Harampare

(1) Altı yıl önce manşetlerde yıllarca kaldı, bir grup subay (atabeyler) başbakanın evini havaya uçuracakmış, mış mış, beraat ettiler. O gazeteler...

(1) Altı yıl önce manşetlerde yıllarca kaldı, bir grup subay (atabeyler) başbakanın evini havaya uçuracakmış, mış mış, beraat ettiler. O gazeteler ve o yazarlar, geriye dönüp o yazılarını tarihten nasıl silecekler?

(2) CHP üzerine ilerde konuşuruz, ancak CHP’nin nurtopu gibi bir teorisyeni oldu, Radikal’den Koray Çalışkan, yine Radikal yine Cem Boyner Ufuk Uras Mehmet Barlas Mehmet Altan ağızları, yine akıl vermeler yine ‘proje’ işi tezgah konuşmalar.

(3) Suriyeli bakanların suikaste kurban gitmelerinden sonra Suriye bir misilleme yapabilir korkusu Türkiye’ye yerleşti, ne günlere kaldık, Allah’a kaldık.

Ankara şehir içinde genelkurmay önünde işletme skandalları yüzünden yıllarca bekletilen metro inşaatı nihayet başladı ve zaten keşmekeş olan trafik iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kırk derece sıcakta saatlerce bekleyen arabaların içindeki insanların yüzlerine bakıyorum, normalde isyan etmeleri hiç değilse bir-iki yalandan küfür etmeleri lazım, hayır, hepsi kime oy verdiklerinin suçunu biliyor gibi başlarını sinmiş katlanıyorlar, iyi de bizim suçumuz ne?

Neyse metro inşaatı başladı, daha bismillah ilk gün, genelkurmay önünde kaldırımda evet düz kaldırımda giden bir yurttaş kaldırımının içine tam elli metre bir çukura düştü, evet, elli metre ve hergün insanoğlu nice kazalar yaşarken işte bu kaldırımdan içeri düşme olayı Ankara’nın hafızasına kazındı, adamın cesedi haftalar sonra dört kilometre aşağılarda bulunup çıkarıldı. Korku masalları gibi yolda düz giderken 1 km. aşağıya sürükleniyorsun, bunca yıl Ankara’dayım Ankaralılar’ın tüylerini ürperten ve hemen her gün bahsini açtıkları böyle başka bir olay görmedim.

KİMİ ZAPT EDİLMİŞ KİMİ EDİLMEMİŞ DERELER

Eskiler şehir gürültüsü olmayan geçmiş yıllarda Ankara’nın altından su çağlayan sesleri geldiğini söyler, bu bilinen bir şey, Ankara’nın altından dereler akıyor, kimi zapt edilmiş kimi edilmemiş, şayet metro inşaatı yapacaksanız, herhalde bu kadarcık bilginiz olmalı.

Vinçleri ağır makineleri getirmişsiniz, insan ayağıyla yere şöyle bir vurmaz mı, ne bileyim, insan araba alırken dahi kaportasına tık tık vurur, ev alırken duvarına şöyle ses getirici yumruklar atar, anlasın anlamasın bir merak eder yahu.

Gerçi ekranlar farklı mı önlerine geleni çıkartıyorlar, insan kavun karpuza kelek mi değil mi diye baktırmaz mı, insan bir vurur kafasına tık tık, önce kafa kemiğinin kabuktan sesini boş mu dolu mu dinler, işte Cüneyt Özdemir Elif Şafak’ı çıkartmış ekrana kakalıyor bize.

Bu yazarları okuyan çocuklarınıza mukayet olun, kaldırım çukuruna düşen yine iyi beş km’de bulunmuş, Allah mahfaza çocuğunuzu elli yıl sonra dahi bulamazsınız, bir kitaplarını okudular mı artık ölene kadar şabala gubala ortalıkta gezinir, yetmiş yaşında ‘civcivim benim’ diye izdivaç programlarında bulurlar kendilerini, gerçi ne yapacaksın böyle tilkinin böyle kuyruğu olur.

Ancak böyük yazarımız konuşmaya başlayınca bi afra bi tafralar öyle havalar burunlar ki sormayın Ağrı dağından kar bağışlıyor, sanatı yalnız o icra ediyor üstelik gavur ellerinde, ne diyeyim, senin yaylağına otağına gurban, cemo’nun (cemaatin) gelini, iki gün geçmedi, cemo’nun gelininin Şemspare kitabının kapağı hırsızlama çıktı, ne demiş eskiler, bir gız aldım Bolu’dan boynu da uzun boru’dan, ee cemo’nun gelini seğe mi galmış kitabı itabı, ısıcak bir gaygana yapıp yeseydiz Cüneyt arkadaşınla yüksek saraylarınızda.



Hadi size postmodern bir kandırmacık soru: şöhret mi hırsızlığı getirir, hırsızlık mı şöhreti getirir?

Cevap, dandini dandini danalı bebek elleri gollari çok uzun bebek. Okuyucu dediğin gölde balıklar gibi uyur ninni bebek, benim proje gelinim Cemo…

Ne zamandır toplumları işte böyle böyle bir iki yazarın kulağından tutup kanaat önderleri rolü verip projelendiriyorlar, sonra da başımıza sarıp gidiyorlar, yazarların bu yeni yaşam tarzına içimizde kimbilir imrenenler çıkabilir ve kuytuda bekleyen Avrupacı Marksist ağbileri onları hemen Radikal Gazetesi’nde istihdama başlayabilir…

Hırsızlığın şöhretle ilişkisi var yani refah bir hayatla, yani yağ ile bal sebil gibi aksın aman dikkat şöhret basamakları kaymasın. Cemo’nun gelinine kimler basamak olmadı, hayatında bir gün uğraştı bir gün bir küçük tepeye mi tırmandı, Cemo’nun gelinine garşıdan dağın buzuna bakmak ne golay, Ağrı dağı dedim de gelinim, Babasının piçlerini de yazmış, Fransız elçisi şövalyelik ödülü verirken ne demiş, Türk halkının bilinçaltına yaptığınız hizmetten dolayı. Gelinimi beşibirliğe değil gayri bu bilinçaltına hizmetten vermişiz meğer.

Fransız şövalye ödülünü tabii ki alırsın gelinim, ama ürettiklerinle karnını Fransa’da doyuramazsın, çünkü hiçbir şeye benzemeyen ürünlerinizle karnınızı doyuracağınız tek yer sabah akşam küfrettiğiniz bilinçaltını oyduğunuz Türkiye’dir ve Fransa’da nüfuzlu birilerine kapılanıp kendinizi yazardan pazarlayabilmeniz bu kadar kolay değildir.

Cemo’nun saraylar içinde yaşayan uçaklardan inmeyen gelininin ODTÜ’den bir hocası vardı çok yakın arkadaşımızdı beş yıl önce bugünlerde yoksulluktan öldü, götünden ayrılmadığı hocası Ulus Baker, gizli adlarla yazan cemo’nun gelinine basamak olmuş babaerenler ve şürekası nicesi vardı, hepsi sözlükçü hepsi Radikal tayfası, günlerden bir gün cemo’nun gelini telefon etti, ‘hocam çok meşhur oldum beni öven bir yazı yaz, hemen’.

İşte böyle böyle projelendirilmiş yazarlar. Görmüyor musunuz Ahmet İnsel’i herifçioğlu üçbin tane makale yazmışsa 2999 tanesi Ermeni Taşnak tezlerinin aynısı.

BU KADAR TAŞNAK NORMAL Mİ YOKSA PROJE Mİ?

Türkiye Sol’una kaldıramayacağı kadar çok Taşnak sıkarak Türkiye Sol’unu kafadan özgürleştirdi, bunca Taşnak yazısı normal mi yoksa psikolojik mi yoksa proje mi? Projeciler her şeyden önce niyeyse kendilerinin medya varlığına çok büyük önem atfediyor ve aşırı tekrar faşist tekniği kullanmaktan da hiç rahatsız olmuyorlar. Nasılsa matbaanın kağıdına parayı kendileri vermiyor, proje sağ olsun, sonunda Türkiye’nin azucuk kalmış solunu da Taşnak’ın neresine koyacaklarına karar veremeden kafadan dağıldılar.

Sonra Cemo gelinimin Orhan Pamuk Nobel alınca ‘iyi oldu önüm açıldı’ dediğini duydum, sonra Pensilvanya’ya dost mektupları sonra bir Ergenekon destanı başladı biz de kaçırdık ipin ucunu.

Metis’in İletişim’in çok bilmiş her türlü özgürlük uzmanı ağbileri sırf Ermeni davasına hizmet olsun diye saldılar ortalığa, sonra padişahın nur topu gibi bir kızı olmuş, okumuş Guardıan’lara büyük yazar olmuş, kürtaj mı ne sorunlarını da ne insancıl tartışmış, aileden sorumlu kadın bakanımızı da ne güzel yıkayıp yağlayıp çaktırmadan bir güzel övüvermiş, eline sağlık gıymetli gelinim, Türkiye’dekiler anlamaz diye mi özetini geçmişsin cemo’nun gelini, yoksa hırsıza çıkmış manşetleri örtmek için mi haftalar önce yayınlanıp görünmeyen yazıyı hemen yetiştiriverdin gelinim, senceyiz de yazmağsan melmekete niye gelsin ki özgürlük cemo’nun gelini…

Kadir Gecesi’nde peygamberimiz uçmuş gitmiş Allah’la arasındaki son kapı sidretül münteha’da kalmış, yazarlar, şöhret olunca peygamberleri de geçiyor, işte bu son kapı sidretül münteha’yı da hop atlayıp geçiveriyor, artık hırsızlık bu saatten sonra dert edinilmiyor. Hırsızlığı çalmayı arsızlığı utanmayı artık biz faniler düşünsün.

Herkesin malını babanızın malı gibi gönül rahatlığıyla kullanma hakkına sahip oluyorsun, tıpkı güneş ışığı gibi her yere sızıyorsun artık.

İSMET İNÖNÜ’NÜN LAFININ DEĞİŞTİRİLMESİNİN ZAMANIDIR

Haramiler de yaratıcıdır, İsmet İnönü’nün meşhur lafını da güncelleyip değiştirmenin zamanıdır, yazarlar en az hırsızlar kadar yaratıcı olmalıdır.

‘İnsan üzerinden atlanıp geçilebilecek bir şey midir?’ diyen Zerdüşt ve sonrası yazarları da Ergenekon’dan toplamanın vaktidir.

Ya da özgürlük geldi aleni hırsızlık da Anayasanın bilmem kaçıncı maddesiyle serbest mi bırakıldı. 12 Eylül öncesi Ankara Çinçin’de siyasi bir çatışma olur ve silahlar susar susmaz, dükkanlar yağmalanmaya başlanır. Ancak yağmalama hadisesi siyasi değildir kargaşa ortamını fırsat bulan halk dükkanlara saldırmış. Polis hem yağmacıları hem de siyasi olayın faillerini karakola çeker.

Solcu çocukların yağmalama hadisesiyle hiçbir ilişkileri olmadığı anlaşılır, polis bu sefer yağmacılara sorar, ‘niye daldınız dükkanlara’ diye, yağmacı Romen çocuk polise: ‘valla ağbi silah seslerini duyunca devrim oldu sandık.’

Yandaş medyamız, hırsızlıklara tık ses çıkarmıyorsunuz, devrim mi oldu?
.
Ergenekon soruşturmaları başladığı günden beri bir iddiada bulunuyorum, google’un uydu kamerasıyla yeryüzünün herhangi bir yerinden bir kesit alalım ve bu kesit içindeki bütün insanları tutuklayıp soruşturalım. Amerika’dan bir kasaba Afrika’dan bir köy neresi olursa.

Mutlaka kanunsuz yasa dışı işlere yani suç’a bulaşmış birkaç kişi bulursunuz. Ancak Ergenekon’un ilk operasyonlarından bugüne yüzlerce ayrı yer ve kurumda tutuklamalar yapılıp binlerce insan soruşturmadan geçirildi. Elimizde ‘iddia edilen’ suçları kanıtlayacak belge bulunamaması bir yana, bu insanlardan bazılarının tesadüf değil mi, bir hırsızlık vakası, bir bilinmeyen ‘gizli dalevaralı’ işi ortaya çıkmaz mı?

Çıkmadı.

Bu şunu gösteriyor, tutuklanan bu insanlar her ne kadar ifadelerinde suçsuz olduklarını beyan etseler de bir büyük ‘suç’ları var, kitaplarını ağır Marksist ağbiler redakte etmedi, Pensilvanya’ya dost mektubu yazmadılar, mahzeni hak ettiler, Ermeni Deveciyan’a PKK’sına bir selam çaksaydınız şimdi içerde yatmaktan balmumu heykellerine dönmezdiniz.

Bir de mesela şöyle bir deney yapalım, Elif Şafak’ın ya da Orhan Pamuklar’ın ya da bu liberallerin hayatlarının her hangi bir anında etrafındakilerden bir kesit alıp soruşturalım, bakalım, kaçı hırsız, kaçı dümenci kaçı proje adamı çıkacak.

Üstüne bu insanları suçlayıp zindanlarda tutanlara da bakalım, mesela önce savcılara, kimlerin parasıyla okumuşlar, kimler tarafından yetiştirilmişler, mesela, gizli tanıklar, hepsi suça bulaşmış kriminal vaka, mesela bu insanları gazetelerinden suçlayan ekranlarımızın şenliği liberal yazar çizer sanatçılar, maaşlarını kimden alıyor, kimlerle hangi bilinmeyen örgütlerle toplantılara katılmışlar, hepsi şaibe en hafifinden muamma.

Şimdi gözlerden uzak medyadan uzak yüce dağ başında bir dava görülür, kim bilir kim duyar. Geçen gün Numan Kurtulmuş’a isyan edip hükümete çakarken Mehmet Bekaroğlu bey hızını alamadı ‘siz bu içerde yatan darbecileri de korkarım salmanın yollarını arıyorsunuz’ deyiverdi.

Yani bir insan üstelik insan hakları aktivisti olup bu kadar tutuklamaya bakmamış anlamamış olması normal mi, danscı dediğin ayağını ellerini oynatır, okumuş insanlar da birazcık olsun kafalarını, şu mahkemelere bir saniyecik ilgilenmeye niye eriniyor, böyle rezil kepaze oluyorsunuz Mehmet Bekaroğlu bey.

Sizden akıllı arif olmanızı da beklemiyoruz, insan bugünlerde ahlak şamarları yememek için daha dikkatli olmalı, yüzlerce masum insanın hiç değilse ifadelerine kulak dayamalı, siz de mi içinde Ermeni Kürt geçmeyen cümleleri duymayanlardansınız, sizde mi içinde Ermeni ve Kürt olmadan özgürlük mümkün değil hıh olmaz diye beyni projeyle yarılmışlardan mısınız?

CAN DÜNDAR HERKESİN SUSKUN OLDUĞU DÖNEMDE KONUŞTU

İşte Can Dündar, ki, Oda TV Can Dündar’ı üzecek haberler dahi yapmıştır, sözünü saklamadan ölçmeden biçmeden gitti mahkemede savcıların önünde üstelik herkesin suskun olduğu bir dönemde söyledi.

Anlaşılan şu, yolsuzluk, sahtecilik, digital terör, hırsızlık kol geziyor, insan haklarında kül bırakmayanlar, Ramazan ayı gelip sefere çıkan Bektaşi gibi, tam da bugünler de sırra kadem basmışlar.

Hadi sağcısı döner davasından solcusu döner anladık, peki ‘insan hakları’ diyenler niye döner, Ermeni sorunu tamam en öndeler Kürt sorunu tamam en birinciler, peki bunca haksız gaddar belgesiz tutuklama, hiç biri ortalıkta yok, üstelik kim haksız tutuklamalara karşı çıksa, ekranlardan başına kızgın yağ döküp şarlaya şarlaya kılıç kalkan konuşmaları da bir bitmez yahu, yarab güneş artık bunların ekranlarda sıçtıkları helaların deliklerinden mi doğuyor.

Hangisine yetişip hangi birini örnek vereceksin, mesela Orhan Pamuk’un çalıntı sayfalarını, üstelik ekrandan bas bas bağırarak söyledim, insan kendine hırsız diyen birine dava açmaz mı, açamaz, çünkü dava açarsa, çalıntı metinler mahkemece tescil edilecek.

Ancak aynı hırsızlamayı diyelim Doğu Perinçek yapmış olsaydı ya da yazar Nihat Genç, elli yandaş TV’nin ellisi de şok şok şok başlıklarıyla sabahlara kadar bizi rezil pespaye eden haber programları yapmaya doymazdı. Ve bizler söyledik de ne oldu, zifti katranı eline alan onbinlerce karanlık ismi üstümüze sürdüler, sen bunu Orhan Pamuk’a nasıl söylersin diye, bir linç kampanyası sormayın. Doğan Hızlan’ı Emre Kongar’ı dahi postmodern romanda olur hırsızlık deyip fetva verdiler, başka daha hangi rezil boklara izin çıkmıştır, bir bir söylesin bu cahil ağbiler.

Hayatlarında hiçbir ağaca hiçbir yaprağa dokunmamış gibi konuşan bu ağbiler sayesinde ucu bucağı görünmeyen ve artık hiçbir yazarın bulup yetişmesi mümkün olmayan çok sayıda hırsızlık vakasıyla karşı karşıyayız, edebiyat mafya tarzı holding proje tarzı yabancı servislerin oyuncağı haline işte bu tuzaklarla geldi.

Üstelik bu hırsızların önüne medya, rahmeti bol bereketi sonsuz bir sofra kurmuş. Hırsızlık ayyuka çıkınca taktikleri şu, susup beklemek, niçin, birkaç gün sonra gündem değişir ve unutulur. Ve el altından kendilerine laf edenin önünü kesip tarihten silmek için sinsi sinsi tezgahlar kurar bu akademik ağbiler.

Sonra yeni kitapları çıkar yine hiçbir şey olmamış gibi, yine ekranlarda el bebek gül bebek ağırlanmaya başlarlar, hırsın hırsızlığın hazzı sonsuzluk cevheri gibi, ebedi madalya gibi olmalı, tadına işte görüyorsunuz kimse doyamıyor.

Bir de üstüne günümüzün yandaş medyası çoktan polis köpekliğine soyundu, hergün bizlerin yazılarını okuyor koklayıp bir yanlış cümle bulup savcılara suç duyurusunda bulunmakla görevliler, yetmiyor anında aleme rezil etme kampanyası başlatıyorlar, sen otuz senenin her dakikası kılı kırk yaran bir titizlikle ter dökmüşsün, nafile, bir bozuk cümle bulmasınlar, giyotini indiriverirler.

İktidara polis komiserliği görevi yapan bir yığın ınternet sitesi ama nedense hırsızları pek sever, onların her şeyi haber, kokuları haber, nefes alışları haber, tükürükleri haber, kameraya şurdan bakışları haber, koltuğa oturmaları haber, hırsızlığı arşı alaya çıkartma buna denir işte.

Zaten dertleri ne bir haber ne bir yorum yapmak, tek görevleri, satır aralarını ilmik ilmik çözüp inceleyip bir ‘suç’ yaratıp mahkemelere vermeler, ey dünyaya yeni gelen bebek, yolunu bekleyen zebaniler bunlar.

Son hırsızlık vakası önce Elif Şafak’ın kitabıyla ilgili çıktı, Elif Şafak paçasını kurtaracak bir açıklama yapamadı, unutuldu gitti, (tabii bunlar bulunanlar, bir de bulunmayan neler var, bin türlü şaibe ortalıkta) derken son kitabının şemsiyeli kapağı da hırsızlama çıktı. Üstelik kapağı yapan çocuğu Elif Şafak ‘deha’ diye takdim etti. Bir kişiye ‘deha’ demek ayıp olur, şu yüzüklerin efendisindeki orta dünya gibi ‘dehalar dünyası’ var ‘dünyalar içre’ biz bilmiyoruz.

Hırsızlama suçunu temize çekmek için hemen çocukla bir röportaj yapıldı, çocuk, Picasso’nun dahi hırsızlık yaptığını itiraf ettiğini söylediği cümleler kurdu, yetmedi, bu fotoğrafı ilk yapanların da mutlaka kendisi gibi başkalarından almış olabileceğini söyledi.

Yakayı ele verince, görüldüğü gibi, tarihte her sanatçıyı artık kendisi gibi hırsız ilan etmeye de hiç çekinmiyor. Bu çocuğu niye Ergenekon’da gizli tanık yapmıyorlar, ne güzel tarihteki tüm sanatçıları bir cümle içinde şaibe altında bıraktı işte.

Yani kendisi suçluysa herkes suçludur’a getirdi lafı. Biri bu muhteşem (ben çalmışsam herkes çalmıştır) ‘çıkarımı’ üzerine bir roman yazsın. Kendi boklu donunu temizleyemedi leğen içine Picassoları da atıvermiş. Bir zamanlar hamamlar padişahların yatak odasıydı şimdi tüm sanat tarihi bu üç para etmez menejerlerin yatak odası haline gelmiş, keşke sadece delirmiş olsaydınız.

Bu hikayenin en korkutucu tarafı yetişemeyeceğimiz kadar yaygın olması, mesela Elif Şafak’ın Mevlana’ya domates yedirmesi, on yedi yaşında gençlerin sabahlara kadar sarıp eğlendiği makarası oluyor, biz de yazarız, zulmün derecesine bakın Nihat Doğan’la aynı model makaraya sarılan bir yazar.

Sanırım insan şöhret olunca tarihteki tüm şöhretlerle akraba oluyor. Artık bu şöhretler ailesinin bir bireyi olarak o şöhretlerin bütün ürünlerini bölüşme hakkına kavuşuyor, Aşık Veysel’in tasviriyle iki kapılı bir hanın tüm mal varlıklarının sahibi olurlar.

Ve ayrıca o şöhretlerin hayatlarını da sadece kendi aile mahremiyetiyle şahit olduğu özel hatıralar gibi nakletme imkanına kavuşuyor, mesela Hz. İsa çarmıha gerilmeden önce helayı bizim yazara sormuş, bu da değil, Hz. İsa çarmıha gerilerek değil yazarımıza helayı sorarak tarihe bir hatıra bırakmış oldu, şaka yapmıyorum, suçüstü yakalansalar dahi asla özür dilemeyen insanların ruh halini tasvire çalışıyorum.

Yani ses çıkartan olmasa cemaatten aldıkları imtiyazla söze şöyle başlayacaklar, ‘birgün Mevlana’yla yolda giderken ona dedim ki, bak Mevlana bu şems mems iyi ayak değil.’.

Bu saçma gelmesin, hiç kimse kandırıldığını söylemezse bir gün bu fıkra gibi komikliklerin hepsi olur. Ki, tarihte bir çok büyük insan, ‘rüyamda peygamberi gördüm, rüyamda sahabeden şunu gördüm, bana şöyle dedi’ diye lafa girer, çünkü, anlattığı insanlar soru sormayan biat kültürü içinde birey olmaya eleştiriye uygun sosyal elbiseleri olmayan çağlarda büyümüşlerdir.

HIRSIZLARI CÜRETKAR YAPAN GÜÇTÜR

Diktatörlük böyle bir şeydir, soru sormadığınızda, yalanı hırsızlığı afişe etmediğinizde, Mevlana’yla Peygamber efendimizle kahvede (eski tabirle meclis’te) muhabbete başladıklarına çokça şahit oluruz, işte tarihlerin efendi-köle çağları günümüze böyle kaldığı yerden taşınır, bir kez şıhının önünde diz çöktü diye hepimizin de kendi önünde diz çökeceğini sanıyor, bunlar Bakırköy’de de şubesi olan Mesih halleridir beyler.

Hırsızları cüretkar yapan hırsızları koruyan kollayan güç’tür, bir saadet zinciri gibi tepeleri tutmuş ve hepsi sabah namazlarında dahi harami duasına kalkmış. Arkalarında yalnız medya gücü değil hocalarının duası da var, bu yüzden kendilerinden çok emin okunmuş üflenmiş hırsızlarımız, çalınan sorular bedava dağıtılan trilyonluk gazeteler gırla gider, kimse aldırmaz, biraz da estetik dersi verelim, oysa eser kurmak ahlak inşa etmenin aynısıdır.

Yalnız dua mı, arkalarında Amerika var, yetmedi Avrupa var, yetmedi binbir yandaş dergide gül ile lale arasına özenle yerleştiriyorlar sanatçı cemallerini.

Önlerinde hizmetle eğiliyor binlerce genç mürid çocuk, ipek halılar üstünde bal sofraları kuruyorlar, yani onlar hakikat hikmet içinde bizlerse gaflete düşmüş zavallılarız. Sonunda kabak yine bizim başımıza patlar, bu satırları niye yazıyoruz diye üstümüze savcıları salarlar, ki savcıların da şıhının da en nadide mücevherleridirler, kucak kucağa hakikat şarabıyla mest olmuşlar gözleri artık merhamet mi görür?

Bu sofralar ağırlamaları görünce bizimki de yazarlık mı diyor insan, yüzlerinin karasını dinin en ahlaklı makyajı diye piyasaya salmışlar..

Cüneyt Özdemir’in Elif Şafak’la uzun uzun uzun çok uzun yapmacık röportajını izledim, hanımefendi artık tasavvufun en öte ‘fenafillah’ makamında konuşuyor, öyle konuşuyorlar ki insan gerçek sahici bir insan nedir kimdir hem unutuyor hem şaşırıyor. Şöhret merdivenlerini öyle hızla tırmanıyorlar ki bizim buradan attığımız ok’ların hızı yetişmesi mümkün mü?

Yine geçenlerde bir bilim dergisinde (?) aynı medyada yapılan bir kazı çalışması vardı okudum, o Cüneyt Özdemir’in stüdyosunda yapılan arkeolojik kazıda, eski günlerde gergedan, kaplan, aslan, fil, zürafa ve bir çok yırtıcı tür varmış. Ama iktidarın ve cemaatin düzenli avları sonucu bugüne sadece papağan Yakup ve kediler kalmış. Ve bir de şöhretlerine uygun elbiseler diken terzi spikerler, her daim üstleri başları pislense de bir çırpıda iki iğne bir dikiş yeniden şık havalı bir elbiseleri hazır olsun diye.

Röportajda şunu gördüm, yazar şöhretiyle toplumsal bir mevki edinmiş, bu mevki ona büyük bir imtiyaz sunmuş, yani artık ‘soru sorulamaz, dokunulamaz, üzülemez, canı sıkılamaz.’.

Ve yazarımız önünde hepimizin kendine tapınılası bir sarhoşlukla eğilmesini bekliyor. Oysa yazar dediğin kendi kusurlarını kendi başına kakandır, üstelik yazarımız Mevlana okuyup yazmış, karşılıklı konuşma dediğimiz de zevksiz kalitesiz cümlelerle ağızlarına tuz basar gibi leblebi tozu tıkar gibi, ne zalim bir terzilik.…

Sana mı batıyor diyeceksiniz, niye batmasın dikenlerin boyu gülleri geçmiş.

Tarihin değişmez yasasını yine tahtında gördüm, hırsızlık, farenin kileri terk etmesine asla sebep olamaz.

Yazılsın yazılmasın hiç önem taşımayan konuları sabahlara kadar milyonlarca sayfa çoğaltmak marifet değildir, gerçeği sahtesinden ayıramayan milyonlarca yaşı itibariyle bilgisiz çocuğu kandırmak yazarlık hiç değildir.

Türkçe bilmezler sabahlara kadar Türkçe adına konuşurlar. Tasavvuftan nasip almamışlar ekranlardan köşklere evliya makamında otururlar. Şu eskilerin kıçını yırttığı kalıcı eser’le dertleri hiç yok ama herkes .ötünü ‘ekranda’ kalıcı olmanın peşinde yırtıyor. Bir de üstüne menejerleri beş para koymadan büyük yatırımlara girmişler gibi pozlar vermezler mi, insana fenalık geliyor.

MEDYAYI KANDIRABİLİRSİNİZ AMA ZAMANI ASLA

Ey cahiller bugünün medyasını kandırabilirsiniz, zamanı asla. Zaman hepimizden büyük seçicidir, intikamını Mamak çöplüğünde için için yakıp çürüterek alır, eski kitapçılara gidin, henüz beş yıl öncesinin büyük şöhretlerinin kitaplarını bir lira dahi değil beşyüzkuruşa binlercesini edinebilirsiniz, beş yıl dahi dolmadan ‘çöpleşmiş’lerdir, mezhabada çengelinde çürüyen sığır etleri gibi.

Okuma yazmayı söken her insan artık okuyup yazmayı becerdiği için dünyaya karşı ilk tepkisi ‘kandırılmasına’ karşı isyanıdır..

Kandırılmış olmamak için herhangi bir okuyucu, bir yazarın değerini kısa yoldan olsun ölçebilecek yeterliliğe sahip olmalı.

Mesela duygu oluşturup oluşturamadığına bakabilir. Binlerce kuruntulu boş cümleyi peşi sıra yuvarlamak kaç zamandır hüner olmuş. Edebiyat, aklı, düşünceyi, hayali zenginleştiren ‘duygu’ların sanatıdır, insanı besleyen duygu’dur.

Ortada yazılmış onlarca göya eser, alınmış onlarca uluslar arası ödül var, ama akıl, düşünce, hayalle beslenmiş tek bir duygu parçası ortalıkta yok, bu nedir, Allah çalan çırpan yalan insanlara hakikatinin ‘rızkın’dan vermez.

Ünlü sanat tarihçi ve estetik yazarımız Suut Kemal söyler, Eflatun felsefeye dönünce, şiirlerinin hepsini yakmış, son bir beyit kalmış elimizde, o da sevgilisine söylediği şu mısralar: ‘Seni her daim görmek için gök kubbe gibi gözlerim olsun isterdim.’

Gökkubbe gibi gözler için gök kubbede olup bitenden haberdar olmalısınız. Gök kubbesi cemaati ve iktidarı olanın sevgilisi kim olur, bunlar ‘dünyalık’ kapısıyla, dünya’yı ebediyen karıştırarak Allah’ın ebedi belasını bulmuş zavallılardır.

Şöhret için yola çıkanlar ‘şöhretleri’ görür ve yalancı sarı yıldız gibi nice arkadaş kervanlarımız bu aldatıcı şafak’ta kırılıp gittiler.

Şöhret’e odaklanmış bu yazarların işi gücü beş vakit namazı medyaya güven vermek, bak sizi eleştirmem, kırmam, yanlış yapmam, sizin banka soygunlarınızdan ihalelerinizden söz açmam diyen bir yüksek felsefeleri olur, sen bana ben sana, al gülüm ver gülüm misali, bu yüzden dünya yıkılır sesleri çıkmaz, böyle neşeli yazarlar dostlar başına.

Sonra medyacı yazar arkadaşımız, sırf programını doldurmak için, ağzını şapırdatarak davet üstüne davetlerde bulunur: Biş şeni şok şevişoruz şana şayranız. proşraşımıza şıkarmışınız…’

Sonra ağzında kalan son tükrük parçalarıyla saçını düzeltir, ekrana mask gülümsemelerle çıkılır, sana zarar vermem diyen uyarı levhaları gibi gülücüklerdir bunlar.

Biz de bu gösteriyi izleriz, elli liraya lahmacun ayran budur işte, konuşmaların ne önemi var, sözsüz ruh halleri ortada, iltifatlar övgüler öyle tıka basa bir ‘onur’ sofrası kurulur ki bereketiyle nam salmış Halil İbrahim sofrası çay tepsisi gibi kalır.

Ve çaktırmadan konuşma kendilerine yapılan eleştirileri defetmeye gelir, şöyle, kedisini köpeğini azarlayan pis hayvan gibi cümlelerle eleştiriler küçümsenip dışlanır ve kendilerini pis hayvanlardan koruyan kalın şöhret kürklerini okşayarak sürer konuşma.

Aslında okşanan yüzey erotik bölgeleri de kapsar, çünkü derin hayranlık çoktan yalamaya dönüşmüştür. Bu yüzden bugünlerde medyada çalışmaya başlayan spikerlere önce koltuk kanepe okşatırlar, koltuk deyip geçmeyin, deri deridir, içinde his duygu olmadıktan sonra, üstelik yalayan dilin hızı rüzgar hızıyla motor gibi çalışır.

Biraz sonra aynı koltuğa kedi gibi sırtını da kaşıtır, kaşıt bize ne, ama onlar buna büyük edebiyat der, sanaaaat der.

4 YILDA BİR YENİ KUŞAK GELİYOR

Aslında sanaaat kelimesini söylemek bu sanatçılar için pek zahmetlidir, öteden beri söylerim, Giresun’un adını Kiresun yapın diye, çünkü Giresun demeyi beceremiyorlar. Trabzon’un adını Drabzon yapın diye, çünkü Trabzon’da herkes Drabzon der.

En büyük acıyı ise Rizeliler’e yaşatırız, Rize’de herkes Roze der, ‘r’ harfinin içine dilde yuvarlanan ‘o’ harfini döndürmeden söyleyemez.

Mesela ben röportaj yapsam, hanımefendi, önce sakin olun, şöyle bir kendinize gelin, gevşeyin, rahat hissedin kendinizi, üç beş dakika dinlenin ve şimdi bir daha söyleyin bakalım, neymiş: sanat, hanımefendi çok fazla ‘a’ harfi kullanıyorsunuz, bu ‘a’lar sizin çıkacağınız ekran sayısı değil, bu ‘a’lar kazandığınız milyon dolar sayısı değil, lütfen, bir ‘a’yla yetinin.

Üzgünüz sanat’ın içinde maalesef bir tanecik ‘a’ var, biliyorum sizin için hayal kırıklığı ama ne yapalım körolası sanat böyle işte, içine fazladan ‘a’lar koyarak hırsızlıktan kurtulmuş olmuyorsunuz.

Israrla yazıyorum bu yazıları, yedi yüz binlik facebook sayfamda kırk ayrı paragrafa bölünüp tekrar tekrar yayınlanacaklar, çünkü dört yılda bir yeni bir kuşak geliyor. Oğlum henüz dört yaşındayken evde bağırıyordu: ‘dünyanın en güzel kadını Seda Sayan değil mi baba’ diye. Önce şaşırdım, sonra bu çocuk dört yıldır ekran karşısında ‘normaldir’ dedim, yanılıyor olabilirim, Cüneyt Özdemir’in yaşı 4’ün çok üstünde olmalı.

Karşılıklı temizlenme, bir medya ahlakıdır. Medyacı yazarı alır bitlerini temizler, banka soygunlarını, iktidar yalakalığını, ihalelerini örter..

Aslında bit ayıklama ilkel toplumdan bugüne ailecek yaptığımız bir temizlenme biçimiydi. Mesela benim kuşağım başından bit ayıklanan son kuşaktır. Annemiz bizi kucağına alır bit ayıklardı. Bunca medya deterjanı şampuanı hem moda oldu hem ucuzladı, başımızdaki bitleri tırnaklarıyla kırıp ayıklayacak anne gibi bir sevgili bize hala nasip olmadı.

Aksine bizleri şöhretlerine engel olan kara ısırgan zehirli ‘bit’ler gibi görüyorlar. Unutmayalım türümüz homo sapiens böcek yiyerek yaşamını sürdürüyordu, bugün değişen ne, yine ekranlardaki türümüz biz böcekleri yiyerek evrimlerini sürdürüyorlar, gerçi, pek zahmet etmesinler, savcıların polis komiserlerinin hatta Tübitak gibi bilim kurumlarının elinde daha etkili haşere ilaçları var.

Tüm yırtıcı hayvanların gün boyu tek uğraşları ‘yemek’ bulmakla geçiyordu, bunca uygarlık konforuna karşın ne değişti, hala yazarlarımız gün boyu şöhret aramakla geçiriyor, evrim bunun neresinde.

Velhasıl kardeşlerim, bunlar Avustralya’dan getirilmiş akasyalardır, işte yetmiş yıl önce diktik her biri götten belden yumru verdi, tutmadı.


Bozkır kültürünü bize sevdiren Kırkikindiler gibi kitapların yazarı Hikmet Birand’dır, bozkırda tek başına bir ağaç görürseniz bilin ki o Alıç ağacıdır, lafı onundur.

Tek başına Alıç Ağacı’nın dibinde büyüyen otların türünü de tanımak önemlidir, çünkü o otlar, bir zamanlar orada çok büyük bir orman olduğunu bize söyleyen ‘kütüphane’ gibidir, çünkü ot’lar hangi ormanların özbeöz çocuğu olduğunu bize söyler.

Bu yalanlar bu çirkin insanlık utancı hikayeler çoğaldıkça dünyadaki tüm özgürlüklerin devrimcisi o büyük soylu yazarlardan kimsecikler kalmıyor aramızda, tamam, hiç değilse o yazarları hatırlatacak bir kuru ot misali bir numüne örneğimiz olsun kalmasın mı yarınlara?

Anadolu ortasında Alıçlar neden tek yaşar, ormanlar sele yangına kuraklığa dayanamamış, bu yüzden. Ormanın bin cins ağacı kaderin felaketlerine dayanamamış en son tek temsilci olarak Alıç’ı bırakmış hepimize insanlığa coğrafyaya yadigar.

Bu holding medya düzeninde yazar olmak kolay değil imkansızdır, o denli tarifsiz açlıklar yaşıyoruz ki hiçbir genç kalem heveslisine bu katlanılmaz acıları asla salık vermem.

Ama işte beğenin beğenmeyin bizim de bir yazarlık hayatımız oldu. Anadolu’nun neresine gitsem o şehrin kasabanın köyünden annemiz gibi bir kadın sabah minübüslerine atlamış kan ter içinde koşa koşa mutlaka sarılmak için bana gelir.

Ağlamaklı ifadelerle ‘oğlum sana dokunup gideceğim’ der, sarılır, öper, dualar eder. Nereye gitsem dönerken üstüm başıma toplu iğneyle iliştirilmiş mavi boncuklarla süslenmiş.

Yazılarımı anladıklarını da sanmıyorum ‘kimse kalmadı evladım, kimse kalmadı.’ diye hıçkırıklarla aşırı heyecandan başları buğu içinde isyan eder gibi sesleniyorlar.

Bunca üniversite bunca ekran bunca nüfus bunca yayınevi bunca dergi, nasıl kimse kalmaz, bu söz bu topraklara haksızlık değil mi?

Bizler göz önünde yazarlarız, onların görebildiği yerlerde kimsecikler kalmadı, demek istiyorlar.

Alıç ağaçları aynı zamanda duvak gibi adak ağaçlarıdır, gittikçe üç-beş yazar bez iplik tel parçaları paçavralarla süslenmiş Alıç ağaçlarına benzemeye başladık.

Bozkırın ortasında ağaç kalmamış, bir umut bir dilek için, dilek ağacı gibi gelip üç-beş yazar bizi buluyorlar.

Alıç ağacına herkes kendi dileğiyle bez parçasını asar ama Alıç Ağacı’nın da bir dileği vardır, ormanını özler…

Kim istemez serin rüzgarların geldiğini ormanın hışırtısından duymayı.

Ne acıdır Alıç Ağacı için, rüzgarın geldiğini dalları kırılınca duymak.

Hadi cici ekranlar hadi holding yayıncıları, kalkın gidelim o bozkıra, Alıç Ağacı’na basalım bir milyon dolar on milyon dolar, dallarındaki bez iplik parçalarından bir tanesini ver desek, verir mi?

Kim verir?

Anadolu’nun tülbendi eşarbı yaşmağının kenarından yırtılıp sökülerek takılmış o bez parçasını satın almaya hangi banka hangi holdingin gücü yeter.

19 Yaşında yazarlığa karar verdiğimde buydu dileğim.

Anadolu’nun bir iplik bir ot gibi bir parçası olmak.

Duvak ağacına asılı iplik parçaları bir hayat bağışladı bana: öfkeyi nefreti alayı küfrü isyanı her şeyi yaz yaz kus bitir, geriye saf çıplak bir umut kalsın, diye öğretti..

Ölüleri dirilten kör gözleri açan eksiksiz bir umut. Her şeye ve herkese ‘iyilikleri’ yeniden öğreten umut.

Babası annesi ölmüş evlatları hapiste yine rüzgarlarıyla bozkırda tek başına türkülerini söyleyen umut…

Nihat Genç

Odatv.com

arşiv