Havada uçan ihbarcı kartal

Dostoyevski’nin “Öteki” romanının silik kahramanı, baremin 9. derecesinden memur Goladkin gibi ben de baremin 7. derecesindeyken TCDD Hasılat...

Dostoyevski’nin “Öteki” romanının silik kahramanı, baremin 9. derecesinden memur Goladkin gibi ben de baremin 7. derecesindeyken TCDD Hasılat Dairesi’ndeki memuriyetimden ayrıldım, ANKA Ajansı’nda gazeteciliğe başladım.

Varlık Özmenek aklımı çeldi. Değilse, hamurumda gazetecilik yok. Ne alaylıyım ne de bu işin eğitimini almışım. Tek avantaj olarak Varlık ağabey “dil” bilmemi görüyor, ANKA’nın dış politikasını destekleyeceğimi umuyordu.

ANKA o sıralarda Selanik Caddesi 41 numaradaydı. Müşerref Hekimoğlu’nun karşısına çıktığımda kim olduğuna dair en ufak fikrim yoktu. Müşerref hanım kısa sorularla beni küçük sınavdan geçirdi. Cumartesi de çalışacaktım, rahatım kaçacaktı. Çok zor bir karardı benim için, çok..

Konçita Işık ve Haldun Armağan ile birlikte salonun bir köşesinde çalışmaya başladım. Haldun, küçük radyosuyla her sabah BBC’yi dinleyip, haber yapıyordu. Konçita da AFP’den ve Alman DP ajansından teleks ile akan haberlerden gündeme ilişkin notlar çıkarıyordu.

Önüme bir teleks metni koydular: “bunu çevirip haberleştirebilir misin,” dedi Konçita aksanlı Türkçesiyle.

Böylelikle her yeni gazeteciye nasip olmayan bir şekilde, diplomasi muhabiri olarak gazeteciliğe başladım. Arada içerilerden kelli-ferli birileri gelip, genel yayın yönetmeni masasında oturan Ali Polat ile bir şeyler konuşuyor, kayboluyordu. Varlık Özmenek’i hiç görmemiştim daha. Sanki ajansın bir başka bölümü daha vardı ve oraya girmek yasaktı.

Yasak değilmiş, ama gerçekten başka bir bölüm daha varmış ajansta. Üst yönetimin ve muhasebe işlerinin bulunduğu bölüm. Uluç Gürkan’ın da orada oturduğunu çok sonraları öğrendim.

Fransız kültürden İsmet Demirdöğen tek tanıdığım insan. Onunla da derin bir arkadaşlığımız yok, aynı sınıfı paylaştık bir süre, sonra o bir yere ben başka bir yere savrulup gittik.

Her Çarşamba saat 11’de Dışişleri Bakanlığı’nda gazetecilere brifing verilirdi. Uzun süre Konçita ile birlikte gittik brifinglere. Sonra yalnız gitmeye başladım. Ama bir türlü alışamıyordum. Dışişleri sözcüsü İnal Batu’ydu. Müşerref Hekimoğlu da sürekli sıkıştırıyordu beni: “Özel haber yap, git müsteşarla, yardımcılarıyla, büyük elçilerle konuş.”

Aklıma bir soru geldi ve brifing sonrası İnal Batu’nun odasına gittim. Kolay değil, memuriyetin 7. derecesinden kopup gelmişim, hayatımda değil müsteşar, genel müdür bile görmemişim. Kapısını çalıp gireceğim adam Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcısı.

Önümü ilikledim, kapıyı çaldım. Bir de ne göreyim: Sedat Ergin ile Nur Batu bacak bacak üstüne atmış İnal Batu ile kahve içip kahkahalarlarla bir şey konuşuyorlar. Sedat o sırada Cumhuriyet’te, Nur Milliyet’te.

Beni görünce uzaylı görmüş gibi oldular. Tam Goladkin durumundaydım. İnal Batu da şaşkındı: “Bu adamı bir yerden gözüm ısırıyor,” şeklinde bakıyordu. Sorumu sordum, ama açıkçası ne cevap verdiğini de unuttum. Bana “gel otur” da demediler.

Memuriyetten gazeteciliğe geçişin yazılamaz soyutluğunu yaşıyordum: “Demek bu iş böyle değil...”

KİMLERİ HARCAMADI Kİ BU İKTİDAR

Aktüel dergisinin Ankara kolunu Kurthan Fişek ile birlikte kurduğumuzda, artık “kaşarlanmış” gazeteciydim. O sıralarda Milli Savunma Bakanı olan Nevzat Ayaz’ın odasına üç kez arka arkaya girip, bir keresinde de kravatını düzeltmiş, hafifçe omuzuna dokunarak “bu renk size gitmemiş, eşiniz uyarmıyor mu sizi,” diyecek kadar laubalileşmiştim.

Bu kez de sınır kalmamıştı bürokrasiyle aramda.

O sıralardaki gazetecilik herhalde bir başkaydı. Yalaka ve yandaş ya yoktu ya da kendini çok iyi “kamufle” edebiliyordu. Gerçi Cumhuriyet gazetesi o sıralar Dışişleri Bakanlığı’nın resmi bülteni gibi çıktığı için eleştiriliyordu, ama en sağlam dış politika haberleri de bu gazetede çıkıyordu. Herkesin derdi haber atlatmaktı. Haberlerimizi ankesörlü telefonlarla geçerdik, haber merkezi de bunu teleks ile abonelerine dağıtırdı. Sonra belediye otobüsüyle iş yerimize dönerdik. Kimse “puştluk” düşünmediğinden, paylaşmak en büyük keyifti.

Namusluyduk. Yalaka gazetecilik diye bir şey yoktu. Haberi yanlış ya da yandaş yazdığımda, Metin Aksoy kağıdı suratıma fırlatırdı: “Git yeniden yaz!”

Acımasızdık. Hatır gönül iş yapmazdık, bize öyle öğretildi. Kuralları harfiyen uygulamak zorundaydık. Yalan haber yazmak mümkün değildi, zira camia sizi anında kapının önüne koyardı. Abartıya izin vardı, yalana asla! O dönem göze batan tüm gazeteciler, zehir gibi gazeteci oldukları için yükseldiler, yandaş olduklarından değil. Yandaşlıkları çok sonra geldi. Bakın o döneme, çok şey öğreneceksiniz.

Tüm “kutsal” değerler ve emanetler gibi, gazetecilik mesleği de çöktü, çürüdü, kokuştu. O sıralarda her gazeteci bir sanatçı önder gibi davranır, toplumun ve devlet kurumlarının önünde hareket ederdi. Kimse kayrılmaz, kimseye biat edilmez, kimseden çekinilmezdi. Devlet kurumlarını yerden yere vuran gazeteci arkadaşlar değil kapının önüne konulmak, sivil meslek kuruluşları tarafından ödüllendirirdi. Gazete patronları da gazeteciydi çoğu kez ve haklı ise gazetecinin sırtını sıvazlar, hoşnutluğunu belli ederdi. Yalan yazılmazdı. Yalan yazan kapının önüne konmazdı belki, ama tuhaf ama haklı bir dayanışmayla arkadaşları arasında dışlanırdı.

Böyleydi işte AKP iktidara gelmeden önceki gazetecilik anlayışı. Birdenbire bozulmadı elbette, alıştırdılar ve yozlaştırdılar. Önce patronlar ellerindeki gazeteyi silah olarak kullanmaya başladı, sonra muktedirler gazetelerin namlularını topluma çevirdiler.

Uzun süredir havada bir kartal uçuyor ve gazetecilerden tutun da sanatçılara, emekçilere kadar herkesin hareketini tıpkı Orwell gibi gözetliyor. Hain bir kartal olmalı ki, hoşnut değilseniz eğer, sizi hemen “ihbar” ediyor.

Kimleri harcamadı ki bu iktidar? Tırnaklarıyla tutunmaya çalışanları bile tırnaklarını sökmek pahasına tutunduğu yerden koparıp, kurtlar arasına attı.

Ve her yol tıkandı. Gidebileceğiniz, izleyebileceğiniz gazete, televizyon, radyo, dergi vb... Hiçbir yer kalmadı. Her köşe tutuldu ve gazeteci olmak isteyenlere “biat” kültürü soruldu. Boyun eğenler basamakları sesizce tırmandı, eğmeyenler çığlıklar içinde sokağa atıldı.

Herşey, ama her şey hızla kirlendi. Birinciliği elbette gazetecilere vermediler, zira her şey aynı anda kirlendi ve birinciliği doğal olarak “ahlak” aldı. Onu bir bulsalar, madalyasını da boynuna asacaklar, ama ortalıkta yok.

Mümtaz İdil

Odatv.com

arşiv