"Halkından korkan bir iktidar, mutlaka suç işliyor demektir"

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ile döneminin en büyük devrimcilerinden sayılan Mikael Vasiliyeviç Petraşeveski 1846 yılının Mayıs ayında tanıştılar....

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ile döneminin en büyük devrimcilerinden sayılan Mikael Vasiliyeviç Petraşeveski 1846 yılının Mayıs ayında tanıştılar.

Onları, bir Cuma toplantısında Bogosov tanıştırmıştı. Genç bir delikanlı olan Bogosov, hemen tüm toplantılara katılıyor, derneğin gençlik hareketlerinin öncülüğünü yapıyordu. Çok zayıf bir bünyesi vardı. Sık sık öksürük nöbetine tutuluyor, hırıltılı bir sesle konuşuyordu. Dostoyevski onun verem olmasından kuşkulanıyordu.

Neva kıyısındaki iki katlı binanın içindeydiler yine. Konuşmacılardan biri hazırlık yapıyordu. Yaklaşık bir yıldır kendisine konuşma verilmesini bekleyen Dostoyevski, her zamanki gibi arka sıralardan birine oturmuş, konuşmanın başlamasını bekliyordu.

Tam bu sırada kapıda bir hareketlenme oldu. Önemli bir konuğun geldiği belliydi. Dostoyevski, yüreğinde bir heyecan dalgası hissetti. Gelen Petraşevski’ydi, bundan emindi...

Yanılmamıştı. Tıpkı kendisine anlattıkları tipte bir adam kapıdan içeri girmişti. Etrafını saran kalabalık ona yol göstermeye, yakın olmaya çalışıyordu.

DOSTOYEVSKİ ÜRTTÜ

Dostoyevski gördüğü manzaradan ürkmüştü. “Ne farkı var bunun diğerlerinden?” diye mırıldandı kendi kendine. “Bu da kendi çöplüğünde bir çar!”

Tam o sırada Bogosov yanına geldi.

“İşte Petraşevski geldi,” dedi. “Seni onunla tanıştırmak istiyorum. Aslında o da seninle tanışmak istiyor.”

“Benimle tanışmak mı istiyor?” Dostoyevski şaşırmıştı. “Benden ona söz ettiniz mi?”

“Elbette,” diye devam etti Bogosov. “Bize sempati duyan, her Cuma toplantısına katılan ve herhangi bir Cuma günü romanlarından birini okumaya hazırlanan kişiden söz etmememiz tuhaf olmaz mıydı?”

Bogosov haklıydı.

“O halde siz buradan başka yerde de ayrıca buluşuyorsunuz?”

“Akıllıca bir soru,” dedi Bogosov gülerek. “Ama yanılıyorsun. Başka bir buluşma yerimiz yok. Petraşevski Dışişleri Bakanlığı’nda çalışıyor. Onu görmek istediğimiz zaman yanına gideriz. En güvenli buluşma noktamız da onun çalıştığı yerdir.” Göz kırptı. “Anlarsın ya...”

Dostoyevski cevap vermedi. Petraşevski’ye doğru ilerlediler. Bogosov’un yanında biriyle kendisine doğru geldiğini gören Petraşevski, eliyle yaklaşmalarını işaret etti. Dostoyevski, bu durumun önceden planlanmış olduğunu anlamıştı.

Ansızın Bogosov’u kolundan tutup kendine çekti. “Saltıkov-Şçedrin kaç yaşında?” diye sordu. Bogosov şaşırmıştı.

“Neden merak ettin?”

“Kaç yaşında?”

“Senden küçük, bunu bilmen seni rahatlattı mı?”

“Benden küçük mü?.. Ama...”

Daha fazla konuşamadan, Bogosov kolundan çekiştirip Petraşevski’nin olduğu yere doğru sürüklemeye başladı. Birkaç dakika içinde yüzyüze gelmişlerdi bile...

EN ZAYIF NOKTADAN HUCÜM

İki adam karşılaşınca bir an birbirlerini süzdüler. Petraşevski, yaklaşık on santim daha kısaydı. Sık sık sivri uçlu keçe çizmelerinin parmak uçlarında yaylanıyordu. Sanki bu onda bir alışkanlık haline gelmişti. Bir şey söylemeye veya yapmaya hazırlanan ve bunda kararsız kalan insanlara benziyordu. Bu görünüm Dostoyevski’de tuhaf bir güvensizlik yaratmıştı.

“Sizden çok söz ettiler bay Dostoyevski,” dedi ve elini nazikçe uzattı.

Dostoyevski de uzatılan ele karşılık verdi, ama konuşmadı. Petraşevski’nin konuşmasını bekledi.

“İnsancıklar ve Öteki adlı romanlarınızı okudum. Gerçekten çok etkilendim. Özellikle de Öteki romanınızın büyük haksızlığa uğradığı düşüncesindeyim. Kuzum, gerçekten insanların ikinci bir kişilikleri olduğuna mı inanıyorsunuz? Yani kendilerinden bağımsız ve farkında olmaksızın?”

Dostoyevski, o an çok güçlü bir kişilikle karşı karşıya olduğunu anladı. Petraşevski, karşısındakini nasıl yakalayabileceğini iyi biliyordu. En zayıf noktadan hücum!

“Sizden de çok söz ettiler bay Petraşevski,” diye cevap verdi Dostoyevski. “Ancak tanışmak için uzun bir süre beklemem gerekti. Siz liderler hep en son mu ortaya çıkarsınız?”

Petraşevski, Afrika tarzı kesilmiş köşeli uzun sakallarını hoplata hoplata güldü. “Evet bayım,” dedi. “Bu çok eski bir kuraldır. Mısır firavunlarından beri uygulanan bir kural. Yoksa kimse seni lider olarak görmez.”

“Her halde öyledir,” dedi Dostoyevski. Başka söyleyecek şey bulamamıştı.

“Gelin bayım, şöyle geçelim. Sizinle konuşmak bana büyük zevk verecek. Aklınızın karışık olduğunu duydum.”

“Bu da nereden çıktı?” diye itiraz etti Dostoyevski. “Aklım karışık falan değil. Yalnızca, bana anlatılan gerekçeler çok ucuz ve sıradandı.”

“Sana ne anlatmamı istiyorsun?” Petraşevski kendinden çok emin görünüyordu.

“Dünyaya nasıl baktığınızı merak ediyorum bay Petraşevski. Neden bu garip şapkayı taktığınızı merak ediyorum mesela. Ya da ne bileyim, boynunuza sardığınız bu Meksika tipi şalı niye kullanıyorsunuz? Ne şapkanız, ne şalınız, ne sakalınız Rus değil. Bir tek keçe çizmeleriniz bu topraklara ait!”

“Çok önemli bir saptama bay Dostoyevski. Sizin zeki olduğunuzu söylemişlerdi, ama doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Çok iyi bir gözlemcisiniz. Doğru söylüyorsunuz, üzerimdekiler bu topraklara ait şeyler değil. Sakalım da... Ama bu topraklara ait şeylerle donansaydım eğer, diğerlerinden farkım olmazdı zaten. Dekabristler bu yüzden kaybetti.”

“Her şeyi her zaman bu kadar hafife mi alırsınız? Dekabristlerin salt sizin gibi giyinmedikleri için mi hüsrana uğradığını düşünüyorsunuz?”

“Kuşkusuz hayır, ama isterseniz şöyle sakin bir yere geçip oturalım. Birer votka zihnimizi açar.”

BU GİDİŞE BİRİLERİNİN 'DUR' DEMESİ GEREKİYOR

Dostoyevski konuşmanın başlangıcından hoşlanmamıştı ancak Petraşevski’nin kişiliğinden etkilenmişti. Çabuk sinirlenmeyen bir adamdı. Erdemlerin en büyük iki koşulunu kişiliğinde barındırıyordu: Soğukkanlılık ve zekâ! Petraşevski’nin önerisini kabul etti. Kütüphane olarak kullanılan odaya geçtiler. Bogosov da yanlarındaydı.

Odaya girer girmez Petraşevski, raflardaki kitapları göstererek, “Bunların yasak yayınlar olduğunu biliyor musunuz bay Dostoyevski?” diye sordu.

Dostoyevski, Kuzmin’in kendisine kitaplıkla ilgili bilgi verdiğini söyledi.

“Kuzmin ha? Evet, Kuzmin bu konularda çok ustadır. Öyle her önüne gelene kitaplığın sırrını vermez.”

“Bunları Çar’ın gizli polislerinden nasıl gizliyorsunuz?”

Petraşevski ilk kez sinirlenir gibi oldu. “Hiçbir şey gizlemiyoruz bayım. İsterlerse gelip bütün kitaplığı götürebilirler. Çar’ın gizli polisinin buradaki kitaplardan haberi olmadığını mı düşünüyorsunuz? Bal gibi biliyorlar. Ama bu kitaplara bakarak bizim bir yanlış yapmamızı bekliyorlar. Onların amacı kitapları yok etmek değil. Bu zaten en çok ve en kolay yaptıkları iş. Onların derdi bizimle. Bu kitapları kullanarak ne yapmak istediğimiz. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, bu kitaplar mevcut düzene aykırı oldukları için yasaklandılar.”

“Mevcut düzenden bir şikayetiniz mi var?”

“Genç adam,” diye çıkıştı Petraşevski. “Benim dayanıklılığımı ölçer gibisin, ama çok basit bir yöntem kullanıyorsun. Benim zekâmı hafife alıyorsun. Sana yaklaşık bir yıldır burada olanları ve amacımızın ne olduğu zaten anlatıldı. Mevcut düzenden bir şikayetim olup olmadığını sen benden daha iyi biliyorsun.”

Petraşevski birden “siz” söylemini bırakıp, “sen” demeye başlamıştı. Dostoyevski onun sinirlendiğini anladı. Üzerine gitmeye de o anda karar verdi.

“Haklısınız, bana yaklaşık bir yıldır bir çok şey anlatıldı. Derneğin amaçları söylendi, mevcut düzenden şikayetler sıralandı. Hatta Çar’ın bir Tanrı gibi davranması gerektiği bile iddia edildi. Ancak bütün bunlar benim için sıradan düşüncelerdi. Sizin bana yardım edebileceğiniz belirtildi. Anladığım kadarıyla siz de bana sataşmanın ötesinde fazla bir şey yapmayacaksınız.”

Petraşevski birden eski sakin haline dönmüştü. Dostoyevski bir kez daha ‘çetin bir cevizle’ karşı karşıya olduğunu anladı.

“Bayım, bir an kendimi kaybedip, size karşı kaba davrandığımın farkındayım. Bunun için özür dilerim. Gelelim asıl konuya. Size neyi ne kadar anlattıkları veya sizin ne kadarını dinlediğiniz konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. Ben, kendi düşüncemi aktarmakla sınırlıyım. Mesela bana Ahşarumov ile Speşnev hiç katılmaz, pasif bulur. Şçedrin’e göre biraz saldırganımdır. Miliutin düşüncelerimi sever ama Kaydanov kardeşler kızar... Bir bütünlük sağlamış değiliz. Bu yüzden de bize aynı düşünceleri paylaşan insanlarmış gibi bakmanız yanlış. Ancak hepimizin ortak tek bir düşüncesi var, o da bugün Rusya’nın kötü yönetildiği. Romanovların iktidarı giderek zayıflıyor. İkinci Nikola, kendisinden önceki İkinci Aleksandr’ı aratıyor. Bu zincir giderek Birinci Petro’ya kadar dayanıyor. Niye hep bizi birinciler, ikinciler ve fırsat bulursa üçüncüler idare ediyor? Bu gidişe birilerinin ‘dur’ demesi gerekiyor. Hepimizin ortak noktası bu. Sizin de aynı düşündüğünüzü biliyorum, ancak siz bunun nasıl yapılacağı konusunda kuşkular taşıyorsunuz. Bunda da haklısınız. Siz, ‘Netoçka Nezvanova’ların akibetinden korkuyorsunuz.”

Dostoyevski afallamıştı. “Bunu nereden biliyorsunuz,” diye kekeledi. “Henüz bu romanım yayımlanmadı. Bunu nasıl bilebilirsiniz.”

“İşte bayım,” diye böbürlendi Petraşevski. “Bu yüzden Rusya’yı çok büyük ve parlak bir gelecek bekliyor. Sizin gibi insanlar bu ülkeyi aydınlığa sürükleyecek. Romanınızdaki şikayetlerinizi bizimle paylaştığınız için aramızdasınız, öyle değil mi?”

“Bir dakika,” diye itiraz etti Dostoyevski. Çok çabuk kendine gelmişti. “Ben sizinle çok şeyi paylaşıyorum. Bunda mutabıkız. Ancak bir tek şeyde sizi anlayamıyorum. Bu düzen giderse, yerine getireceğiniz düzen nedir? Bu konuda çok açık değilsiniz.”

DEVRİM BU NOKTADA BAŞLAR

“Yine bir yanılgı bayım.” Petraşevski kendinden çok emindi. Kütüphanenin raflarından bir kitap çekip çıkardı ve Dostoyevski’nin önüne koydu. “Bu kitap, kütüphanedeki bir yığın kitaptan yalnızca biri. Herhangi bir özelliği olduğu için masaya koymadım. Ancak şunu söylemeliyim: Kitabın içinde ne yazdığını bilmiyorsunuz. Dışarıdan baktığınızda cildi temiz, düzgün ve yıpranmamış bir kitapla karşı karşıyasınız. Diğer tüm kitaplar gibi o da raflardaki sırasında duruyor. Ama Rus halkı böyle değil. Rus polisi kitapları raflarında kendi halinde bırakmıyor. Mutlaka açıp içini okumaya çalışıyor. Mutlaka bir kötülük arıyor ve istediği için de buluyor. Kitabı alıyor ve yakıyor. İşte Rus halkı bu durumda bayım! Kendi halinde yaşayan insanlardan kuşkulanan çarlık yönetimi, bir polis devleti kurarak her insanı potansiyel suçlu olarak gördü. Tutuklamalar, işkenceler, hücre cezaları, Sibirya sürgünleri... Binlerce masum insan, hak etmediği cezalarla karşı karşıya kalıyor. Halkından korkan bir iktidar, mutlaka suç işliyor demektir. Bin yıllardır gelen bir kuraldır bu bayım! Bütün zorbalar kendilerine bir sırça köşk yaptırmış ve burayı da kendi köpekleriyle korumaya çalışmıştır. Bugün Çar Nikola’nın yaptığı budur işte! Biz bunu kendisine anlatmaya çalışıyoruz. Çara da size anlattığım gibi anlatamayacağıma göre, tek yol direnmektir bayım. Bu derneğin tek ilkesi direnmek, gerisi kendiliğinden oluşacaktır. Siz, yeni bir oluşumda, Fransızların düşeceği duruma düşmemizden korkuyorsunuz. Varsın düşelim, sonunda özgürlük yolunda bir adım daha ileri gitmiş olacağız. Bize Büyük Petro’nun verdiği tek armağan budur. Yolumuzu tıkadı, ama gözümüzü açtı. Devrim bu noktada başlar: Gözünü kapatıp da yolunuzu açtıklarında, nereye saldırdığınızı bilmezsiniz, ama saldırmanız gerektiğini bilirsiniz. Bastırmak kolaydır, bitirmek ise imkansız.”

Dostoyevski etkilenmişti. Karşısındaki tuhaf şapkalı adam, önüne fırlattığı kitabı kütüphanedeki yerine yerleştirirken, konuşmanın da bittiğini ilan ediyordu.

Kısa süre sonra idam mangasının önüne çıktığında Fyodor, kendisini devrime adamış bu adamla karşılaşmasını nefretle hatırlayacaktı. Üstelik Petraşevski kendisinden on adım kadar ötede dimdik duruyor ve Semyanovski meydanına dikilmiş idam kazıklarına meydan okurcasına bakıyordu. Yüreğini titreten en ufak korku yoktu.

Oysa Dostoyevski deliler gibi korkuyor, bir tavşan gibi titriyordu.

Mümtaz İdil

Odatv.com

dostoyevski arşiv