HALKIN İRADESİNE “BARAJ” ENGELİ

Siyasal parti ya da partilerin az oyla yüksek temsil oranına ulaşmasını sağlayacak yöntemlerin temsilde adalet ilkesine uygun düşmeyeceği tartışma...

Siyasal parti ya da partilerin az oyla yüksek temsil oranına ulaşmasını sağlayacak yöntemlerin temsilde adalet ilkesine uygun düşmeyeceği tartışma götürmez bir gerçektir. Yönetimde istikrar düşünülerek getirilen adaletsiz yöntemler, anayasaya uygun düşmemesinin ötesinde, demokrasiye de zarar verecek sonuçlar doğuracak yöntemlerdir. Adalet istikrar sağlar, ama yalnızca istikrar düşüncesi, adaletli temsil olmayınca demokrasiye en büyük zararı verir.

Çünkü bu tür yöntemlerle oluşan siyasal iktidarlar, elde ettikleri güçle bir süre sonra demokrasiden totaliter ve otoriter çizgiye kayacaklardır. Yönetimde istikrar, yürütmeyi, tüm devlet gücünü ele geçirecek biçimde parlamentoda temsil olanağına kavuşturacaktır. Denetlenip dengelenmeyen bir yürütme gücünün diktatörlüğe dönüşmesini engelleyecek bir kamu gücü bulunamayacaktır.

Anayasa’da temsilde adaletin öğelerine de yer verilmiştir. 67. maddeye göre seçimlerde serbest ve eşit oy esastır. Gerek eşit oy, gerek bunu gerçekleştirme aracı olan temsilde adalet ilkesini korumanın yüksek barajla sağlanabileceği savı hukuksal olmaktan çok siyasal bir yaklaşımdır. Ülkemizdeki yaklaşık 30 yıllık uygulama, yüksek barajın temsilde adalet ilkesini zedelemek bir yana, tümüyle ortadan kaldırdığını göstermiştir.

Öte yandan, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerinin bağdaştırılmasının, yönetim boşluğu yaratmayacak adaletli bir temsil anlamında değil de, “salt çoğunluğu sağlayan bir yönetimi” olanaklı kılmak yönünden ele alınması demokrasiyle bağdaşmamaktadır. Çünkü bu düşünce biçiminde, azınlık haklarına, azınlığın kendini anlatabilme ve iktidara gelebilme hakkına yer yoktur.

Burada gözden kaçırılan şey, yönetimde istikrar ilkesinin, “tek parti iktidarı” anlamına gelmediğidir. Uzun süreli koalisyonlar da pekala yönetimde istikrarı sağlayan uygulamalardır. Ülkemizin geçmişinde bunu kanıtlayan örnekler az değildir.

Üstelik yönetimde istikrarı, bugüne kadar yapıldığı gibi, salt ekonomik yönden ele almak da yanlıştır. Ekonomik istikrarı korumak kuşkusuz önemlidir. Ama ondan daha önemli olan, devletin kuruluş felsefesini ve bunun oluşturduğu siyasal rejimin istikrarını korumaktır. Rejimin istikrarı da ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine inanmış siyasal kadrolarla yönetilmesiyle olanaklıdır.

Atatürkçü Düşünce Sistemini esas alan laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin istikrarlı biçimde korunması her şeyin üzerindedir. Bozulan ekonomiyi düzeltmek her zaman olanaklıdır. Ancak, laiklik ve demokrasi bir kez giderse, bu değerleri yeniden getirmek neredeyse olanaksızdır. Bugün yaşananlar, ne yazık ki, istikrarın devlet rejiminde değil, ekonomide aranmasından kaynaklanmaktadır.

Anayasamızda da kabul edilen çok partili düzen, yalnızca siyasal parti sayısının çok olmasını değil, aynı zamanda partilerin temsil ettiği siyasal, sosyal ve ekonomik görüşlerinde çeşitlenmesini ve bunların parlamentoda temsil edilmesini anlatmaktadır. Çağdaş demokrasilerde, halkın çoğunluğunu temsil edenlerin yönetimin başında bulunmasını gerektirir. Temsili rejimin demokratik niteliği ancak bu durumda gerçekleşmiş olur. Yoksa seçim oyunlarıyla, az oyla çok sayıda temsilci çıkararak yönetimi ve giderek devlet gücünü ele geçirmek, demokrasilerde geçerli olan uygulamalar değildir.

BARAJLA YARATILAN SONUÇLAR

Tam bu aşamada, Türkiye’de uygulanan yüzde 10 barajının ne gibi sonuçlar yarattığına bakmakta yarar bulunmaktadır. 12 Eylül askeri cunta döneminde yapılan 1983 seçimleri bir yana bırakılırsa, barajın uygulanmadığı 1950-1987 dönemindeki seçimlerde, tüm siyasal eğilimlerin, aldıkları oy oranında TBMM’nde temsil edildiğini söylemek yanıltıcı olmayacaktır. 1950, 1957, 1965, 1969 seçimlerinde TBMM’nde temsil edilmeyen oy oranı “sıfır”dır. 1954, 1973 ve 1977 seçimlerinde bu oran yüzde06; 1961’de yüzde08; 1983’de de yüzde1.1 olmuştur.

Yüzde onluk seçim barajının uygulanmasıyla birlikte tablonun tersine döndüğü görülmektedir. 1987 seçimlerinde, TBMM’nde temsil edilmeyen oy oranı yüzde 19.8 olmuştur. Bu oran 1995 seçimlerinde yüzde 14.5, 1999 seçimlerinde yüzde 18.3 olarak gerçekleşmiştir. 2002 seçimlerinde en yüksek düzeyine ulaşmış ve yüzde 45 olarak siyasal tarihteki yerini almıştır. yüzde 45 seçmen oyunun yansımadığı bir parlamentonun demokratik niteliğinden elbette söz edilemez. 2007 seçimlerinde ise yüzde 13’e düşmüştür, ama yüzde 13 bile 4.542.819 seçmenin oyunun parlamentoya yansımadığı düşünüldüğünde, oldukça önemlidir.

1987 seçimlerinde ANAP, yüzde 10’luk seçim barajından yararlanarak, aldığı yüzde 36.3 oyla, TBMM’nde yüzde 64.9 oranında temsil hakkı kazanmıştır. 2002 ve 2007 seçimlerinde AKP, aldığı yüzde 34.3 ve yüzde 46,5 oy oranlarıyla TBMM’nde kazandığı milletvekili oranı sırasıyla yüzde 66 ve yüzde 62 olmuştur. Özetle, 1987’de ANAP yüzde 28.6, 2002 ve 2007’de AKP, sırasıyla yüzde 31.7 ve yüzde 15.5 oranında “aşkın temsil hakkı” kazanmışlardır. Yani hakları olmadığı halde, aldıkları oy oranının çok üzerindeki oranlarda daha fazla milletvekili sayısına sahip olmuşlardır. (Cumhuriyet, 01.05.2011, Türey Köse)

Görüldüğü gibi yüksek baraj, demokrasinin gereği olan her siyasal eğilimin parlamentoda temsil edilmesi ilkesine aykırı sonuç doğurmaktadır. Yukarıdaki sayıların anlattığı gibi, barajsız sistemde seçmen oyunun TBMM’ne yansıması neredeyse yüzde 100 iken, barajlı sistemde bu oran yüzde 55 gibi, demokratik düzenin gerekleriyle asla bağdaşmayan düşüklüğe ulaşabilmektedir.

AVRUPA ÜLKELERİNDE BİR TEK DEVLET YOK

Bu nedenle çağdaş Avrupa ülkeleri seçim barajını oldukça düşük tutmuşlardır. Avrupa Konseyi’ne üye 47 devlet arasında Türkiye dışında yüzde 10 baraj uygulayan başka bir devlet yoktur. En yakın Lichtenstein’da yüzde 8 baraj uygulanmaktadır. Ondan sonra yüzde 7 ile Rusya ve Gürcistan gelmektedir. Üye devletlerin üçte birinde baraj yüzde5’tir. 13 devlette baraj yüzde 5’in altındadır. 7 devlette ise hiç baraj yoktur. Birkaç örnek vermek gerekirse; Hollanda’da 0, Danimarka’da 2, İspanya ve Yunanistan’da 3, İsveç, Norveç, Avusturya ve İtalya’da 4, Almanya ve Belçika’da ise 5’tir.

Seçim barajında yüzde 10 yüksekliğin Türkiye Cumhuriyeti’nde ne gibi sonuçlar doğurduğu yaşanarak görülmüştür. Bu yolla Devlet gücünü eline geçiren bir siyasal partinin neler yapabileceğine; kendini denetleyecek tüm anayasal organları, medyayı, yargıyı, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini ve meslek kuruluşlarını da yandaş kılarak, eğer istiyorsa rejimi bile dönüştürebileceğine hep birlikte tanık olunmuştur.

Rejimden sonra sıra bölünmeye gelecektir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da organize edilen siyasal gelişmeler ve Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki kalkışmalarla bunun alt yapısı hazırlanmaktadır. 12 Eylül seçimi sonrasında yeni anayasayla, düşüncenin hukuksal alt yapısı da tamamlanacak ve başkanlık sistemi ile de gerek rejimin dönüşümü gerek parçalanma korumaya alınacaktır.

BÜlent Serim
Odatv.com

seçim barajı temsilde adalet arşiv