Mümtaz İdil yazdı: İlhan İrem'den dik bir meydan okuyuş

"Bir ay kadar uzak kaldım Odatv’den..."

Fırtına gibi bir haftayı geride bıraktık. Olumsuz haberler, söyleşiler, gözaltılar, baskınlar ardı ardına geldi. Her gün bir önceki günü aratır bir kâbustan uyandık. Ülkenin sıkıntılı bir dönemden geçtiği, hala karanlık bir tünelde hızla ilerleyen bir trenin kompartımanlarına sıkıştığımızı hepimiz iliklerimize kadar hissediyoruz. Durumdan hoşnut olanlar yok mu, elbette var. Sistemin böyle gitmesini isteyen milyonlar da var bu ülkede, ama bir yandan da siyasi muhalefet toplumun tabanından yukarı doğru kusmaya başladı.

İnsanlar, hükumete yapılan en küçük eleştirinin bile “darbe” olarak nitelenmesinden artık bıkmaya başladı. Darbe kelimesinin kimliği kalmadı, kişiliği kalmadı. Artık bir sabah kalkıp da ülkede darbe olduğunu öğrensek, inanın kimse inanmayıp günlük hayatını sürdürmeye çalışacak.

BİR AVUÇ AYDIN SORUNLARI İNSANLARLA PAYLAŞMAYA ÇALIŞIYOR

Bundan zaman zaman kurtulmaya çalıştım. Her zaman mümkün olmuyor elbette. Kitaplara gömülüyorsunuz, ama o sizi ayaklarınızın yere bastığı bu ortamdan uzaklaştırmaya her zaman yetmiyor. Kimi zaman, kitap çalışması yaptığım zamanlarda özellikle, dış dünyaya tüm duyargalarımı kapatabiliyorum. Son hafta da bunu yapmaya çalıştım. Ama bazı fırsatlar da çıktı karşıma ve bunlar da kolaylıklar sağladı.

Önce Nous Sanat tiyatro grubunun Ankara Farabi sahnesinde koyduğu “Disconnected” oyununa daveti gördüm. Yorgun akşamlar insanın canı, hele bir de dışarıdan gelip soyunup dökündükten sonra, yeniden hazırlanıp bir tiyatro eserine gitmeyi pek çekmiyor. Ama gitmem gerektiğini, özellikle yok olması için siyasi iktidarların ellerinden geleni yaptığı tiyatro sanatını desteklememin şart olduğunu düşünerek giyindim gittim.

Oyun başladığı zaman bile, oyun ile ilgili en ufak bilgim yoktu. Neyle karşılaşacağımı, oyunun adını, oyuncuları, hiçbir şeyi bilmiyordum. Böyle olmasını özellikle istiyorum, çünkü oyun açıklamalarında, tiyatronun ismi ve etkinliklerinde yapılan abartılı övgülerin beni etkilemesine izin vermiyorum genellikle. Oyun aklımda ne bırakacaksa, o şekilde algılamalıyım, diye düşündüm hep.

Oyunu uzun süre yabancı bir yazarın kaleme aldığın düşündüm (oysa Tolga Bare yazmış, aynı zamanda yönetmiş de). Uyduruk isimli bir ülkede geçiyordu, kahramanların isimleri yabancı isimlerdi. Ama Türkiye’den de bazı konulara dokundurmalar olunca, ne yalan söyleyeyim, biraz kuşkulandım. Gerçi, epik tiyatro çerçevesinde, yabancı bir oyuna yerli motifler sokuşturulması sıklıkla yapılan bir şey, o yüzden de üzerinde durmadım.

Oyun, yazarı Tolga Bare tarafından sağlam bir metin üzerine oturtulmuş. Dar bütçeli bir oyun. Sahne görselliği olabildiğince abartısız ve etkili kullanılmış. Oyun boyunca kenarda oturup gitarı ve mızıkasıyla oyuna renk getiren Gürkan Öztunç, başlı başına bir oyuncu olarak katkıda bulunuyor. Hiç konuşmuyor, ama konuşulandan daha fazlasını ağzındaki mızıka ve elindeki gitarla yapıyor. Edward’ı oynayan Cihan Kaymak da arada bir onunla göz temasında bulunarak, oyunun canlanmasına neden oluyor.

Kısa bir “karamizah” oyunu Disconnected, güldürü öğeleri fazla değil. Daha çok hareketlere, mimiklere dayalı bir “güldürü” yansıtılmaya çalışmış, ki bu da iyi bir performans ortaya çıkarmış. Böylelikle eser, “orta oyunu” kabalığından ve “müsamere” basitliğinden uzaklaşmış.

Tiyatro, bence hala takliti mümkün olmayan, ikinci kez aynı oyunu izleyemeyeceğiniz bir sanat şöleni. Büyük prodüksiyonlar yanında, Brecht’in epik tiyatrosu sayesinde küçük bütçeli ama etkili bir eser sahneye konabiliyor ve izleyicilerin tüylerini diken diken edebiliyor. Küçücük Farabi salonunda, bir avuç izleyici ve birkaç tiyatro tutkunuyla tam bir “giriftlik” yaşanıyor. Arada bir sahneye çıkıp, birkaç şey de siz söylemek istiyorsunuz. Tavandan inen zincirler, sanki sizi de Edward ile aynı koğuşa sokar gibi.

Düşüne düşüne eve vardım. Bu ülkenin bir avuç aydını, mevcut sistemin içinde bunalmanın son noktalarında dans ederken, ellerinden geldiğince dağarcıklarında biriktirdikleri sorunları insanlarla paylaşmaya çalışıyor. Onları da yine bu ülkenin bir avuç aydın kesimi izlemeye, desteklemeye çalışıyor.

AÇIK OTURUMLARA, TELEVİZYON BÜLBÜLLERİNİN YANINA HİÇ ÇIKMIYOR

Televizyonu açtım eve gelince, felaket haberleri ardı ardına yağıyor. Kapatıp odama geçtim. Yatağımın üzerinde KA Kitap yayınlarından yeni çıkan İlhan İrem’in “Güneş Ülkesinin Karanlık İnsanları” adlı kitabı duruyor. İlhan İrem ile neredeyse aynı yaştayız, ama yine de onun gençliğimde söylediği şarkılar benim için birer tarih izlencesi. Duruşunu hiç bozmamış bir sanatçı olarak da tanıyorum İlhan İrem’i. Kendini göstermeyi sevmeyen, Salinger gibi kendini bir eve kapatıp, dış dünya ile değil iç dünyası ile çevresini etkileyen bir sanat adamı. Haksızlıkların olduğu yerde elbette ayağa kalkıp, itirazlarını yapıyor; ama bunları “hamasi” nutuklarla süslemeden ve doğru bildiği şekilde yapıyor. Açık oturumlara, televizyon bülbüllerinin yanına hiç çıkmıyor. Basın toplantısı yapmıyor, dizilerde yer almıyor, dizi müziği filan da onun işi değil. Bestelerini yapıyor ve arada bir Odatv, Aydınlık gibi yayın organlarında genel sanata bakışını “sosyalist” söylem içerisinde paylaşıyor. Onun yakıştırdığı belki “sosyalist söylem” değil, ama kağıtlara yansıyan hep o oluyor. Doğru bir duruş, dik bir meydan okuyuş.

İrem’in kitabında daha önce Aydınlık, Cumhuriyet ve Odatv’de yazdığı yazılar var. Üzerinden yeniden geçilmiş, düzeltmeleri yapılmış ve belki de büyük bir arşivden tek tek seçilmiş yazılar. Unuttuklarımızı bize yeniden anımsatan duygusal ama sert denemeler.

Kısa bir kitap, dediğim gibi, bir solukta okunuyor aslında; ama zaman zaman geri dönüşlere de ihtiyaç duyuluyor. Sonuçta okuduklarınız birer “fikir” yazısı, laylay lom değil.

BATI’DAN SAVAŞ KARŞITI FİLMLER

Takip eden günlerde postacıyı bekler gibiyim: Birkaç film izliyorum arada. Savaş karşıtı filmler arasına rahatlıkla alınabilecek bir film Fury’yi izliyorum. “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” tarzı önemli bir savaş karşıtı film. Brad Pitt oynuyor başrolde ve onun oyunu filmi daha da etkili hale getirmiş.

“Er Ryan’ı Kurtarmak” filminde Tom Hanks de çok başarılıydı belki, ama o film tam anlamıyla bir savaş karşıtı film sayılmazdı bana göre. Hatta absürdlüğü şuradan geliyordu: Bir kişiyi kurtarmak için on kişinin ölmesi.

Tipik Amerikan kahramanlığı.

Fury’de de var aynı “kahramanlık” öyküsü, ama sahneler savaş dehşeti açısından Er Ryan filminden daha etkili. Daktilo dışında parmakları mekanik hiçbir şeyle uğraşmamış genç askerin bir ölüm makinesi haline gelmesi oldukça bilinen bir olay belki, ama Fury’de bu çok iyi işlenmiş.

Bir de Robert Durvall’ın Yargıç’ı oynadığı filmi izledim. Etkileyici bir Amerikan filmi. Amerikalılar, daha çok aksiyon filmleriyle dünya piyasasını ele geçirilyorlar, arada bir Yargıç veya Meryl Streep’in muhteşem oynadığı Kuşku gibi filmlerle sinema sanatını sarsıyorlar.

SİYASİ BUNALIMDAN KAÇMANIN BİR DİĞER YOLU: KİTAPLAR

Odatv’nin de yazarlarından Ahmet Yıldız da tam bu sıralarda getirdi son kitabını: Büyük Yapıtlar Küçük Yapıtlar. Denemelerden oluşuyor. Ressamları irdeleyen makaleler özellikle ilgilimi çektiği için oradan başladım okumaya. Henüz bitmedi Ahmet Yıldız’ın kitabı, sıkıntı bastıkça dönüp okuyorum. “Ankara Film Festivali Nasıl Başladı” başlıklı makaleye küçük itirazım var: Daha öncesini anlatmamış Yıldız, Mülkiyeliler Birliği safhasından başlamış.

Şükran Farımaz çok eski bir dostum. 1984 yılında Akademi Kitabevi ödülünü birlikte almıştık: O öyküde, ben incelemede. O zamandan bu yana iletişimimiz hiç kesilmedi. Hep yazmasını, daha sık yazmasını önerdim, ama o da kuyumcu titizliğiyle öykü yazmayı hiç bırakmadı. Can Yayınları’ndan çıkan İnci Avcısı adlı minicik öykü kitabı yüreğimi serinletti. Daha önce gelmişti kitap, ama okumak bu bunalım günlerine rastladı.

Son olarak da, müzik kayıtları açısından bu ülkeye çok hizmet etmiş İlhan Dişli dostumun, onu tanıdığımda daha yeni doğmuş olan, ama şimdi artık genç bir kız olarak ortalıkta dolaşan Cemre Dişli’nin kitabı elimin altında. Cemre uzun süre kalp rahatsızlığı geçirdi ve ailenin büyük çabalarıyla yeniden hayata döndü. Hayatın ne demek olduğunu anladığı anda da şiirler yazmaya başlamış belli ki. Her yeni kitap gibi, eğer arkasında büyük isimler yoksa, raflarda tozlanma tehlikesini yaşıyor Cemre’nin “Her Hüzün Bir Düşüşle Başlar” kitabı. Kitabın raf şansı elbette çok az, çünkü arkasında ne büyük bir yayınevi var ne de dağıtım şirketleri bu tür kitaplara yüz veriyor.

Henüz geldi kitap, yarım saat kadar önce. Hikayesini bildiğimden yazdım bunları. Şiirden anlamam, ama okuyacağım elbette.

İşte, son zamanlardaki siyasi bunalımdan kurtulmaya çalışmamın kısa öyküsü bu. Bir ay kadar uzak kaldım Odatv’den, saçma sapan nedenler yüzünden aslında. Balzac kitabını bitirmeye çalıştım, siyasetin bir ucuna bulaştım, gelişmeler bilgisayarın önüne bile oturmaktan soğuttu beni.

Ama işte yeniden merhaba!

Mümtaz İdil

Odatv.com

mümtaz idil operasyon kitap ilhan irem arşiv