKP'yi üzmemek için Türkiye'nin insan hakları karnesini gösteren teknik bir belge niteliğindeki İlerleme Raporlarını bile görülmemiş bir biçimde seçim sonrasına ertelediler.

Avrupalılar için şu anda ne basın özgürlüğü ne de Güneydoğu'daki savaş hali öncelikli. Varsa yoksa Suriyeli mülteciler için yürütülmekte olan pazarlık.

Bugün, Türkiye'de basın özgür değilmiş, Güneydoğu'da adı konmamış OHAL rejimi uygulamaya konmuş...Ne gam!

Avrupa içinde de çokça tartışılacak ibretlik bir pazarlık sürecinin tam da içinden geçmekteyiz şu günlerde.

Bu sonuca rağmen, tutuklu gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül'ün durumlarını Avrupa Konseyi'ne taşıdınız. Girişimleriniz için neler denildi, bu görüntüler nasıl yansıyor?

Benimki bir çok koldan yürüyen ifade özgürlüğü mücadelesine çok mütevazi bir katkı sadece. Aynı Odatv davasındakine benzer bir dayanışma sözkonusu. Kim neler yapıyor bu konuda onu anlatayım: Öncelikle meslektaşlarımız gazeteciler: Sendika, Cemiyet, Çağdaş Gazeteciler, IPI, İstanbul'da ve Ankara'da meydanlardalar. 10 Ocak'ta iki kentte meydan toplantıları ve yürüyüşler var. Sizin aracılığınızla Ankara'daki toplantıyı duyurmak isterim. 10 Ocak'ta Yüksel Caddesinde saat 13'de buluşuyoruz.

Sonra Basın Konseyi var. Bakın Silivri önünde 'Umut Çadırı' kuruldu. Her gün bir yandan da meslektaşımız gelip nöbet bekliyor.

Ve tabi partimiz CHP'nin önemli çabaları var. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu Silivri'de kendilerini ziyaret etti. İstisnasız her salı, grup toplantısındaki konuşmalarında tutuklu gazetecilerin durumunu gündeme getiriyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu ile yaptığı görüşmede Türkiye'nin temel sorunu olarak tutuklu gazeteciler meselesini ve basın özgürlüğünü dile getirdi. Grubumuzdan her hafta birkaç milletvekili heyeti ziyaretlerine gidiyor.

Partimizin gösterdiği çabaların bir başka önemli parçası da CHP'nin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde görevlendirdiği heyetin Avrupa'da yaptıkları girişimler. Eski Genel Başkanımız Deniz Baykal, Genel Başkan Yardımcımız Sayın Haluk Koç, AKPM Eşitlik Komisyonu Başkanlığı görevini de yürüten Ankara Milletvekilimiz Sayın Gülsün Bilgehan zaten Türkiye'de temel hak ve özgürlükler alanını genişletecek çalışmalar içerisindeydi. Çok önemli ilerlemeler de kaydettiler. Şimdi parti yönetimimiz bu heyete, Sayın İlhan Kesici ile birlikte beni de eklemeyi uygun gördü. Benim için çok büyük bir onur.

Paris'te yapılan hazırlık toplantılarında hepimiz üyesi olduğumuz komisyonların toplantılarında Can ve Erdem'in şahsında Türkiye'de basın özgürlüğü alanında yaşanmakta olan sıkıntıları gündeme getirdik.

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Raportörü Nils Muijnieck ile de bu konuyu uzun bir görüşmede ele aldık. Tabi ki çok dikkatle ve kaygıyla dinleniyor hepimizin yaptığı konuşmalar, çağrılar. Ocak ayının 23'ünde Strazburg'da Parlamenter Meclis bu yılın ilk toplantısını yapacak. Orada da bu konuyu gündemde tutacağız. Can Dündar'ın eşi Sayın Dilek Dündar da orada olacak. Yapacağı üst düzey görüşmelerde biz de kendisine destek olacağız

ANKARA-BAĞDAT HATTINDA YAŞANAN KRİZLERİN ARKASINDA AKP'NİN ORADA EL ALTINDAN YÜRÜTTÜĞÜ ÇALIŞMALARIN ROLÜ BÜYÜKTÜR

Biraz da dış politikamızın dış dünyadaki yansımasına bakalım: Bir yazınızda, Mısır’ın önde gelen insan hakları savunucularından Leyla Takla’nın görüşlerine yer vermiştiniz. Türkiye ile ilgili yorumları dikkat çekiciydi: “Türkiye teokratik bir devlete yöneliyor. Bunu kabul edip etmemek Türk halkının bileceği iş. Ama sadece Türkiye’nin değil, tüm bölgenin teokratik bir devlet düzenine sahip olması arzulanıyor. Bunun için de diğer ülkelerdeki Müslüman Kardeşler örgütleri açıkça destekleniyor. İşte biz buna tepkiliyiz.” Bu görüntüyü haklı çıkaran Mısır politikasındaki yanlışlarımız nelerdi?

AKP başta Mısır ve Suriye olmak üzere Ortadoğu'da kendi görüşüne yakın Müslüman Kardeşler örgütlerinin iktidara gelmesi için Arap Baharını bir fırsat olarak gördü. O ülkelerdeki akımlara çok ciddi destek verdi.

Yani birinci yanlış, ülkelerin iç işlerine karışmaktır. Oysa ki Atatürk'ün ve İnönü'nün ana hatlarını oluşturduğu geleneksel Türk Dış Politikası, 'Yurtta sulh, Cihanda Sulh' ilkesiyle bu tür müdahalelerden ülkemizi uzak tutmaktı.

AKP sadece görüş beyan ederek karışmakla kalmıyor. O ülkelerdeki kendine yakın gruplar lehinde 'Senin yönetimini istemem, yönetime bu arkadaşlar gelsin' şeklinde rejim değişikliği çabalarına da aktif destek vermekten çekinmiyor.

Mısır ve Suriye'de yaşanan budur. Hatta Irak'ta eski başbakan Maliki döneminde Ankara-Bağdat hattında yaşanan krizlerin arkasında AKP'nin orada kendisine yakın bir hükümet kurulması için el altından yürüttüğü çalışmaların rolü büyüktür.

AKP dönemi dış politikamızın en önemli hatası, bana göre ulusal çıkarlar yerine parti çıkarlarını ve partiyi yöneten isimlerin dünya görüşlerini stratejik öncelik gören bir yaklaşım içerisinde olmasıdır.

Mısır konusunda daha geniş çerçeveli bir değerlendirme maalesef yapılamadı. Kendi aralarında bunu yapmak isteyenlere de Erdoğan izin vermedi. (Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ilişkileri düzeltme denemesi anında Erdoğan tarafından durduruldu)

Tabi ki seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi'ye yapılanlar demokratik değildir. CHP, yapılan darbeye de oradaki uygulamalara da karşı olduğunu kayda geçirmiştir. Ama Türkiye'nin ulusal çıkarları Mısır ile iyi ilişkiler geliştirilmesini gerektirir.

CHP olarak biz şunu demiyoruz. “Mısır'da darbe yaparak yönetime gelen General Sisi yönetimi ile görüşelim ve gerisini unutalım”. Hayır. Peki biz ne diyoruz:

Türkiye ve Mısır bu bölgenin en önemli iki aktörüdür. Geçmişte çok kritik işbirliklerimiz oldu. Halklarımız arasında dostluk var. Türkiye için, sanayicimiz ve ihracatçımız için çok önemli ticari fırsatlar sunan bir ülke. Bizim ulusal çıkarlarımız Mısır'daki yönetim ile ilişki kurmayı işbirliği yapmayı gerektirir. Bu ilişkinin işbirliğinin bir boyutu da tabi ki o ülkenin iyiliği için diplomatik sınırlar çerçevesinde kalmak koşuluyla dostça önerilerimizi açık yüreklilikle paylaşmak olmalıdır. Ve o noktada tabi ki biz kardeş Mısır halkının da demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri en iyi bir biçimde yaşayabilmesini isteriz.

Ama önceliğimiz tabi ki kendi ulusal çıkarlarımız olmalıdır.

ABD’DE DÜNYAYA KENDİ ULUSAL ÇIKARLARI MERCEĞİNDEN BAKAR

Yine sizin köşenizde yer almıştı.ABD’nin iki eski büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman’ın kaleme aldıkları raporlardan birinde AKP’nin demokratikleşme ve AB sürecinden uzaklaşarak,“giderek artan İslamcı gündem ve çoğunlukçu yönetim anlayışına” yöneldiği algısı.. Bu görüşlerinde samimiyet var mıydı bilmiyorum ama bugün Türkiye için ABD’de neler deniliyor. ABD’yi en iyi izleyen gazetecilerden biriydiniz?

Tüm büyük güçler gibi ABD de dünyaya kendi ulusal çıkarları merceğinden bakar. Türkiye'ye, AKP'ye ve Erdoğan'a da öyle baktılar ve bakmaktalar. Ulusal çıkarları ve hem bölgesel hem de küresel stratejilerine uygun olduğu için AKP ile ilişkilerini geliştirdiler. Bazı dönemlerde de yine ulusal çıkarları ve stratejik hedeflerine uymadığı için bu ilişkiler baş aşağı gitti.

Ancak sanırım müttefiklerimiz açısından en önemli kaygı konusu, Türkiye ve Türkiye'yi yöneten kadroların –başta ve özelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor-- hareketlerinin öngörülebilir olmaktan çıkması.

Tabi ki Türkiye'de demokratik haklar ve özgürlükler alanındaki gelişmelerden kaygı duymaktalar ama bu onları Suriye, Irak, Kıbrıs gibi konularda kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda Erdoğan ve AKP ile işbirliğinden alıkoymamakta.

İşte son örneği parlamentodan habersiz verilen İncirlik ve diğer üsleri kullanma izni. Normalde demokratik bir ülkeden ne beklersiniz? Böylesine stratejik bir anlaşmayı seçilmiş hükümetle yapmasını. Parlamentodan onay çıkarmasını. Onlar ne yaptı? İki seçim arasındaki boşlukta Erdoğan ile pazarlık ederek üslerin kullanım iznini almayı tercih ettiler.

Avrupa da başka konularda onları örnek aldı. İşte Suriyeliler konusunda yapılan pazarlıklar. O pazarlıklar da biliyorsunuz yine iki seçim arası ortada doğru dürüst bir hükümet yokken yapıldı aslında.

Burada ABD'yi Avrupa'yı eleştirebilir ama suçlayamazsınız. Onlar kendi çıkarları için böyle hareket ediyor. Normalde Türkiye'yi yöneten kadronun da böyle yapması lazım. Yani ülkemizin, halkımızın çıkarı için adım atmalarını beklemek lazım. Ama onlar kendi siyasi geleceklerini güven altına almak için parlamentodan bırakın onayı görüşmeye dahi gerek duymadan, halkın temsilcisi olan diğer siyasi partilerle görüşmeden en hayati tavizleri vermekte tereddüt dahi etmemişlerdir.

2014 tarihinde ABD’de yayınlanan bir başka raporda, “Türkiye’nin Barzani ile yaptığı ikili anlaşmalar Bağdat’taki Merkezi yönetimi İran’ın kucağına itiyor. Bu da Irak’ın mezhep ve etnik çizgiler doğrultusunda parçalanması riskini doğuruyor. Bu yüzden Barzani ile kurulan ilişkilerin Maliki ile de dengelenmesinde yarar var.”denilmişti. Bizim Politikamız, “Irak’ın toprak bütünlüğüne Irak Anayasasına Irak Halkının kararlarına saygı” değil miydi?

Evet sadece Irak ile değil tüm ülkelerle ilişkilerde bizim genel ilkemiz buydu. Bu sayede komşularımız ve dünyada saygınlığımız artmıştı. Ancak Erdoğan yönetimindeki AKP, önce Irak'ta kendisine yakın bir hükümeti getirmek için çok uğraştı. Bu olmayınca Kuzey Irak ile çok farklı bir ilişki geliştirmeyi tercih etti. Irak merkezi hükümeti ile konuşmadan, danışmadan ve hatta Bağdat yönetiminin en şiddetli itirazlarına kulak tıkayarak, Kuzey Irak'taki Kürt yönetimi ile petrol anlaşması yaptı. Petrolün ağırlıklı olarak İsrail'e satışını gerçekleştirdi. Üstelik de bunu, Anadolu'nun temiz, naif insanlarını İsrail karşıtı söylemlerle dolduruşa getirirken yaptı.

AKP ile Kuzey Irak'taki Kürt yönetimi arasında yapılan bu anlaşma sadece Bağdat'ta değil bölgedeki Arap halklarının birçoğunda olumsuz bir Türkiye algısı oluşmasına da katkı yaptı.

TÜRKİYE İSLAM DÜNYASINDA MEZHEPLER ARASINDA DENGE KONUMUNDAN TARAF KONUMUNA GEÇMEYİ TERCİH ETİ

İran’ın 2013 yıllarına dayanan çağrıları var. 2013 yılında, Türkiye’nin Beşar Esad yönetimiyle yeniden ilişki kurmasının Suriye’de akan kanı durdurabileceği belirtilmiş, İran’ın Ankara ile Şam arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğu söylenmişti.Aksi halde Suriye’nin bu bölgenin Afganistan’ı haline döneceğini bu durumdan en büyük sıkıntıyı Türkiye’nin çekeceği vurgulanmıştı. “Suriye krizi kısa sürede çözülmezse, bizim Afganistan yüzünden yaşadığımız sıkıntıların aynısını Türkiye de yaşar” denmişti..Bugün İran’la ilişiklerimiz ne durumda?

Bahsettiğiniz dönemlerde İran ile Ankara ilişkileri görece daha iyiydi. Birkaç nedenden ötürü son birkaç yıl içinde ilişkiler çok daha kötüye gitti.

İran, Rusya ile birlikte Esad rejimini savunmak için Suriye içindeki çatışmalarda aktif taraf haline geldi. Türkiye'nin desteklediği radikal gruplar ile İran destekli Hizbullah sık sık karşı karşıya gelir oldu. Türkiye İslam dünyasında mezhepler arasında denge konumundan taraf konumuna geçmeyi tercih etti. Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Sünni bloku oluşturdu. Son olarak tamamını Sünni İslam ülkelerinin oluşturduğu Suudi Arabistan liderliğindeki İslam Ordusu'na katılma kararı aldı.

Suudi Arabistan'ın Şii bir din adamını idam etmesi sonrasında ise Riyad yanlısı bir görüntü çizdi. Konuyu Suudi Arabistan'ın iç hukuku olarak görmesi ve Riyad yönetimine karşı yapılan protesto gösterileriyle ilgili İran Büyükelçisini Dışişlerine çağırarak uyarması bu konuda taraf olduğunun göstergesidir.

Batı ile imzaladığı nükleer programını kontrol altına alan anlaşma İran'ın bölge dengelerinde konumunu değiştirdi. İran bölgesel krizler konusunda çok daha güçlü bir pozisyon kazandı. Irak'ta ve Suriye'nin geleceğine ilişkin tartışmalarda, Türkiye'den daha fazla sözü geçer ve etkisi hissedilir ülke haline geldi.

ESAD, RADİKAL İSLAMCI UNSURLARIN TÜRKİYE İÇİN BİR SORUN HALİNE GELECEĞİNİ SÖYLEMİŞTİ. MAASEF BU DOĞRU ÇIKTI.

Dünya kamuoyunda yansıması olan ünlü röportajınıza dönelim: Esat’la yaptığınız röportajda Beşar Esat’ın şu sözleri dikkat çekiciydi: “Ben kişisel olarak koltuğu düşünmüş olsaydım Amerikan’ın telkin ve talimatlarını yerine getirirdim. Petro-dolarların peşinde koşardım ve kendi ilkelerim ve ulusal tutumumdan vazgeçerdim. Ama daha önemlisi ülkemde füze kalkanı kurulmasına izin verirdim.” O gün Beşar Esat’la ilgili neler düşünmüştünüz? Bugün Suriye için neler diyeceksiniz?

O röportaj döneminde Esad ve yönetiminin, kendi varlıklarının devamı için uluslararası dengeleri nasıl gözettiklerini ve Rusya'ya nasıl büyük güven duyduklarını gözlemlemiş ve yazmıştım. Sonrasındaki gelişmeler bu gözlemimizin haklılığını ortaya koydu. Rusya, Suriye'de dengeleri Esad lehine değiştiren en önemli aktör haline geliverdi. Rusya'nın devreye girmesi, ABD ve Batı'yı da Suriye krizinin barışçıl çözümü için Moskova ile işbirliği yapmaya itti.

Ülke yönetiminde öngörü çok önemlidir. Bakın CHP olarak dört yıl önce, henüz Suriye krizinin ilk yılında Genel Başkanımız Sayın Kemal Kıılçdaroğu, dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan'a bir çıkış yolu önermişti.

Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu imzası ile giden önerinin özü neydi: Suriye meselesinin barışçıl çözümü için Türkiye'nin girişimiyle uluslararası bir konferans toplanması. Bu konferansa Suriye'de çatışmanın tarafı olan Esad yönetimi ile muhalif grupların yanısıra BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin ile Türkiye ve İran, Arap Birliği ve AB'nin davet edilmesini istemiştik. AKP hükümeti o dönemde önerimizi elinin tersiyle itti.

CHP'yi Esad'cılık, Baasçılık yapmakla suçladılar. Oysa CHP ne Esadcı, ne de IŞID'ci. Suriye'nin geleceğine Suriyelilerin karar vermesi gerektiğine inanıyoruz biz.

Bakın ne oldu. Önce Cenevre sonra Viyana'da Suriye'deki savaşa son vermek için yapılan toplantılarda uygulanan model ve katılımcıları CHP'nin önerisinin aynısı.

Hükümet keşke Emevi Cami'nde namaz hayalleri kurmak yerine, o zaman CHP'yi dinlemiş olsaydı.

Dinlemediler ve ne oldu? Beş yılın sonunda gelinen noktaya bakalım:

Ankara'nın hesapladığı gibi Esad birkaç hafta içinde devrilmedi. Rusya ve İran'dan aldığı destekle 2017'ye kadar koltuğunu güvence altına almış gözüküyor.

Dünyanın korkusu artık Esad değil IŞID. Ankara'nın bu basit gerçeği anlaması bile yıllar aldı.

Esad rejimini değiştirmek için radikal dinci unsurlara açık destek veren Türkiye taraf olmasının karşılığında ne aldı?

2 buçuk milyon Suriyeli mülteci ile baş başa kaldı.

Suriye kaynaklı terör yüzlerce yurttaşımızı kurban aldı.

Suriye'ye ve Ortadoğu'ya ticaretimiz kesildi. İhracatçı kan ağlıyor

Dünyada ülkemiz ile ilgili radikal teröre destek veren ülke algısı yerleşti. Batı Türkiye'yi radikal teröristlerin sadece Suriye'ye girdiği değil, aynı zamanda Suriye'den kendi ülkelerine geçiş yaparak saldırılar organize ettiği bir geçiş ülkesi olarak görmekte. Sürekli Türkiye'ye sınırlarını kapaması uyarısı yapılmakta.

Esad, yaptığımız röportajında kendisiyle mücadele eden radikal İslamcı unsurların herkes ve özellikle Türkiye için bir sorun haline geleceğini söylemişti. Maasef bu doğru çıktı.

HÜKÜMETİN UÇAK DÜŞÜRME KARARINI ALIRKEN ÇOK DOĞRU BİR HESAPLAMA YAPTIĞI KANAATİNDE DEĞİLİM

Rus uçağının Suriye sınırımızda düşürülmesinin ardından Rusya Federasyonuyla gerilimli bir süreç yaşıyoruz.Rusya,Türkiye’ye yönelik ekonomik yaptırımlarını artırmak eğiliminde.Bu durum da Türkiye’ye ne ABD’den ne de AB’den bir destek var. Sadece süreç izleniyor. Türkiye’nin yalnız bırakılmasının sebeplerini nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle Rusya gibi ülkemiz açısından son derece önemli bir ülke ile böylesine derin bir kriz yaşanmasına neden olan uçak düşürme hadisesini son derece üzücü buluyoruz.

Tabi ki topraklarımıza yönelik yabancı silahlı unsurların ihlalleri konusunda Türkiye oldu bittileri asla kabul edemez. Daha önce uyarılmış olduğu söylenen Rusya'nın bu konudaki zorlamaları çok büyük hatadır.

Ancak şunu da sormadan edemiyoruz. Buna benzer ihlaller Ege'de her gün onlarca kez oluyor. Her seferinde uçak düşürüyor muyuz? Hayır.

Hükümetin uçak düşürme kararını alırken de çok doğru bir hesaplama yaptığı kanaatinde değilim.

Hesaplamanın hiçbir yönü bizce doğru değil. Çünkü bakın uçak düşürüldükten sonra Türkiye'nin ulusal çıkarları yararına her hangi bir gelişme oldu mu?

Türkmenleri savunacağız gerekçesiyle o uçağı düşürdük. Uçak düşürme hadisesinden sonra Rusya o dağları dümdüz etti hava bombardımanlarıyla. Ve biz hiçbir şey yapamadık. Türkmenleri koruma iddiası havada kaldı. Rusya'nın misilleme tehditleri nedeniyle Suriye içinde IŞİD'e karşı düzenlenen operasyonlara Türk uçakları katılamaz oldu. Rusya ile ilişkilerin bozulması ekonomimize büyük zarar verdi. Turizm gelirlerimiz kesildi. Meyve sebze ihracatımız, inşaatlarımız durdu. Türk iş insanları Rusya’da kovulmaktan beter edildi. Suriye konusunda Rusya ile diyalog içindeki ABD başta olmak üzere hiçbir müttefikimiz bu konudan memnun değil. ABD'den NATO'dan gelen açıklamalar ve uluslararası basında konunun ele alınış tarzına baktığımızda 'zoraki bir destek' havası görülüyor. Bu hadise, Batı'da Türkiye'nin artık öngörülebilir bir ülke olmaktan çıktığını gösteren son örnek. Batı artık Türkiye'ye 'Yaramaz bir çocuğu zapt etmeye çalışır bir şekilde' muamele etmekte.

ERDOĞAN VE AKP'NİN HESAP HATASININ BEDELİNİ ÜLKEMİZ VE HALKIMIZ ÖDEDİ

Geçen yıl Türkiye ve Ortadoğu analizleri yapan Stephen Larrabee, bir sunumunda AKP Yönetiminin “Suriye lideri Beşşar Esad’ın bu kadar direneceğini öngöremedi. ABD Başkanı Barack Obama’nın, Suriye’de “ikinci Vietnam” yaşama kaygısını okuyamadı ve ikinci kez seçildikten sonra mutlaka Suriye’ye müdahale edeceği yanılgısına kapıldı” demişti. Bu anımsatmalar dış politikamıza yön verenler için uyarı olmuyor mu? Türkiye ile ilgili, “saygı ve güven eksikliği” var sözü hepimizi rahatsız ediyor değil mi?

AKP tüm stratejilerini hep ABD'nin Suriye'ye müdahale edeceği öngörüsüne göre yaptı. Ama Obama yönetimi bundan sizin bahsettiğiniz sebepten sürekli kaçındı.

Maalesef Erdoğan ve AKP'nin hesap hatasının bedelini ne ABD ne de Batı ödedi. Tamamen ülkemiz ve halkımız bu bedeli ödedi ve ödemekte.

Analizleriniz için bu güzel sohbet için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran

Odatv.com

AKP CHP utku çakırözer arşiv