Gerçek bir reform yapmanın ilk koşulu...

Nurzen Amuran sordu, Prof. Dr. Rona Aybay yanıtladı...

Nurzen Amuran: Bu hafta, adalet dağıtımında ortaya çıkan problemlerde siyaset yargı arasındaki ilişkiler ve yargıya duyulan güvensizliğin temel nedenleri üzerinde duracağız. Konuğumuz Prof. Dr. Rona Aybay.

Rona Aybay hocamızla ilgili kısa bir bilgi aktarmak istiyorum: Uzun yıllar çeşitli üniversitelerde kamu Hukuku, anayasa insan hakları üzerine dersler verdi. Ayrıca uluslararası alanlarda, insan haklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. 1996-2003 yılları arasında "Bosna Hersek İnsan Hakları Mahkemesinde" yargıç olarak görev aldı. Bu arada "Irkçılık ve Hoşgörüsüzlük Karşıtı Avrupa Komisyonunda" üye oldu ve Bosna Hersek’teki insan hakları ihlallerini incelemekle görevle "AGİT Komisyonu" üyeliğinde bulundu. Ayrıca, AİHM'nin etkinliğini arttırmak üzere, Avrupa Konseyi’nce oluşturulan 11 üyeli “Akil Kişiler Gurubu’na” üye seçildi.

Bu nedenle Prof. Dr. Rona Aybay'la geniş bir yelpazede bugün uygulanan hukukumuzun durumunu konuşacağız.

Sayın Aybay, son günlerde, "yeni hükümet sistemi Parlamenter Sistemin bütün kamburlarından, bütün bağlarından, bütün engellerinden ayıklanmalı, arındırılmalıdır." deniliyor. Anayasa Mahkemesi üzerinde bir tartışma zemini yaratılmaya çalışılıyor. "darbe dönemlerinin ürünü ve mirası olan yargı müessesleri demokratik bir içeriğe kavuşturulmalıdır" arzusu dile getiriliyor. Önce Darbe döneminin Anayasası denilen 1961 Anayasasına bakalım:

Siz gençlik yıllarınızda 1961 Anayasası Hazırlık Komisyonu Sekretaryası’nda görev almıştınız. 61 Anayasası’nın ilk taslağı Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanmıştı. Sanırım, sonraki yıllarda da Anayasa hazırlık çalışmalarıyla ilginiz oldu; anlatır mısınız?

Rona Aybay: Evet, akademik mesleğe birkaç ay önce adım atmış bir asistan olarak, S. Sami Onar başkanlığında oluşturulan Anayasa Komisyonunda görevlendiren 4 asistandan biri olduğum doğrudur. Doğal olarak, biz asistanların görevi, sekretaryal düzeydeydi; ama bu görev sırasında bir anayasa hazırlık çalışmasının nasıl yapıldığı konusundaki gözlemlerim bana çok şey kazandırdı.

Meslek yaşamımın sonraki yıllarında; özellikle de 2007 yılında Türkiye Barolar Birliği için, başkanlığımda hazırlanan Anayasa Önerisi’nin hazırlıkları sırasında o deneyimlerden çok yararlandım. Değerli anayasacılarımızın üye olduğu bir Kurulca hazırlanmış, geniş kapsamlı ve gerekçeli bu metin, Türkiye Barolar Birliği’nce kitap olarak birkaç kez yayınlanmıştır.

Katıldığım, Anayasa çalışmalarıyla ilgili bir başka anımı da anlatayım: 12 Eylül 1980 Darbesi sırasında SBF’de (Mülkiye’de) Dekan Yardımcısıydım. Dekanımız, ışıklarda uyusun, bir yönetici olarak 12 Eylül öncesinin, o her gün yeni bir şiddet olayının yaşandığı günlerinde; inanılmaz bir başarıyla Fakültesini koruyan Cevat Geray’dı.

“Mülkiye” (SBF) 27 Mayıs 1960’dan sonra SBF bir Anayasa Tasarısı (Taslağı) hazırlamış; bu Tasarı, Temsilciler Meclisince “Yardımcı Metin” olarak kabul edilmiş; 1961 Anayasası hazırlıklarına önemli katkılar getirmişti.

Dekan Geray, yine 12 Eylül’den sonra da bir SBF Anayasa Tasarısı hazırlamanın, Mülkiye’nin tarihsel görevi olduğu inancıyla bir çalışma başlattı. Hukuk Fakültesinden, ilgili Öğretim üyelerinin de katkılarıyla kısa sürede kapsamlı bir Anayasa Taslağı hazırlayıp, kitap haline getirdik. Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Orhan Aldıkaçtı’ya telefon edip, Cevat Geray’la yanımızda çok sayıda kitapla, Meclis Binasına gittik. Pek de sıcak diyemeyeceğimiz bir karşılama ve kısa bir iki nezaket sözünden sonra, Anayasa Komisyonu üyelerinin ve başka ilgililerin yararlanması için fazla sayıda kitap içeren paketlerini bırakıp, ayrıldık.

Sonuç ne oldu? 1961 yılından farklı olarak, bizim Taslağın kapağı bile açılmamış diyeceğim ama diyemiyorum; çünkü, herhalde çok dikkatle okumuşlar ki, biz ne yazdıksa 82 Anayasasına onun tersi girmiş!

Amuran: 1980 ile 1961 Anayasasının hazırlanışı aşamasında farklılıklar var mıdır? 1961 Anayasası hazırlanırken radyoda siyasal partilere Anayasa ile ilgili görüşlerini söylemek için fırsat bile tanınmış. 1961 Anayasasını darbe Anayasası olarak tanımlamak doğru mu?

Aybay: “Darbe Anayasası” deyimi, bir anayasanın, temel haklar ve özgürlükleri, kendisinden önceki anayasanın daha gerisine götüren metinler için kullanılmalıdır. Örneğin, 1982 Anayasası bu anlamda tam bir “darbe anayasası”dır; çünkü, hukuk düzenimizi; insan hakları, temel haklar, sosyal haklar gibi konularda, 1961 Anayasasının çok gerisine götüren bir metindir.

Günümüzde yürürlükte olan en eski yazılı anayasa olan ABD Anayasası da bir “darbe anayasası” sayılabilir, çünkü görevi, var olan Konfederasyon Anayasasını değiştirmek olan Meclis; 1787 yılında Devletin yapısını temelden değiştiren yeni bir Anayasa hazırlamıştır. Ama bu Anayasa, görece daha “ileri” bir düzen getirdiği için “darbe anayasası” sayılamaz.

1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi de bir tür “Devrim” ya da “Darbe” ürünü sayılabilir ama; 200 küsur yıl sonra, Fransız Anayasasının bir parçası olarak resmen varlığını sürdüren ve ayrıca, dünya anayasa ve özgürlük tarihinde yer almış metindir.

Evet, 1961 Anayasasının 27 Mayıs 1960 müdahalesinin ürünü olarak ortaya çıktığı apaçık bir olgudur. Ama, getirdiği hukuk düzeni, kendinden önceki anayasal düzenin çok ilerisinde, tam anlamıyla çağdaş hukuk devletine yaraşır bir anayasadır. Kanımca, 1961 Anayasasını, “darbe anayasası” diye nitelemek çok yanlıştır.

Öte yandan, 1961 Anayasasının hazırlanma sürecine kısaca bir göz atmak bile; 1961 Anayasasına “darbe anayasası” diye küçümsemenin yanlışlığını ortaya koyar.

Türk Anayasa tarihinde, yasama işlevi olan ve bütün üyeleri atanma ile belirlenmiş sadece iki meclis vardır:

Birincisi, 1876 Kanun-ı Esasisi ile kurulan Meclis-i Ayan’dır; bütün üyeleri Padişahça atanır. İkincisi de, 1982 Anayasasını hazırlayan Danışma Meclisidir; bütün üyeleri (4 General ve 1 Amiralden oluşan) Milli Güvenlik Konseyi‘nce atanmıştır. Bütün üyeleri, başvuranlar arasından, askersel yönetimce teker teker “seçilen” bu Mecliste hiçbir siyasal parti, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu, sivil toplum örgütü vb. temsil edilmiyordu.

Buna karşılık 1961 Anayasasını hazırlayan Temsilciler Meclisi’nde, (özetleyerek söylüyorum); İl Genel Meclislerinin; iki siyasal partinin (CHP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi); Baroların, Basının, Odaların, Tarım kuruluşlarının, Öğretmenlerin, Üniversitelerin, Yargı organlarının temsilcileri vardı.

Anayasanın halkoylamasına sunulmasından önce, dediğiniz gibi siyasal partilere devlet radyosunda (o zamanlar özel radyolar ve TV yoktu) propaganda konuşmaları yapma olanağı verilmişti.

Amuran: Bugün siyasi iktidar ve ortakları, "ilk defa 1961 Anayasası ile hukukumuza giren, esas itibariyle 1960 darbesinin oluşturmak istediği demokrasi dışı yapıyı korumak için ihdas edilen Anayasa Mahkemesi'dir." diyorlar. Katılıyor musunuz?

Aybay: Bu sorunun dayanağı “1960 Darbesinin oluşturmak istediği demokrasi dışı yapı” olarak görünüyor. Ben bu anlatımının temelden yanlış olduğu kanısındayım. Kanımca, gerçek durum bunun tam tersidir: 1961 Anayasası, adından başka “demokratlık”la ilgisi kalmamış; bütün seçim hilelerine karşın, halktan alınan oylara göre “azınlık”ta kalan ama çoğunluk seçim sistemi sayesinde Mecliste sandalye çoğunluğunu elde etmiş Demokrat Partinin, sonunda ülkeyi kargaşaya sürükleyen baskıcı yönetimin yerine, çağdaş bir demokrasi kurmayı amaçlamıştır. Sonunda, ülkeyi askeri bir müdahaleye kadar sürükleyen o karanlık günlere dönülmemesi için, çağdaş anlamda bir demokrasi kurulmasına temel olacak örnek bir metindir, 1961 Anayasası.

GÜVEN DUYULAN BİR YARGI SİSTEMİNE DAYANAN BİR DEMOKRASİ ÜLKEYE HUZUR VE GÖNENÇ DEVLETE SAYGINLIK GETİRİR

Amuran: Geçtiğimiz günlerde değerli hukukçumuz Sabih Kanadoğlu, Cumhuriyet’te yayınlanan bir röportajında, bir Alman hukukçusunun sözlerini örnek gösterdi: 1936’da Karl Loewenstein adlı bir Alman hukukçusu “Anayasayı savunacak, demokrasiyi koruyacak önlemler alınmaz ise o ülkede demokrasiyi gerçekleştirmek mümkün değildir” demiş. Siz bir konuşmanızda anlatmıştınız, Anayasa Mahkemesi'nin kurulmadığı yıllarda Anadolu’da bir yargıç, baktığı bir davada Anayasaya aykırı bir yasanın uygulanamayacağına dile getirmiş. Demek ki hukuku ve Anayasanın uygulanmasını denetleme ihtiyacı o yıllarda ortaya çıkmış değil mi?

Aybay: Önce, değerli sınıf arkadaşımın anımsatmasını çok yerinde bulduğumu belirteyim. Çağdaş anlamda demokrasi, ancak “Hukuk”la birlikte var olur. Hukuk yoksa, demokrasi, içi boşalmış bir kalıba ve demagogların egemenliğindeki bir sandıktan çıkma oyununa döner.

Unutmayalım ki; kendi halklarına da başka ülkelerin insanlarına da çok büyük acılar yaşatan ve sonunda kendi devletlerini çökerten Hitler ve Mussolini gibi Faşist liderler de “seçilmiş”lerdi.

Çağdaş anlamda demokrasi açısından “seçim sandığı”nın vazgeçilmez bir öge olduğu yadsınamaz ama bu her şey demek değildir; Yönetimlerin “Hukuk”a dayanması, hukuk devleti çerçevesinde çalışması gerekir. Güven duyulan bir yargı sistemine dayanan bir demokrasi, ülkeye huzur ve gönenç; devlete saygınlık getirir.

Ama, yönetiminde saydamlık ve hesap verilebilirlik ilkelerinden rahatsızlık duyan; anayasal denetim düzenini, “ayak bağı” olarak gören çevrelerin varlığı da bir gerçektir.

Anayasal denetimin en önemli aracıda, düzgün işleyen, halka güven veren bir yargı sistemidir. Anayasal denetimi, sadece Anayasa Mahkemesinin görevi olarak görülmemelidir. Anayasanın 152. maddesine göre bu denetim, yargı sistemi içindeki yeri ne olursa olsun her mahkemenin görevine giren bir konudur. Uygulamak durumunda olduğu (Anayasaya uygunluk denetimi alanındaki her tür düzenleme anlamında) bir yasayı, Anayasaya aykırı bulursa ya da bu konuda, taraflardan gelen bir iddiayı “ciddi” bulursa, konuyu Anayasa mahkemesine göndermek durumundadır. (Ayrıntılara girmiyorum.)

Bu, 1961 Anayasasıyla hukukumuza girmiştir. Ondan önce, sizin de değindiğiniz gibi 1952 yılında Hukuk tarihimiz açısından çok önemli bir olay yaşanmıştır: Konya’nın Akşehir ilçesinde Asliye Hukuk Yargıcı Refik Gür, bakmakta olduğu bir davada uygulamak durumunda olduğu kanunun Anayasaya aykırı olduğunu, o zamanki Anayasanın 103. maddesinin “Anayasanın hiçbir maddesinin, hiçbir nedenle ve bahaneyle savsamayacağı, gözardı edilemeyeceği” hükmüne dayanarak o kanunu uygulamayacağı yönünde, çok güçlü gerekçelerle bir karar vermiştir. Burada ayrıntısına giremeyeceğim gelişmeler sonunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, kanunların anayasaya uygunluğunun mahkemelerce denetlenebilmesine ilişkin bir anayasa hükmünün bulunmadığı gerekçesiyle Refik Gür’ün kararını bozmuştur. Yargıtay’ın bu kararı, biçimsel (sözel) yorum açısından doğru bulunsa bile, 1950 yılında –sınırlı da olsa– “çok partili” bir yaşama geçilmiş Türkiye ortamında “amaçsal” bir yorumla uygun bulunabilirdi.

Eğer Yargıtay, Refik Gür’ün, içtihatla açmaya çalıştığı yolun önünü kesmese idi, belki de demokrasi ve hukuk devleti açısından çok daha ileri bir Türkiye’nin yolu açılmış olurdu, diye düşünüyorum. Bu düşüncelerimi, yıllar önce Anayasa Mahkemesince düzenlenmiş bir toplantıda dile getirmiş ve Anayasa Mahkemesi’nce Refik Gür adına etkinlikler düzenlenmesi, Mahkeme’de bir salona adının verilmesi, uygun bir yere büstünün konulması gibi önerilerde bulunmuştum. Ama dikkate alındığını duymadım.

Amuran: Bir kısım siyasetçiler, "Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'ya uygun kararlar vermesi beklenirken siyasi ve ideolojik saplantılara kapılması millet vicdanında derin yaralar açmıştır" diyor ve “Hak ihlali adı altında verilen kararlar telafisi imkansız zararlar vermektedir” diye ekliyorlar. Yüksek Mahkemenin özellikle insan hakları ve özgürlükler konusunda aldığı kararlar eleştirilmekte. Alınan son kararlarda siyasi bir tavır buluyor musunuz, ideolojik yanı var mı bu kararların?

Aybay: Önce şu “ideolojik” sözcüğüne değinmek isterim. “İdeoloji”, Eski Yunancada “düşünce”, “fikir” ya da “görüş” gibi anlamlara gelen “idea” ile “bilim” anlamına gelen “logos”un birleştirmesiyle oluşturulmuştur. Bu anlamda, her türlü ciddi entelektüel çalışma bir ideolojiye dayanır. Bu anlamda “hukuk devleti” de bir ideolojidir; yargı organları eliyle uygulamaya dönüşür. Ama, bu sözcük bizde, özellikle bazı politikacıların dilinde; korkulacak, uzak durulması gereken, zararlı, tehlikeli gibi anlamlarda kullanılır olmuştur. Bu, ideolojinin anlamını bilmemekten gelen bir yanlıştır.

Anayasa Mahkemesi, İnsan Hakları Mahkemesi gibi yargı organları, verdikleri kararların birtakım siyasal sonuçlara yol açması kaçınılmaz olan yargı organlarıdır; bu anlamda, nesnel (objektif) olarak “siyasal yaşam”ın bir parçası durumunda olmaları doğaldır.

Yargıçların da, insan olarak kişisel ve siyasal tercihleri olması doğaldır. Bunların, verdikleri kararlara yansıması da insansal açıdan kaçınılmaz sayılabilir; ama, burada önemli olan şey, bu yansımanın, hukuk ilkelerini zorlamayan, ciddi gerekçelere dayanan nitelikte olmasıdır. Hukukta “yorum farkı” denilen bir kavram vardır. Belli bir olayda uygulanacak aynı kanun maddesi, hukukçular arasında farklı sonuçlara götürecek biçimde yorumlanabilir. ABD Anayasası 200 yıldır yürürlüktedir; arada bazı hükümleri yasama yoluyla değiştirilmiş olsa da değiştirilmemiş hükümleri de, zaman içinde mahkemelerce yapılmış yorumlar yoluyla yeni anlamlar kazanmıştır.

Burada önemli olan, yapılmış yorumların, yaratılmış içtihatların, hukukun temel ilkelerine, apaçık hükümlerine aykırı olmamasıdır. Anayasanın, “AYM kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmünü dikkate almayan bir uygulamayı, “yorum farkı” kavramı içinde düşünmeye olanak yoktur.

GERÇEK BİR REFORM YAPMANIN İLK KOŞULU SİYASAL İKTİDARIN BU KONUDA SAMİMİ OLMASIDIR

Amuran: Yeni hükümet sistemine uygun demokrasiyi güçlendiren bir yargı sistemi getirilmek isteniyor. Hükümet sistemiyle bağdaşan bir yargı sisteminde anayasal denetim nasıl olacaktır? Bu değerlendirmelerinizden yola çıkarak soruyorum. Kamuoyunda yargılamaların bağımsız ve tarafsız mahkemelerce yapıldığı inancını sağlayacak, yargı güvenliğini güçlendirecek reformun ilk adımları neler olmalı?

Aybay: Yargı sisteminde gerçek bir reform yapılması gerçekten isteniyorsa; bunun nasıl olması gerektiği konusu bir yönüyle çok basittir: Çünkü bunun herkesçe bilinen ilkeleri vardır: Yargıçların, atanma yöntemleri, görev süreleri, görevlerini yerine getirirken, gerek resmi gerek özel çevrelerden gelebilecek baskılara karşı korunmalarının sağlanması vb. konular gibi.

Ayrıca, başka devletlerin uygulamalarından örneklerde aynen benimsenme amacıyla olmasa da, aydınlanma bakımından yararlı olabilir düşüncesiyle incelenmelidir. Örneğin İngiltere’de, 1701’den beri yürürlükte olan bir yasaya göre, bir yargıcın görevine son verilebilmesine Kral (Hükümdar) tek başına karar veremez. Bunun için önce Avam Kamarasından karar çıkarılması sonrasında da “impeachment” denilen özel bir Ceza Hukuku usulüyle yargılama yapılması gerekir. ABD Anayasasına göre, Federal yargıçlar, ömür boyu görev yaparlar ve ücretlerinde hiçbir indirim yapılamaz. Ama bir federal yargıç, atanmadan önce, çok sıkı denetimlerden geçer. İlgili Senato Komisyonunun aleni oturumunda, geçmişiyle, hukuk anlayışıyla vb. ilgili, türlü soruları yanıtlaması gerekir.

Evet, ciddi bir yargı reformu için, kapsamlı karşılaştırmalı hukuk çalışmaları yapılması gerekir. “Canım, bunlar bizden çok uzak örnekler, bunlarla uğraşmanın ne gereği var!” diyecekler olabilir. Onlara da hiç olmazsa Osmanlı-Türk tarihinin ilk yazılı Anayasası olan 1876 Kanun-ı Esasinin “Mehakim” (Mahkemeler) başlıklı bölümüne bakmalarını salık veririm. Orada, şöyle bir hüküm göreceklerdir: “Hiçbir hâkim hâkimlik sıfatıyle devletin maaşlı bir başka memuriyetini uhdesinde cem edemez (kişiliğinde birleştiremez)”.

Bugün, Adalet Bakanlığı bürokrasisinin üst kademelerindeki kadrolarda yargıçların, yargıçlık statüleri ile (yani, yargıçların özlük haklarından aynen yararlanarak, hizmetleri yargıçlıkta geçmiş sayılarak) Bakanın emrinde “memur” olarak görev yapmalarına ve sonra da –çoğu zaman Yargıtay üyesi olarak– yargıçlığa dönmelerine elverişli hükümler mi yoksa 144 yıl öncesinin Osmanlı Anayasasının düzenlemesi mi yargı bağımsızlığı ilkesine daha uygundur?

Yargılama yapan bir organın gerçekten mahkeme sayılabilmesi için, o organın bağımsızlığı ve üyelerinin tarafsızlığı konusunda hiçbir kuşkuya yer olmaması gerekir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarına göre, bütün bu koşullara ek olarak, mahkemelerin ciddi çalışan, dış etkilerden uzak tarafsız kararlar verdikleri konusunda halk arasında güçlü bir inanç olması da gerekir. Yani mahkemelerin sadece “adil” olması yetmez; halkta adalete uygun kararlar verdikleri konusunda bir inanç olması da toplumun huzuru açısından önemlidir.

Kısacası, “nasıl bir adliye olması gerekir?” sorusuna, soyut düzeyde, yanıt vermek pek zor değildir. Ama, bu soyut ilkelere uygun, gerçek bir reform yapmanın ilk koşulu, siyasal iktidarın bu konuda içtenlikli (samimi) olmasıdır. Ciddi bir reform çalışması, siyasal iktidarın etkisinden uzak kurumların ve kişilerin özgürce katkı getirebilecekleri, özerk bir ortamda oluşturulabilir. Örneğin, bu konuda ilk akla gelmesi gereken kuruluşlar olan Baroları dışlayan bir çalışma ile reform yapılması ciddiye alınamaz.

Başka mesleklerle ilgili benzerleri gibi, Barolar Anayasaya göre “Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu” olarak “kamu tüzelkişilikleridir.” Yine Anayasaya göre “Türkiye, merkezî idare kuruluşu bakımından, coğrafya durumuna göre ... illere … ayrılır” (m. 126). Aynı coğrafyada yani ilde, işlevi aynı olan; çalışma ve hizmet alanları aynı olan iki kamu tüzelkişiliği olması, kanımca, İdare Hukukumuz bakımından, uygunsuz ve sakıncalı bir durumdur.

Kısacası, “yargı reformu” sorununa çözüm bulmak, soyut düzeyde, oldukça kolay ve basit görünür; ama, gerçekten bağımsız bir yargı sistemini bir işlevsel bir örgüt olarak oluşturmanın somut koşullarını yaratmak için çok ciddi ve özenli çalışmalar gerekir.

1961 Anayasası ile, böyle bir yapıyı oluşturacak temeller atılmıştı ama, 1961 Anayasasına temelden karşı; “Bu Anayasa ile devlet yönetilmez” diyen iktidarlar bu yapının gereği gibi işlemesine engel oldu.

Yargı organları ve yargıçlarımız arasında, çağdaş hukuk devleti kavramına katkılar yapan değerli hukukçularımız olmuş, mahkemelerimizde uluslararası toplantılarda, övünçle anlattığımız kararlar verilmiştir. Ama kanımca, bir bütün olarak yargıçlarımızın bu yapıya sahip çıkmakta yeterince enerjik davrandıkları söylenemez. Oysa, başta rahmetli Sıddık Sami Onar Hoca, 1961 Anayasasını hazırlayanlar, Anayasal düzenin işlemesinde ve korunmasında yargıçlara çok güvenmişlerdi

Sonuç olarak, 1961 Anayasasının öngördüğü düzen, özellikle 1982 Anayasasından sonra, önce yavaş sonra hızlı biçimde kişiliğini ve bağımsızlığını yitiren süreçler yaşayarak günümüze kadar geldi.

Amuran: Sayın Aybay, gerçekten de özellikle üzerinde durduğunuz benim dikkatimi çeken iki önemli konu var. İlki, “mahkemelerin sadece adil olması yetmez; halkta adalete uygun kararlar verdikleri konusunda bir inanç olması da gerekir” dediniz. İkincisi de, 1876 Kanun-ı Esasi’den verdiğiniz şu örnek düzenlemenin dikkate alınmasıydı: “Hiçbir hâkim hâkimlik sıfatıyla devletin maaşlı bir başka memuriyetini uhdesinde cem edemez (kişiliğinde birleştiremez)”. Yeni bir hukuk reformu için yargı bağımsızlığının sağlanması açısından bu iki hususun da özellikle dikkate alınması gerekir. Açıklamalarınız için çok teşekkürler.

Aybay: Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran

Odatv.com

arşiv