İbn Haldun hikayesi bildiğiniz gibi değil

Düşünmek mi, kitap yazmak mı, ikisi de kolay değildir, “anahtar” şarttır. Benim vardı, birisi İlber Hocam idi, takıldığım zaman telefon açardım.

Peki İlber Hocam neredeler; evet, “yeni teorisi” azdır, ama “doğru çıkışları” çoktur, ve fakat, ne yazık, artık hiç yoklar. Hürriyet’te bir Pazar sayfası aldılar, kaç’a; şimdi kimin için ve ne yazıyorlar, pek bilemiyorum. Belki çok’a sattılar, çünkü sustular. Kaybımız büyüktür.

ANAHTARIM İLBER ORTAYLI

Düşünmek mi, kitap yazmak mı, ikisi de kolay değildir, “anahtar” şarttır. Benim vardı, birisi İlber Hocam idi, takıldığım zaman telefon açardım ve ayrıca Ankara’dayken yeteri kadar görüşürdüm, müthiş bir kolaylıktır. Memnundum, her yerde övüyordum, hep “büyük” diyordum, daha çok üniversiteden arkadaşları, “ne buluyorsun ki” diyorlardı ve soruyorlardı ve ben susuyordum, çünkü buluyordum ve bulduğumu alıyordum. Bırakıyordum, hürriyetler bitti, ama halkımız, profesör halkım, kıskançlıkta serbest olmalıdır, diyordum.

Kitap mı, sormadan yazamazsınız ve benim en az birkaç anahtarım vardı, cevaplarlar ve ben yazardım. Bana yetiyorlardı. Belki çok derin değildiler, ama çok geniştiler ve neredeyse her soruya yetişiyorlardı. Tabii, birkaç anahtarım oluyordu ve her fırsatta sorardım; kafamın durduğu yerden tekrar açardım, cevaplarla açılıyordum. Ama şimdi uzaktalar ve artık bir de Pazar’ı var, demek sustular.

Şimdi yeni anahtarlar arıyorum ve buluyorum; hiç kimseler bilmezler, anahtarsız kitap yazmak zordur. Ve şimdi, demek ben zor işlere soyundum ve anahtarsız yapamam, biliyorum. Anahtar peşindeyim.

Peki ben mi, bir tür “sömürücü” olduğumu kabul ediyorum, bazı anahtarlarıma da söylüyorum; güzel, yalnız bu kadar değil, fazlası da var. Ne demek, İlber Hocam’ın bir de Taha Akyol programları vardı, bir de “Akyol’u Var”. Akyol, müthiş bilgili görünüyor ya da davranıyordu; sanki bir “erüdi” ya da “bilge” ve Osmani deyişle “allame”, belki de sadece gösterisidir. Daha doğrusu öyle görünmeye sanki bayılıyordu, bir veya iki programlarını seyretmişliğim var, “duymuşluğum var”; bu, Kürtlerimizin cümle kurgusudur. Güzel, Akyol, dilini de çok kibar bir Türkçe’ye çeviriyordu, çok gülüyorduk. İlber’in program sırasında ise gülüp gülmediğini bilmiyorum; Akyol’un program dili, sanki Abdullah Gül’ün her zamanki dilidir, ince ve ilaveten çok kibardır. Necip Fazıl Üstad bu dile ayrı bir ad veriyordu, güldüğünü de duymuştum, “duymuşluğum var” demek istiyorum. Ne yazık, bunu da kaybetmiş olmaktan ayrıca üzülüyorum.

TÜRKEŞ’İN ÇIRAĞI “ALLAME” TAHA AKYOL

Bir dönem var, Bülent Ecevit muhalefet lideri ve belki de başbakan, Alparslan Türkeş her zamanki yerinde, önce çok laiktiler ve mutlaka “kımız” içiyorlardı ve birden yoğun Müslüman oldular ve değiştiler. Televizyonlarda yarışıyorlardı, “Sayın Ecevit hırsızdır”, buna pek gülüyordum, hırsızın sayın’ını ise ilk kez duyuyordum. Ecevit de, “Sayın Türkeş, katildir” buyuruyordu, bundan da katilin “sayın” olabileceğini ilk kez öğreniyordum. Güzel, Taha Akyol işte bu zamanda, Türkeş’in bir “yanaşmanı” idi ve yardımcısıdır, yanından hiç ayrılmıyordu. Peki, Türkeş’in işine fiilen katılıyor muydu, hiç bilemiyorum. Sayın Türkeş’in yanında bir tür çırak olduğunu düşünüyordum. Sonra Aydın Doğan yanına alıverdiler ve işte o günden bugüne pek kibar oldular ve “allame” sayıldılar, kendisi saymaktadır. Ayrı ve ince bir dili var; İlber Hocam, duydukça gülüyor muydu, gülmemek zordur. Ve ben bir-iki kez sordum, cevabını saklı tutuyorum. Ama şu anda yüzümde bir gülüş hissediyorum.

***

Sayın Akyol ne biliyor, demek gerek, ne bilmiyor ki, neredeyse benden de çok biliyor. Ve öyle sanıyorum sanki bir “ümm-i allame’dir”, doğuştan bilge, diyorum; Tayyip Beyefendi, İbn-i Haldun’dan söz ettiler ya, Akyol, hem biliyorlar ve hem de aşıyorlar. Tenkit’i dahi var. Şimdi buradayız; Sayın Akyol neredeyse bir gün sonra yazmışlar.

İBN HALDUN VE İSLAM

Ve 24 Mayıs 2017 tarihindeyiz ve Hürriyet’teyiz, yerimiz yüksektir, Taha Akyol fıkrasındayız, “İbn Haldun ve İslam” sütunundayız. O gün şöyle başlıyoruz: “İbn Haldun adıyla İstanbul’da yeni bir üniversitenin açılmasına sevindim. İbn Haldun, İslam’ın ve insanlığın bilim tarihinde çok büyük bir isimdir. Törende konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, İbn Haldun’u bırakıp pozitivist sosyolojinin kurucusu Auguste Comte’un geçmişte önemsenmiş olmasını eleştirdi. Hatta bunda bir kasıt olduğunu ima ederek İbn Haldun mahkum edilmiştir, dedi.” Çok güzel, yalnız işaret ediyorum, “dediler” fiilini kullansalar, daha kibar olurdu; Akyol’a daha uygundur. Bizim dilimizde çoğul ekler daha çok saygı yüklüdürler. Misal mı, “Kemal Paşa geldi” değil, “geldiler” var ve ben de zaman zaman Osmani kibar dili seçiyorum. Muhtemelen Farisi’den alıyoruz.

***

Akyol, buradan hemen sonra, “günümüzde sosyoloji bilimi Comte’u çoktan aşmıştır” diyorlar. Çok güzel, ülkemiz, öyle anlıyoruz, açılmaktadır ve Akyol Üstad, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, hemen ve açıkça eleştirmektedir. Öyle anlıyoruz, aşılmış bir kimsenin, şöyle de söyleyebiliriz, artık tarih olmuş bir Comte’un, on dördüncü yüzyılda yaşamış ve yazmış olan İbn Haldun’u, çok daha eski bir tarihi, mahkum etmesi imkansızdır, söylenen işte budur. Kibar bir biçemi var.

Pek güzel, bundan sonra, Taha Akyol, bir “giriş” kitabı olan Mukaddime’yi ve İbn Haldun’un “Seyahatler” olarak da bilinen anılarını da okuduğunu not etmektedir. Çok kutluyorum. Ve öyle anlıyorum, çok eski ve muhtemelen da tam olmayan bazı Osmani İbn Haldun kitaplarına iltifat etmişler. Neden bu yolu seçtiler, bilemiyorum. Yalnız bu sorum yöntemseldir ve bir nedenle formüle etmiş durumdayım.

MUKADDİME BAŞ ESER DEĞİLDİR

Bu soruların bir nedeni var, İbn Haldun, modern zamanlara, 1952 yılında başlayan 1957 yılında tamamlanan üç ciltlik “Mukaddime” çevirisiyle çıkmıştır; şöyle de söyleyebilirim, bir tekrardır, daha önce insanlığın nerede ise tümü, İbn Haldun’dan hiç haberdar değildiler. Daha da açıklayabilir miyim, İnsanlığın İbn Haldun bilgisi bu çevirilerle başlamaktadır ve çeviriler, bir anlamda, İbn Haldun kadar önemlidir. Sanki İbn Haldun’durlar.

Ve “İsyan”, birinci ciltten aldığım şu bilgiyi vermek istiyorum; “Mukaddime’yi, İngilizce’ye çeviren ve adının duyulmasını sağlayan, o zamanlar bir İbrani Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan F. Rosenthal idi. Şöyle anlayabiliriz, Mukaddime’nin ilk çevirisini bir Yahudi bilim adamı olan Rosenthal yapmıştır; büyük teşekkürler borçluyuz. Güzel, bilgi verirken düzeltmeler yapmak durumundayız; Taha Akyol, “İbn Haldun’un baş eseri Mukaddime” diyor ki, asla doğru değildir ve “Mukaddime” de belirtiyor, bu bir eser değil, sadece giriş’tir. Devam etmek durumundayım, Arap tarihçiliğinde “Giriş” şarttır ve usüldür. Bütün Arap tarihlerinde bir “mukaddime” vardır ve bizde de, Osmani’de, usül aynı idi, devam ediyordu. Ediyorum.

ARAPLAR İÇİN İBN HALDUN YOKTUR

Güzel, benim çalışma dairemde, bana ait, Ibn Khaldun, Fransızca olarak, “Al-Mukaddime” olarak vardır. İbn Haldun’un asıl eseri, “İbar” ya da “Haber”, tarih anlamındadır, pek çok cilttir ve yine benim çalışma dairemde, İbar’dan seçmeler, iki cilt olarak, Ibn Khaldun, “Peuples et Nations du Monde” ismiyle vardır. “Extraits des Ibar” olarak devam ediyor, présentée par A. Cheddadi, hazırlayanı belli ediyor ve “İbar’dan Seçmeler”, buradayız. Pek güzel, Arap dünyasında yaşayan ciddi bir İbn Haldun uzmanı Cheddadi, iki ciltlik bu çalışmasının ilk sayfasında, başlık anlamında, “Ibn Khaldun, Anthropologue ou historien?” ifadesine yer veriyorlar. Buradan şunu anlıyoruz, Haldun’un tarih çalışmalarına, Arap dünyasında, ne demek gerektiği konusunda bir tereddüt görüyoruz, antropoloji mi tarih mi, hangisi, tereddüt ediyorlar. En çok bir “insan bilim” olabilir ve sosyoloji asla ve kata yoktur.

Güzel, geriye kalan Arap dünyası, ne diyorlar; bir tek cevap var, “yok” sayıyorlar. A, “sosyoloji”, akıllarına bile getirmiyor ve b, tümden reddediyorlar. Güzel, tekrarlıyorum, Araplar için İbn Haldun ve kitapları hiç yoktur; İbn Haldun, dünyaya gelmemiştir ve kitapları ise hiç yoktur. Ve görmüyorlar. Şimdi Araplar tarafından reddedilen Haldun adıyla bir üniversite açıyoruz. Buradayız.

İBN HALDUN’U TÜRK DEVLET ADAMLARI ÇIKARDI

Demek anlamaya çalışıyoruz, Profesör Rosenthal’ın çevirisine kadar, demek, dünyanın hiçbir yerinde, İbn Haldun, hemen hemen, yoktular. Çok güzel, biraz daha açabilir miyim, Profesör Rosenthal’ın, İbn Haldun’un bu eserlerini gerçekten dünyaya getiren bu İbrani bilim adamının bir de “A History of Muslim Historiography” kitabı var, güzeldir. Bir asistan arkadaşıma vermiştim, iade etti ama kütüphanemde bulamıyorum, yalnız notlarımda yazılıdır, Rosenthal, çevirisini yaptığı “Mukkaddime” için, “His great work was much admired and diligently studied by later generations, especially among Turkish statesmen and scholars” da diyorlar. Güzel, çevirmen, sanki yeni bir kitaptan söz ediyorlar; bu yeni kitaba hayranlık duyanlar var. Peki, bunlar ise “Türk devlet adamları ve alimleridirler” ve buna gerçekten harika diyorum.

Tabii ben de bir iş yapıyorum, Mukaddime’nin, Araplar tarafından reddedildiğini ve Türk büyükleri tarafından da sevinçle karşılandığını ortaya çıkarıyorum. Yaptığım iş önemlidir ve pek çok soru ile yüklüdür.

Güzel, 1960 yılının sonlarına doğru, öyle görüyoruz, İbn Haldun, sanki yer altından çıkarılmıştır ve bu arada, Türk devlet ve bilim adamları bu çıkartmaya çok sevinmişlerdir. Tabii ben de daha basitleştirerek “1967 Yılı” diyorum; ben de işte bu yılda böyle devlet ve bilim adamlarımız olduğu için sevinç duyuyorum.

İBN HALDUN MİTİ

Pek güzel, öyleyse bilimsel bir eseri kenara koyuyorum ve sanki bir polisiye yazıyorum. Ve Ümit Hassan’ın doktora tezine geliyorum, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden almışlar, Bülent Daver, Nermin Abadan, Mümtaz Soysal jüri üyeleriydiler, 1977 yılında sonuçlandığını görüyoruz. Peki, Doktor Hassan’ın bu çalışmasını, basıldığı zaman edinmiş ve incelemiştim. Burada başka bir noktadan bakıyorum.

Kısa girişin son paragrafı, Profesör Von Grunebaum’un bir çalışmasından alınmış, Von Grunebaum’un Avusturyalı olduğunu varsayabiliriz, Almanca yazıyor ve Almanların uzun yıllar, islamoloji çalışmalarını ellerinde tuttuklarını not edebiliyoruz. Doktor Hassan’dan şunu aktarıyorum: “Grunebaum’a göre, ‘neredeyse bir İbn Haldun mitosu yaratılmak üzeredir. İbn Haldun efsanesi öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki, ortada kendisine atıflar yapılan güvenilir bir metin vardır, Mukaddime, fakat okunmasına pek de gerek görülmemektedir.” Çok şaşırtıcı değil mi, değerli Profesör, Mukaddime’ye, bir “mitoloji” ya da bir “esatir” gözüyle bakmaktadır ve ancak, ne yazık, okuyucusu bulunmamaktadır. Tabii Taha Akyol, bu genellemenin dışındadır.

Yalnız bir soru çıkıyor, kitaplarımdan İsyan’ın, birinci cilt, seksen beşinci sayfasında görülüyor: “Yenişafak” Gazetesi, 29 Eylül 2004, çok güvenilir olduğunu ısrarla belirterek, kuponla, Mukaddime vermektedir. Taha Akyol, güvenilir, Türkçe, Mukaddime okumayı tercih etmemektedir. Çok şaşırtıcı bulduğumu not ediyorum; sanki Akyol, Profesör Grunebaum’u doğrulamaktadır. Okumamaktadır. Ve burada duruyorum.

***

İbn Haldun hikayesi bildiğiniz gibi değil - Resim : 1

Yalçın Küçük, İsyan, cilt 1, s. 85

***

ALTI GÜN SAVAŞI

Eta li sluçaynı Tovarişi, nyet , eta ni sluçayni; bu bir tesadüf mü yoldaşlar ve hayır, tesadüf değildir. İlk önce Rusça görmüştüm, oradan alıyorum, tesadüfe inanmayan birisiyim ve tekrarlıyorum.

Ve derhal, kütüphanemde, “Historical Dictionary of Israel” olmalıdır, göz önüne koymuştum ve alıyorum, “Six Day War, 1967” girişini açıyorum, “Altı Gün Savaşı, 1967”, İsrael’in Başkan Nasır ile Suriye’de Hafız Esat’ı, birleşmişlerdi, perişan ettiği tarihtir. İsrael, neredeyse, Mısır dünyasının topraklarının çoğunu aldılar, Sina Yarımadası, Süveyş Kanalı yakını West Bank, Golan Tepesi, artık İsrael’in elindedir. Zaferdir ve sanki İsrael yeniden kurulmaktadır.

İşte bu çeviriler, tam bu zamanda “piyasaya” çıkmaktadır.

İşte “Mukaddime” bulunmuştur. Ve İbn Haldun, Arapları neredeyse yok saymaktadır ve Türkleri sadece ağır sözlerle yazmaktadır. Tekrarlıyorum, Türk Devlet adamları çok memnundurlar.

Güzel, şimdi ben 1916 yılından başlayan, beş ciltlik yeni bir “Tezler” üzerinde çalışıyorum ya, 1916 yılında, İngiliz emperyalizmi, birden aynı aileye dört Arap Devleti ihsan etmişti ve Türkleri Arapların topraklarından çıkardılar. Bu bir; iki, biz Türklerin halk kültüründe “Araplar bizi arkadan vurdular” ideolojisi hakimdi, 1960 yıllarında da öyle olduğunu biliyoruz. Ve hem İbn Haldun’u ve hem de İsrael’i çok seviyoruz.

ARAP DOLARLARI

Yeni Tezler’i biraz da bunun için çalışıyorum. Bilimsel olarak görürüz.

Arapları sevmemek ve hatta nefret etmek uzun yıllar sürdü. 27 Mayıs 1960 ile birlikte ve özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin etkisiyle bir kırılma yaşamaya başladık. Yalnız, güzel bir söz var, birisini bir dua ya da beddua ile öldürebilirsiniz, ancak kahvesine biraz arsenik koymak şarttır.

Demirel’in, başbakanımız idi, “beş sente muhtacız” dediği günleri unutmuyoruz, hem büyük bir ekonomik kriz ve hem de Demirel’in “Milliyetçi Cephe Hükümeti” ya da zulmünü birlikte yaşıyorduk. 12 Eylül 1980 Darbesi, bekleniyordu ve gelmiştir. İşte o zamanlar, dünyaya da “Arap doları” yayılıyordu, saçıyorlardı ve bizler, devlet adamlarımız, Suudi Saraylarını gezmeye ve tavaf etmeye başlamıştık, Arap dolarları topluyorduk. Sonra 24 Ocak 1980 kararlarını aldık, sonra dayanıklı tüketim malları imal etmeye ve sonra Arap pazarlarına satmaya başladık. Sonra Arap dolarlarıyla birlikte Araplarımızı sevmeye başladık. Aynı zamanda ideolojimizi ve tarihimizi değiştiriyorduk.

ARAPLAR’DA ÇOK İBN HALDUN VARDIR

Edward Said’i biliyoruz, “L’Orientalisme” kitabını yüksek tutuyoruz, “Doğu, Batı Tarafından Yaratılmıştır”, bu kitabın ikinci başlığıdır. Bu kitapta “De Sacy, E. Renan, K. Marx” önemli bir bölümdür. Bu önemli bölümde İbn Haldun hemen hemen yoktur. Bütün bu önemli kitapta İbn Haldun’un adı, bir yerde Caussin’in İbn Haldun’un kitaplarına büyük güven duyması nedeniyle, “auquel Caussin fait grande confiance” geçmektedir. Öyle anlıyoruz, İbn Haldun efsanesi, esatiri, küçük ölçekli olmuştur. Kalmıştır.

Tabii, Haldun’u çalışırken, Balşaya Sovyetskaya Entsiklopedya’yı ihmal etmiyorum, Kütüphanemde mevcut koleksiyondan, Vol. 17 ve stranitsa 259, bakabiliyorum, “pridavaya reşayuşşee znaçeniye klimaty i geografiçeskie srede, on ostalsya na pozitsiya idealizma” yazıyorlar. Şunu çıkarıyoruz, İbn Haldun tarih sistemini kurarken, iklim ve coğrafyaya fazla belirleyici, yer vermektedir ve bu da idealizmde kalması anlamındadır. Demek Sovyet düşüncesinde de İbn Haldun’un yeri yoktur. Güzel, sona yaklaşıyoruz.

Arabi Felsefeci Abid El Cabiri ise, biz “Araplar’da çok İbn Haldun var” demektedir ve tekrarlıyorum, Arap tarihçilerin hepsi bir Mukaddime yazıyorlar. Haldun, uzun yıllar, Kahire’de yaşadılar; Kahire elenizm’in toprağıdır, okuması ve bilmesi çok doğaldır. Ancak, İbn Haldun’un açıklıkla söylediği üzere, Haldun bir sufidir, bir “mistik”, aynı anlamda bir batini’dir ve tasavvufi’dir, “akılcı” değildir. Doktor El-Cabiri, bu noktaya vurgu yapmaktadır; bilim dışında görmektedir.

İLAHİYAT YANI ZAYIF

Bir de İbn Haldun’un , “asabiye” ve bazen da “asaba” görüşü var; İbn Haldun’un, Al-Muqaddima’sında iki yerde geçiyor, bir yerde “des liens du sang (assabiyya) , necessaire a l’autodefense” olarak okuyoruz. Buradaki “autodefense” sözcüğünü “özsavunma” şeklinde anlıyoruz, her aşiret’in bir asabiye’si olması gerektiğini ve bunun da savunma için zorunlu olduğunu kavrayabiliyoruz. Şöyle de söyleyebiliriz, asabiye, “esprit de corps” karşılığıdır, her aşirette olması gereken “dayanışma” gücüdür. Asabiye güçlüyse, aşiret de güçlüdür ve hepsi budur. Aşiret ruhu, birlik bilinci, asabiye’dir.

***

Herhalde artık bitirmek durumundayım. Deniz Hocam ile Okan Hocam, Odatv çalışmalarımızda, yazılarımızda, bir tür editörlüğümüzü üstleniyor diyebiliriz. Deniz Hocama bu yazıyı yazmadan önce “iki sayfa” demiştim; Deniz Hocam da “anlıyorum, on sayfa” cevabını verdiler. Henüz, on sayfa olmadı; umuyorum, bitmek üzeredir. Ama son olarak, Maxime Rodinson’a bakmak durumundayım; “Marxism et Monde Musulman” Frankofon aydınlarımızın bir dönem en önemli kitabı idi ve bendeki Doğan Avcıoğlu’ndan kalmadılar. Bu dünyadan ayrılınca, Gülseli bazı kitaplarını bana verdiler ve üzerinde Doğan’ın da işaretleri var.

Rodinson, yetmişli yıllarda hem marksizm’de ve hem de islami araştırmalarda pek güvenilir birisi sayılıyordu, kitabı 700 sayfaya yakındır, hacimli bir kitap demek istiyorum; Paris 1972 baskısı, yeni Tezler’de mutlaka yeniden incelemem gerekiyor ve Rodinson da asabiyet’e, “esprit de corps” diyor ki, “dayanışma” ruhu olarak anladığımı tekrarlıyorum. Ayrıca İbn Haldun’un buna bir “perspective sociologique” şekilde yaklaştığını ekliyor, bundan ilahiyat yanını zayıf bulduğu sonucunu çıkardığını düşünüyoruz. Sosyolojik yaklaşımla, asabiyet’e ya da “asabi olmaya” bir “mise en relief”, bir “özgünlük” kazandırmış olmaktadır. Bir form veriyorlar, sanki kavramlaşmıştır.

Yine Rodinson’dan aktarıyorum, Orwell, “şovenizm” demektedir ki, aşiret bağlılığı olarak da anlayabiliriz. Sovyetler de bu kavram üzerinde düşünmüşler “partiynost” kavramıyla da açıklıyorlar, “esprit de parti”, güzel ve bir “parti ruhu” veya “dayanışması” şeklinde anlayabiliyorum. Ve hepsi budur.

Ne demek, İbn Haldun her aşirette var olan “bağlılık” hali üzerinde biraz durmuştur, aşiret ya da kavimde bağlılık bilinci güçlüyse, aşiret ve kavim güçlü olarak kalmaktadır ve devam ediyorlar. Hepsi bu kadar; ancak buradan, “sosyoloji” çıkaramayız ve Haldun’a “sosyoloji bilgini” diyemeyiz. Öyleyse, Tayyip Beyefendi’yi, danışmanları gereksiz olarak üzmüşler. Tabii sosyal meselelerle ilgili üniversite her zaman sevindiricidir, yalnız, ben olsam, “Namık Kemal Üniversitesi” adını seçerdim. Daha çok bizdendir, işaret etmiş oluyorum.

HERKES GİTTİ YALNIZ KALDIM MEYHANEDE

Peki ama İbn Haldun biz Türklere “köle” demiş ise çok mu yanlış yapıyordu, hep sorumuz var ve eğer burada doğruyu yazacak ya da söyleyecek birisi varsa, bu, İlber Hocam’dır; eskiden yapıyordu ve hem konuşuyordu ve hem de güldürüyordu, ama şimdi, Pazar’a çekildiler. Ne yazık sustular ve ben de biz Güneylilerin “herkes gitti yalnız kaldım, meyhanede” havasına mahkum oldum. Henüz, mahkum olmuyorum, yeteri ölçüde olmuşluğum var.

Ne demek, Mukaddime’de İbn Haldun’un biz Türkler için çok ağır manzumeleri var ve bizler için “köle olduklarından utanmıyorlar” demektedir; kitaplarımda yerleri var, isteyenler buluyorlar.

***

İbn Haldun: Mukaddime ve Türkler İçin Manzume

Kafesinde bir Halife

İki Türk zındancı arasında

Tekrarlıyor bir papağan misali

Emirleri ve bir zindancı arasında

***

Ne demek, İbn Haldun, Maşrık’dan Kahire’ye geldiler ve çok uzun yıllar Kahire’de yaşadılar; ölümü 1406 yılındadır. Peki, orada ne vardı, bir “Türk Devleti”, ki “memlük” de diyoruz, “kölemen” olduğumuzu da saklamıyoruz, çeşitli Türk kavimlerden, “köle” olmuşlar, sonra fırsatı görmüşler, isyan etmişler, yönetmeye başlamışlar, amma köklerini, köklerimizi, reddetmemişler. Saklamıyorlar, “biz köleyiz” diyorlar. Bu, bir. Sonra İkinci Selim, Kahire’yi aldılar ve Osmanlı İmparatorluğu’na kattılar. Demek İbn Haldun’a bunları biz Türkler söyledik.

AYDINLIĞA ÇIKMAK

Tekrarlayabilir miyim, İbn Haldun en son 1406 tarihinde yazdı, ölüm tarihi budur, o sırada, Türklerin sadece bir “Emir Osman’ı” vardı. Haldun sadece bunu ve bir de, Kahire’deki devleti biliyordu ve oradakiler, “biz köleyiz” demekten çekinmiyorlardı. İbn Haldun, “bu Türkler köle olduklarını söylemekten utanmıyorlar” diyordu ki tabii biraz ağırdır. Öğrenmek gerek ve yazmaktan, ne yazık, yorulmuyorum. Hayır, doğrusu çok yoruluyorum. Çünkü ben yazmasam ve ben yazmasam, aydınlığa çıkamamaktan korkuyorum.

***

Pek güzel, İbn Haldun’un, “insanlar doğarlar, büyürler ve sonra ölürler”, böyle de bir sözü var, bunu da yazdığına inanılmaktadır. Osmanlı’nın son zamanında büyük aydınlarımız, bunun Haldun tarafından yazıldığına inandılar; ben hiçbir yerde görmedim, belki de uydurdular. Yalnız kabul etmeliyiz, bu sözü uydurmak çok kolaydır, İbn Haldun da, bir başkası da uydurmuş olabilir, çok kolaydır. Münevverlerimizin uydurma halleri vardır ve biliyoruz.

Son Osmanlı münevverlerimiz bu lafı çok sevdiler ve burada bir “tevekkül” felsefesi buldular. Biz, doğduk, büyüdük, imparatorluk olduk, ancak artık çöküyoruz ve önleyemeyiz, çünkü Allah’ın kuralı ve emridir. Sufi münevverlerimiz bundan hem memnundular ve hem de İbn Haldun’u öne sürdüler. Bir alim sayıyorlardı, sığındılar.

Alimler çok zaman sığınmak için vardırlar.

Tekrar ediyorum, görülüyor, Haldun’u pek çok dilde inceledim, bu görüşlerine hiç rastlamadım. Ama, son zaman münevverlerimizin bir kısmı artık tevekkül felsefesine bağlanmıştı ve bunu sahiplendiler. Demek tarikatlarımız, insanlarımızı rahatlatıyordu. Rahatladılar.

***

Tarikatlarımız “tevekkül” veriyorlar. Ve bugün çokturlar. Belki de ihtiyacımız artmaktadır.

PARİS’TE HERKES SOSYOLOGTUR

Güzel, Paris’i İlber Hocamız, unutmuş olmalıdır: Paris’te eğer mühendis değilseniz, tarihçi hiç değilseniz, iktisatçı olamamışsanız ve ağzınızdan “laf” çıkıyorsa, size “sosyolog” diyorlar. Bir, Paris’te “sosyolog” çoktur ve kullandığım kaynaklardan Rodinson bir misal, İbn Haldun’a “sosyolog” demektedir; nedeni başka bi-şi diyememesindedir. İbn Haldun’un bir tarihi yoktur ve öğrenmek iyidir ve ben sunuyorum.

***

Yine kitaplarımda var, Fransız tarihçi Marc Ferro, popüler tarihçi olmasına rağmen çok okuyordum. Çocuklar için de tarih yazmışlardı, okuyorum. Yazdıkları arasında, İbn Haldun’un Yahudileri çok övdüğü çoktur. Çok yararlıdır ve okunması tavsiyelerim arasındadır.

Bazı tarihçiler İbn Haldun’un biz Türkleri Yahudi saydığı ve bu nedenle yer yer çok övdüğü görüşünü de ileri sürüyorlar. Bunlara “iyimser tarihçiler” diyoruz. Ve böylece, “hakikaten” bitiriyoruz.

MECELLE YASASI: SIKIŞIRSA GENİŞLER

Bir de “ibar” ya da haberimiz var. Sabih Kanadoğlu Üstadımız tatiline çıkıyorlardı, uzun kalıyorlar ve buluştuk. Yine Sabih Dostumuz, yine Yaver Üstadımız ve yine “maalen” ve yine, Akşamcı’ya ve bu habere de iki haber eklemek istiyorum. Beyoğlu Belediye Başkanı çok önceden başlamıştı, Beyoğlu’nda, Asmalı Mescit’te lokantaları çökertmeye çoktan el attılar. Güzel, bu Ankaralılar, galiba gerçekten şeytanlar, payitaht’ın, Ankara’dan taşınacağını çoktan düşünmeye başlamışlar. Ankaralılar için düşünmek mi, yaymaktır. Çoktan beri, yayıyorlar.

Ama “akşamcı” Bestekar’dadır ve Bestekar artık lokantalar mahallesidir. Hiç azalmıyor ve amma artıyor, biz de “veda” yemeğimizi yine Bestekar’da yaptık. Ama, marş yoktu, Vali yasaklamıştı, bu kadar çabuk mu uyuyorlar, anlayamadım. Demek İzmir Marşı’nın duyulmasından çok rahatsız oluyorlar. Tabii, sinir bozucudur. Ve bitiriyoruz.

***

Masamız, İzmir Marşı’ndan mahrumdu ama umutluydu. Umut varsa, mutluluk da vardır. Sabih Üstad, cehepe’nin mevcut halinden umutsuz görünüyordu, ama artık bunun moral bozucu yanı kalmamıştı. Ayrıca “Mecelle” var, Osmanist yasadır; bir kanunu da, “sıkışırsa genişler” olarak biliyoruz. Kılıçdaroğlu artık daha sıkışmaktadır ve genişlemektedir. Bunun dışında, Üstadlarımız, artık sıkışırsa genişler düşüncesindedirler. Hal-i umumimizden yeteri ölçüde umutlular. Ve en son türkümüz işte burdur.

GÜLEN ORDUYA SIZMAK ÜZERE VARDIR

İbn Haldun’un yükselmesinden herhalde İsrael memnundur. Tabii Fethullah Gülen’in de memnun olması ihtimal dahilindedir; çünkü Gülen, akepe’nin kuruluşunda vardırlar, Nasuhi Güngör’ün kitabı hâlâ sürümdedir. Buna şunu ekleyebiliyoruz, aralarının ilk bozulması, Marmara Gemisi’nin Filistin seferi nedeniyle çıkmıştı, Fethullah Gülen bu sefere karşı oldular. Şimdi, hem Amerika tam sahip çıkıyor görünmektedir ve bir de Senato ile Temsilciler Meclisi, el ele, sanki Ankara’ya hücum ediyorlar.

***

Fethullah Gülen’in ilk mesleği, seyyar vaizlik idi, İzmir’de dolaşıyordu, devlete çalışmayı ve orduya girmeyi seviyordu, “komünizm ile mücadele” ediyordu ve 27 Mayıs’ın ilk günleriydi, bu yazının bittiği gün, bundan tam 57 yıl öncesidir ve Türkiye İşçi Partisi çalışmaya başlıyordu, Gülen’in ilk işi, “bize karşı” mücadeledir. Ordu Gülen’den hayli memnundur, arada tartıştık, ben Gülen’i tebrik edeni, Cemal Gürsel olarak, Sabih Üstad ise Cevdet Sunay olarak hatırladılar. Bakarız, doğrusunu buluruz. Yalnız bu iş böyledir; Gülen, esas itibariyle orduya sızmak üzere vardır. Sincan’dan da görüyoruz, pek çok üst rütbeli subaylar reddediyorlar. Hem değiliz ve hem de yokuz diyorlar. Sanki olanlar, yoklar. Yoklar ise varlar.

TAHA AKYOL OKUMAYI BİLMEZ

Ve son sözüm şudur, Taha Akyol, şu kitabı okudum, bunu okudum demeyi bırakmalıdır. Profesör Fischel, “Ibn Khaldun ve Tamerlane” kitabında, “İbn Haldun ve Timur”, Haldun’un otobiyografisi ve bunun üzerine bir incelemedir ve “Tarif” olarak yayınlanmıştı, İbn Haldun’un her cümlesini en az bir kez düzelttiğini, değiştirdiğini yazmaktadır. Çok doğru ve çok yerindedir. Akyol Bey, kısa yazıda, pek çok Arabi ve “asıl” kitap okuduğunu ileri sürmektedir. Ne yazık, inanmamız zordur, okusalar dahi her tarafı yanlış olmalıdır. Hayır, yazacaksanız, okumak durumundasınız; her konunun kitaplar vardır.

Burada görüyorsunuz, kaç dilden kitap kullanıyorum.

Bir, İbn Haldun, Rosanthal’ın çevirilerinden sonra doğmuştur ve çıkmıştır. Öğreneceksiniz, “şundan okudum, bundan yazdım” demek, okumamaktır. İki, ya öğreneceksiniz ya da İlber Hocam ile akşamları buluşacaksınız, Hoca size okuyacaktır. Şunun kitabını okudum, diyorlar, ben, hiç okumamıştır, şeklinde anlıyorum. Üç, şimdi İbn Haldun’u öğrenmenin dili İngilizcedir ve Fransızcadır. Bu dilleri bilmiyorsanız, hiç bilmiyorsunuz, demektir. Bir iki işaretim de hiç bilmediğinizi anlamış olduğumu göstermektedir. Dört, daha Mukaddime’yi, İbn Haldun’un kitabı sanıyorsunuz, henüz işin başındasınız. Mukaddime, kitap değil, sadece mukaddime’dir.

Benim şimdiye kadar yayınlanmış kitaplarımda, İbn Haldun üzerine, en az yedi bölüm vardır. Bulunuz ve okuyunuz. Bir süre bekleyebilirsiniz, hepsini, yenileyerek ve genişleterek, yeniden yazmayı planlıyorum. Ve başarılar diliyorum.

Aydın Doğan, gazeteciliği gömmektedir.

Yalçın Küçük

Odatv.com

İbn Haldun hikayesi bildiğiniz gibi değil - Resim : 2

İbn Haldun Yalçın Küçük ilber ortaylı arşiv