Mümtaz İdil: İlk kez bir kitabı bitirmeden yazıyorum

Ne yalan söyleyeyim, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun yazdığı Mahrem kitabını henüz bitirmedim. Bitirmediğim bir kitap üzerine de şimdiye kadar...

Ne yalan söyleyeyim, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun yazdığı Mahrem kitabını henüz bitirmedim. Bitirmediğim bir kitap üzerine de şimdiye kadar hiç yazı yazmadım. Peki bu kez niye böyle bir şey yapıyorum?

Basit. Kitap bir roman değil, bir öykü bütünlüğü içinde de yazılmamış, bir süreklilik içeriyor, ama bu süreklilik tarihsel değil, olgusal bir süreklilik. Kitap, neredeyse Joyce’un “Finnigan’s Wake” romanı gibi... Yani nereden başlarsanız başlayın kitabın bütünlüğü bozulmuyor ve bir “kısır” döngü içinde dolaşıyorsunuz: Her taraf pislik, her taraf çürümüş, her taraf batak ve kokuşmuş... Kokuşmuşluğun neresinden başlarsanız başlayın, burnunuz hep kötü koku alacaktır. İşte böyle bir hayret içinde okunuyor kitap ve böyle bir ülkede yaşıyoruz, bunlar oluyor ve biz bunların içinden geçtiğimiz, etrafımızda yaşandığı halde yaşamaya, susmaya, unutmaya devam ediyoruz.

Peki bu niye? Ardı ardına gelişen olaylar öylesine dehşet verici boyutlara ulaştı ki, S.Ö’.nün 84 kişi tarafından tecavüze uğraması ve tecavüz edenlerin kollarını sallaya sallaya aramızda dolaşması artık çok geride kalmış bir olgu gibi unutuluyor ve yeni taciz ve tecavüz olaylarının ortasında buluyoruz kendimizi.

Oysa tek başına S.Ö. olayı bile yeniden oturup düşünmemizi ve “bu olay olduğunda ben ne yaptım,” sorgulamasını yapmamız gerek. Ama bunu hiçbirimiz yapacak durumda değiliz. Tarihe düşülen bu notlar sayesinde yeniden hatırlayıp, utanmaktan başka...

KENDİMLE HESAPLAŞIYORUM

Geriye dönüp bakıyorum, elbette ister istemez de kendimle hesaplaşıyorum: Ne yazmışım son birkaç aydır? Balzac, Dostoyevski, Edgar Allan Poe, İnti İllimani vb... Yani güzel şeylerden söz etmeye çalışmışım, moral bulmaktan, hayatın sadece cemaat-AKP ve muhalefet şeytan üçgeninden ibaret olmadığını söyemek istemişim.

Ama kazın ayağı hiç de benim yazdığım gibi değil. Mahrem beni ürküttü, korkuttu. Yaşadıklarımızı yeniden yüzümüze vurduğu, hatırlattığı için daha da bir dehşete düşürüyor insanı.

Bütün yaşadığımız dehşet günlerine, arkalarda geliştirilen kumpaslara, göz göre göre çiğnenen hukuka ve insanı hayrete düşüren çarpıklıklara rağmen şunu söylemeden geçemeyeceğim: Kitap, değme polisiye romanlardan bile daha çekici bir üslup ve gerilimle okuru bir anda alıp götürüyor.

İKİ İMZAYA PEK RASTLANMAZ

Elinizdeki elbette bir “edebiyat” ürünü değil, olmamalı da. Bu tür kitaplar okuru yakalamak için kelime parçalama yoluna gitmezler, zira olaylar zaten okuru hep alarmda tutar. Bunu vermenin en güzel yolu da çarpıcı ve kısa cümlelerle okuru kitabın anlattığı konu üzerine çekmektir. Her iki Barış da bunu çok başarılı biçimde gerçekleştirmiş.

İki imzalı kitaplara pek rastlanmaz. Kitap dünyasında genelde tek imzalı olanlar revaçtadır. Bunun nedeni, kitabı yazan her iki veya daha fazla kalemin üslup tutturmasıyla ilintilidir. Soner Yalçın ile Doğan Yurdakul birkaç kitapta bunu başarıyla hallettiler ve bu işin yapılabileceğini de gösterdiler. Zor bir uğraş olmakla birlikte, başarıldığında da müthiş bir ayrıntılı çalışma ortaya çıkıyor.

CEMAAT İLE KATOLİK NİKAHI

Kitabın hemen her bölümünün aslında geçmişte “güzide” medyamızda manşet olması, birinci haber olması gerekirdi, ama öyle bir şey olmadı. Hemen hepsi üçüncü sayfa “magazin-cinayet” haberleri gibi sıradanlaştırıldı, bazı medya organları ise hiç görmemeyi tercih etti.

Kolay değildi tabii... Cemaat ile AKP arasında Katolik nikahı söz konusuydu o sıralar ve nikahı bozmaya yeltenecek herkes için her boyda sopa bulunduruluyordu. Ne zamanki taraflar birbirleri için “bizi aldattı” demeye başladı, saflar suçlarını ötekinin üzerine yıkma yarışına girdi. Öyle ki, arada “kullanıldım” diyen tetikçi gazeteci ve yazarlar da pişmanlık falan belirtmeye başladı. Etmeyin, bu gidiş iyi değil, diyen ve bunun bedelini ödeyen insanların gözünün yaşına bakmadan ekranlarda yargılayan, suçlayan ve dışarıda dolaşmasını ülke için tehlikeli bulan gazeteci müsveddeleri de, bir süre sonra, “yahu bunlar bizim sandığımız gibi değilmiş meğer,” demeye başladılar.

KARTOPU ÇIĞ OLDU

Bu iki yazar, bu iki gazeteci 13 yıllık AKP iktidarı başladığında daha emekleme dönemindeki gazetecilerdi. Adlarını kimse bilmiyordu. “Duayenler” bunları burunlarıyla itiyordu ve görmezden geliyordu. Hiç eğilip bükülmeden bugünlere geldiler. Değerleri biliniyor mu peki, elbette hayır. Görmezden gelemiyorlar artık, zira kartopu artık çığ oldu. “Evet,” diyorlar, “önemli bir çalışma yapmışlar...”

Peki sonra? Daha?

Kahrolası sessizlik...

Hiç önemi yok... Tarih, gerçekler karşısında suskun kalanların kitap, resim, heykel, müzik cesetleriyle dolu. Yanmamak için başkalarının yakılmasını hedef gösterenler unutmasınlar ki, kibrit ancak onların eline, kendilerini yakacakları zaman verilecek.

Mümtaz İdil

Odatv.com

mahrem mümtaz idil cemaat AKP arşiv