İlk canlı bomba ne zaman ortaya çıktı

Şimdinin “canlı bombası”, Selçukluların “suikast” fedaisiymiş meğerse. Yaratıcısı da Hasan Sabah... XI. yüzyılın ikinci yarısında Nişapur’daki...

Şimdinin “canlı bombası”, Selçukluların “suikast” fedaisiymiş meğerse. Yaratıcısı da Hasan Sabah...

XI. yüzyılın ikinci yarısında Nişapur’daki İmam-ı Muvaffak Nişabiri’nin medresesinde üç parlak öğrenci vardı: Hasan Sabah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam. Öylesine yakın dostlardı ki, bir gün Hasan Sabah diğer ikisine, “Dostlar,” dedi. “Aramızda namus sözü verelim. Hangimiz yüksek bir makama oturursa, diğerlerine yardım etsin.”

Hayyam ve Nizamülmülk kabul etti ve sözleştiler. Nizamülmülk, Alpaslan’ın veziri olunca Hayyam’ı ve Hasan Sabah’ı saraya davet etti. Ömer Hayyam yüklü bir maaşla sarayda sanatını icra etti, ama Hasan Sabah, Nizamülmülk’e ihanet etti.

Nizamülmülk, çok sonraları şunları yazıyordu:

“Alparslan’ın veziri olduktan sonra, aramızda sözleştiğimiz üzere önce Ömer Hayyam’ı saraya çağırdım. Ardından Hasan Sabah’a haber gönderdim. Hasan Sabah uzun süredir ortalıkta görünmüyordu. Alparslan ölüp de yerine Melikşah geçince, Hasan Sabah ansızın Nişapur’a geldi. Kendisini Melikşah’a takdim ettim. Ama Hasan Sabah çok kısa sürede değişti ve çocukluğumuzda verdiğimiz sözü tamamen unutarak, beni itibarsızlaştırmaya, Melikşah’ın gözünden düşürmeye çalıştı. En küçük bir hatayı Melikşah’a affedilmez bir hata gibi anlatmaya, saray içindeki her türlü dedikoduyu iletmeye başladı. Bütçe ile ilgili şikayetlerini kanıtlayamayınca, saraydan kaçmak zorunda kaldı.”

NİZAMÜLMÜLK KATLEDİLİYOR

Hasan Sabah ile Nizamülmülk arasında bir daha asla oluşturulmayacak dostluk böylelikle bozulmuştu ve Hasan Sabah saraydan kaçtığı günden itibaren Nizamülmülk’e karşı müthiş bir nefret duymaya başlamıştı.

Hasan Sabah ile Nizamülmülk arasındaki kavga Alamut kalesinde sürdü. Aralarındaki mücadeleyi tarih kitaplarında, ansiklopedilerde ayrıntılarıyla bulmak mümkün.

Bizim konumuz ise “canlı bombalar”...

Nizamülmülk ordusuyla Nihavend kentine girdiğinde, Hasan Sabah, Ebu Tahir Edani adında bir fedaisini Nizamülmülk’e gönderdi. Tahir Edani, bir dilekçe vermek bahanesiyle Nizamülmülk’ün huzuruna çıktı ve koynunda sakladığı hançeri Nizamülmülk’ün göğsüne saplayarak, onu oracıkta öldürdü. Yıl 1092’ydi, Nizamülmülk de 74 yaşındaydı. Suikastçı Edani’yi de vezirin korumaları hemen aynı anda infaz ettiler.

Bu, kendini feda eden bir suikastçıydı.

Peki, Hasan Sabah bunları nasıl yetiştiriyordu? Gelin biraz işin o tarafına bakalım:

DÂÎLLER

Hasan Sabah, Alamut kalesinde kendisine olağanüstü bir hayat kurmuştu. Çağın en lüks, en debdebeli yerlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Hasan Sabah, kendisine bütünüyle biat edecek ve dediğinden çıkmayacak bir çok insan toplamıştı etrafına. Bunlar daha çok Azerbaycan ve İran’da yaşayan işsiz ve maceracı kişilerdi. Katil ruhluydular ve kendilerinden isteneni en küçük bir çıkar karşılığında yerine getirecek kadar da gözü dönmüş insanlardı.

Hasan Sabah, yalnızca işsiz ve katil ruhlu insanları çevresine toplamakla kalmıyor, Alamut kalesinin cenneti andıran bahçesinde ve sarayında birbirinden güzel kızları da alıkoyuyordu. Hemen her gece alemler yapılıyor, kızlar Hasan Sabah’ın etrafında toplanan gözü dönmüş potansiyel katillere şarap servisi yapıyordu. Haşhaş içimi de had safhadaydı.

Kuşkusuz, başta Azerbaycan ve İran olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinden gelen başıboş, serseri güruhun hepsi cani ruhlu değildi. Bunlar arasında zayıf karakterli olanlar ve küçük bir çıkar için hayatlarını bile verebilecek olanlar özenle seçiliyor ve “Lesik” adı verilen rütbeyle anılıyorlardı. Lesik rütbesine erişenler bir anlamda “fedai” rütbesine erişmiş oluyorlardı.

Bir başka adı Fedaiyun olan Lesikler, Büyük Dâî’ler tarafından seçiliyor ve Hasan Sabah’ın huzuruna çıkarılıyorlardı. Dâî’ler, bir çeşit din misyonerleriydi. Arapça “davet eden, çağıran” anlamına gelen dâî sözcüğünden türeyen Büyük Dâîler, insanları hakka yönetmek için Allah tarafından gönderilmiş birer davetçi olarak kabul ediliyorlardı.

Bir gün Büyük Dâîlerden biri, genç bir delikanlıyı Hasan Sabah’ın huzuruna çıkararak, “Şeyhim, bu mürit bize gönül vermiş, inançlarımıza tüm yüreğiyle bağlanmıştır. Her emrinize boyun eğecek bir fedaidir. Yol göstermenize muhtaçtır,” der.

Fedaiyun adayı, Hasan Sabah’ın ayaklarına kapanır ve emirlerini beklediğini söyler. Hasan Sabah, kendinden geçmiş bir vaziyette dua okuduktan sonra Büyük Dâîle, “Bu adayı dünya nimetleriyle tanıştırın,” emrini verir.

SAHTE CENNET

Aday, Büyük Dâîl tarafından Hasan Sabah’ın huzuruna çıkarılıp, bir dinlenme odasına götürülür. Kendisine kristal bir kadeh içerisinde şerbet içirilir. Şerbet, kolayca tahmin edeceğiniz gibi, uyku veren bir ilaçla karıştırılmıştır. Aday uykuya daldıktan hemen sonra hizmetliler adayı soyar ve ona yepyeni ve çok pahalı elbiseler giydirirler. Oda tamamen bir cennet ortamına dönüştürülür. Birbirinden güzel kızlar, şarap akan musluklardan kadehleri doldurarak hala uyumakta olan adayın baş ucunda beklemeye başlarlar.

Aday Fedaiyun kendine geldiği zaman hayatında hiç görmediği bir eğlence ve lüksün içinde kendini bulur. Saatlerce, kimi zaman günlerce bu alemin içinde kendinden geçmiş vaziyette yaşar ve etrafında dolaşan “hurilerden” birinin verdiği bir başka uyku ilaçlı şarapla yeniden kendinden geçer.

Uyandığında eski hırpani haline dönmüştür ve bulunduğu oda, sıradan bir odadır.

İşte Hasan Sabah, birini öldürmeye karar verdiğinde, “cennete” gönderdiği bu adamlarından birini çağırır ve sorar:

“Cennete gitmek ister misin?”

“Evet,” der heyecanla Fedaiyun. “Hem de çok isterim.”

“O zaman sana önemli bir görev vereceğim... Onu hallettiğinde cennete gideceksin.”

“Elbette efendim, emrinizdeyim.”

HEYET DEHŞETE TANIK OLUYOR

Melikşah döneminde bir grup elçi, Ali İbn Tayfur başkanlığında Hasan Sabah’ı Selçuklu Sultanı’na boyun eğmeye davet için Alamut kalesine gönderir. Heyet yolda bir kadına rastlar. Kadın üstünü başını yırtarak, çığlıklar atarak, göğsünü yumruklayarak avazı çıktığı kadar ağlamaktadır. Şaşkına dönen Ali İbn Tayfur kadına neden ağladığını sorar. Kadın, “Oğlum, Şeyhülcebel’den aldığı bir öldürme emrini yerine getirdikten sonra, sağ salim köyümüze döndü. Bu görevi ölmeden yerine getirdiği için de cennete gitmesi yasaklandı. Oysa, kutsal değerler adına, kendi canını da vermesi ve cennete gitmesi gerekiyordu.”

Heyet şaşkınlık içinde Alamut kalesine vardığında, onları kafalarında kırmızı kavuklarıyla ve ellerinde hançerleriyle nöbetçiler karşıladı. Bu hiç de “dostça” bir karşılama töreni değildi. Melikşah’ın elçileri, günlerce bekledikten sonra ancak Hasan Sabah’ın huzuruna kabul edildiler.

Başlarına ne geleceğini, nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Hasan Sabah’ın onları öldürmeyeceği belliydi, zira bunu istese çoktan yapardı, ama yine de bir tuhaflıkla karşılaşacaklarından emindi heyet. Günlerce beklemenin bir nedeni olmalıydı.

O sıralarda artık 80’li yaşlara ulaşmış olan Hasan Sabah, yüksekçe bir yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Odada, Ali İbn Tayfur’un “fedaiyun” olduğunu tahmin ettiği birkaç genç delikanlı da hazır bekliyordu.

“KENDİNİ ÖLDÜR!”

Hasan Sabah, hiç sözünü kesmeden Ali İbn Tayfur’u uzun uzun dinledi. Arada bir dua mırıldanıyor, elini yüzüne götürüyor ve trans halinde Ali İbn Tayfur’un sözlerinin bitmesini bekliyordu.

Sonunda Ali İbn Tayfur’un sözü bitince, Hasan Sabah karşısında hazır bekleyen delikanlılardan en iri olanına dönerek, “Pencereden aşağı atla,” talimatını verdi. Delikanlı bir an bile düşünmeden pencereye doğru koşup kendini aşağı bıraktı.

Heyetin şaşkın bakışları altında geçen bu dehşet olayı daha sona ermeden, Hasan Sabah sırada bekleyen delikanlılardan ikincisine, “Kendini öldür!” emrini verdi. Delikanlı belindeki hançeri hızla çekip, aynı hızla kalbine sapladı ve yere yığıldı.

Üçüncüsü için ise, daha önce heyetin fark etmediği bir darağcı vardı hemen köşede. Hasan Sabah, aynı soğukkanlılıkla, “kendini as,” diye emretti ve emri hemen yerine getirildi.

Her şey normalmiş gibi, aynı soğukkanlılıkla heyete dönen Hasan Sabah, “Sultanınıza gördüklerinizi anlatın. Ona cevap yazmak gibi bir niyetim yok. Tanık olduğunuz olaylar ne demek istediğimi anlatmıştır size. Bu gördükleriniz gibi 50 binden fazla adamım var. Bir işaretimle ölüme koşacak. Bunu anlatın Sultanınıza ve aklını başına almasını söyleyin. Şimdi gidebilirsiniz, fikrimi değiştirmeden gidin.”

Günümüzden bin yıldan fazla zaman önce insanların beyinlerinin nasıl yıkandığı, onların nasıl birer canlı bomba veya suikastçı olduğu, nasıl gözünü kırpmadan kafa kestiği, sorgu-sual etmeden yüzlerce kişiyi kurşuna dizdiği açıkça belli oluyor.

Günümüzde bunun canlı örneği, son günlerin moda terör örgütü IŞİD’in önlenemez vahşeti nasıl gerçekleşiyor, okuyunca anlamak mümkün olabiliyor. Kimi sahte cennet vaadiyle insanlıktan çıkıyor, kimi ileride oluşacağı beklenen bir yapılanmada yönetimde yer almak adına vahşileşiyor.

Bunların yapıları bu ve bu yapıyı kırmak silahla mümkün değil. Dünya işte bunu anlamıyor, anlamak istemiyor.

Mümtaz İdil

Odatv.com

arşiv