Fethullah Gülen son günlerinde neler yaşıyor

Hükümet-Cemaat kavgası bütün hızıyla devam ediyor. İnsan bazen merak ediyor, kavganın bir yanındaki Erdoğan ile diğer yanındaki Gülen’in halet-i...

Hükümet-Cemaat kavgası bütün hızıyla devam ediyor. İnsan bazen merak ediyor, kavganın bir yanındaki Erdoğan ile diğer yanındaki Gülen’in halet-i ruhiyeleri nasıldır. Erdoğan genelde ekranlardan ve meydanlardan hitap ettiği için az çok ne durumda olunduğu biliniyor. Asıl merak edilen, daha gizemli görünen Gülen’in psikolojik durumudur sanıyorum. Gülen’in en yakınlarından birinin tuttuğu notlar, işte bu merakı giderecek türden. Elbette çok uzun notlar ama ben daha çok Fethullah Gülen’in ruh halini önplana çıkaran yerlerini buraya alıyorum.

Belki bazıları, senaryo, fantezi, uydurma diyebilir ama Gülen’in en yakınlarından birinin notları üzerinde olması gereken kısaltmaların ötesinde bir tasarrufum olmadı. Nisan 2013-Ocak 2014 tarihleri arasında aktardığım notlar, tabii ki çok daha uzun. Gerekirse, daha sonraki günleri de yazabilirim. Ama bence Pensilvanya’da savaşın bir tarafının lideri olan Gülen’i anlamak, ne durumda olduğunu görmek için bu bölüm bile yeterli.

“KEŞKE ANAM BENİ DOĞURMASAYDI”

NİSAN 2013

Kapının aralığından tek başına hüzünlü hüzünlü oturmuş yemeğini yerken gördüm. Çok yaraladı beni bu manzara. Yalnız yemek yemesi gerçekten dokundu bana. Bu halin ister vakti yemekle israf etmeme, isterse başka nedenlerle kendi tercihi olması ayrı; kasdım onun yalnızlığı.

Kendisinin endişe duyduğu, tir-tir titrediği hadiseler karşısında çevresinin kahkahalarla gülmesi bir yana dudaklarını hafif geriye götürmenin adı olan tebessümlerini görünce yalnızdır.

“Keşke anam beni doğurmasaydı” diyen bu otağın bayraktarları, aynı hassasiyeti çevresinde göremeyince yalnızdır, gariptir, gurbettedir

Geçenlerde oturuyorduk. Bazı gözlemler etrafında konuşuyorduk. Dinledi, dinledi ve ardından kendisinin de benzer gözlemleri olduğunu anlatmaya durdu. Maziye daldık hep birlikte. Bozyaka dedik, Çeşme dedik, Fatih dedik. Eski bir hatırasını anlatıyordu. Sözün akışı içinde öyle bir yerde durdu ki ne oldu der gibi salonda bulunan üç-beş kişi birbirimize baktık.

“Hayır,” dedi, “bunu bile söylesem siz, iz sürer oradan şahsı tahmin edersiniz.” Sonrası mı? Alabildiğine flu bir şekilde ne kadar iz sürsek de tahmin edemeyeceğimiz ama gerekli dersi de çıkartacağımız çerçevede olayı anlattı. Şimdi burada duralım ve kendimizi düşünelim; biz de böyle yapıyorsak ne âlâ; aynı ufukta olmasa bile aynı kulvarda sayılırız diyelim. Gördüğünüz gibi iç içe gurbetler söz konusu. Sanırım hayatı bu ufukta sürdüren insanlar için hayatın azab olduğunu siz de kabul edersiniz. Ve yine sanırım, “sabah lavaboda aynadaki suretime tükürüp; yuh sana! Bugün de Rabbine kavuşamadın. Demek ki liyakatin yokmuş!” diye haykırmanın gerekçesi daha iyi anlaşılıyor.

MAYIS 2013

Ve bize endişesini bastırmaya çalışıyor dedirten cümleler. “Alemi öfkelendirip üzerinize salmak istemiyorsanız şayet, öfkelenmemeye bakacak, düşüncelerinizi, sözlerinizi, beyanlarınızı kontrol altına alacaksınız. On düşünecek bir kere konuşacaksınız. Yoksa öfkeyle gelirler, öfkeyle boğarlar sizi.”

Arka arkasına bir çırpıda söylediği şu tesbitlere dikkat edin lütfen: “Kolun kanadın kırılsın; Allah seni kolsuz kanatsız eylemesin. Başın kopsun; Allah seni başsızlığa maruz bırakmasın. Yurdun yuvan yıkılsın; Allah seni yurtsuz, yuvasız etmesin. Çoluk çocuğunun başına gelsin; Allah sana çoluk çocuk acısı duyurmasın. İnsanca tavır bu ikincisi. Birincisine insanca tavır denemez.”

Son sözleri yaşlı gözleri ile şöyleydi Hocaefendi’nin: “Keşke hislerimiz değil, hep hak ve hakikati konuşsak. Ümidimizi yitirmedik ama ümit adına bir şey bitirdik de diyemem.”

HAZİRAN 2013

Ayrılırken zaman’ı değil an’ı yaşayan, yarınlar sanki hiç gelmeyecekmiş gibi “hemen bugün olsun”, diyerek kendilerini bencillik girdabına kaptırmış gününü gün etme sevdasında olan bazılarının çektirdiği sıkıntılarla başbaşa bırakmıştım Hocaefendi’yi. Acaba yine aynı manzara ile mi karşılacaktım; işte bunu düşünüyordum.

Ama heyhat! Yanılmışım. Yanıldığımı anlamak için on dakikalık bir beraberlik yetti. Zihnini sürekli meşgul eden genel ve özel problemlere bir de maddi ağrıları eklenince vücudu daha fazla dayanamadı ve dersi yarıda kesme zorunda kaldı.

AĞUSTOS 2013

İç salondayız. Üç-beş kişi ya var ya yok.

Gam, hüzün, keder, acı, ıstırap ve bu bağlamda söyleyebilecek her ne kelime, kavram, cümle varsa Hocaefendi’nin yüzünden okumak mümkündü. “Bir ağaç gibi devrilip gitmekten çooook korkuyorum” diyordu. Bunu derken yüz hali, ses tonu, durgun, solgun duruşu o söze adeta can oluyor, kan oluyor ve muhatabını tabir caizse kendinden alıyordu.

“Bir kısım kazanımlar 100 senelik, 1000 senelik cehdin, gayretin, emeğin ürünü. Allah bu kazanımları bizimle yıkmasın.” Bu söz bir ip ucu veriyor aslında Hocaefendi’nin o anki düşünce dünyasına girmek için. Tahminde bulunmak kolay da bu tahminin ayaklarının yere basması için bir misale ihtiyaç var. Vermedi Hocaefendi o misali o ortamda. Dakikalarla ancak ifade edilebilecek bir müddet daha oturdu ve odasına geçti.

İkindi namazı sonrası 10-15 dakikalık beraberlikte söylediği şeylerden sebep adına bir şey çıkartmak zordu ama sonuç adına yol gösterici sayılacak cümleleri oldu.

“Dua edelim. Allah bizim günahlarımız yüzünden ümmet-i Muhammedi mahv etmesin. Bu mübarek Anadolu insanını parçalamak isteyenlere Allah fırsat vermesin. Bunu görmeyen, söylemeyenler varsın görmesin ve söylemesin ama biz görelim ve söyleyelim. Allahım!....” dedi ve daha gerisini getirmeden ağlaya ağlaya yine odasına yürüdü.

“BEKLEDİM BEKLEDİM AMA BUGÜN DE ÖLEMEDİM”

Ekim 2013

Sabahtan beri bekleniyor. Kahvaltıya şimdi çıkacak, birazdan çıkacak diye. Çıkmadı. Her gün vaktin evvelinde kılmaya özen gösterdiği öğle namazında da çıkmadı. Cemaat aşağı salonda bir başkasının imametinde kıldı namazı. Yemek vakti çoktan geçti. Gözler endişeli bir şekilde küçük salona odaklanmıştı. Nihayet çıktı; namaz, yemek, çay derken kısa bir süreliğine oturdu. Ağzından dökülecek sözlere odaklanmıştı herkes. Acaba ne diyecekti?

İki elin parmak sayısınca ifade edilecek insan topluluğunun bulunduğu ortamda, “Bir rüya gördüm. O rüyaya binaen bekledim, bekledim. Ama bugün de ölemedim.”

Bu sözler, salonda ciddi bir şaşkınlığa yol açtı. Zaten konuşurken cümleleri değil, kelimeleri hatta kendinizi biraz zorlasanız heceleri bile sayabileceğiniz yavaşlıkta konuşuyordu. Etrafımdaki herkes, ne oluyoruz dercesine afallamış birbirine bakıyordu.

KASIM 2013

“Beynim öylesine dolu ki her bir neronun üzerinde elli tane problem var.” dedi üç-dört kişinin bulunduğu salonda öğlenden sonra. Kaç günden beri iç dünyasına kapanmış; halk ile beraber olmada zaruret sınırlarının dışına çıkmıyor. Kimseye açmadığı, açamadığı ve ihtimal açsa da kimsenin anlamayacağı dertleri ile hemhal. Yaşanmaz bir hayat.

“Çok yanılmışım,” diye söze başladı. “Hiç kötü düşünmedim onun hakkında,” dedi. Kimdi o? Söylemedi. “İz sürer bulursunuz,” kaydını da düşerek alametlerini bile vermedi. Sadece derdini paylaştı.

ARALIK 2013

Dershanelerin kapanması tartışmaları, herkesin bildiği gibi başlangıçta belki de çoklarının hayal dahi edemediği noktalara doğru kaydı.

Hocaefendi üzgün. Gece-gündüz sırtından hançerleniyormuş gibi sanki. Bir his değil bu, kendi ifadesi. “Birisi Karun diyor, birisi dış dünyanın oyuncağı. Hançer yiyorum gece-gündüz.”

Gün boyu oradaydım. Saymadım ama sanırım on defa tansiyonuna bakılmıştır doktorlar tarafından. Keşke birisi çaktırmadan yüzüne zoom ederek fotoğrafını çekse ve görseniz üzüntünün yüze yansıyan şeklini. Gözlerinin altında ağlamaktan kaynaklanan ve adeta torba olmuş aşağıya doğru sarkan şişkinlikleri.

“Böyle hadiseler karşısındaki duyduğum üzüntüyü benim hissiyatıma sahip olmayan anlayamaz. Annem-babam, dedem-ninem ve kardeşlerim bir anda ölseler bu kadar üzüntü duymazdım. Keşke ölsem..”

Gözleri derinlere daldıkça dalıyor. Yetmiyor, bu derinliklerin daha da derinine inmeye çalışıyor. Uzun Ramazan günlerinde şeker rahatsızlığının etkisiyle herkesi buğulu görmesi gibi, şimdi de herkesi buğulu gördüğüne adım gibi eminim.

“ALLAH BİZİ CEZALANDIRIYOR”

20 Aralık 2013 Cuma.

İkindi namazı sonrası sohbet için koltuğa oturup çayını yudumlarken etrafa dolu dolu gözlerle bakıyordu Hocaefendi. Kim var kim yok diye mi? Etrafı kontrol eden benzeri bakışları olmuştur ama bu defaki öyle değildi. Yaşanan hadiselerin insanlardaki aksini görebilme. Göreceği bir hüzün emaresi ile “demek ki yalnız değilmişim” deyip teselli olma. Evet, bakış böylesi bir bakıştı.

Sohbet başladı. Bir yere kadar gayet sakindi. Sakin sakin yürürken birden bire koşmaya başlayan insanın nabız atışlarının yükselmesi gibi nabızlarımız yükselmeye başladı. Âteşîn hali, ses tonu, o tona yansıyan heyecanla salon farklı bir atmosfete büründü. Not aldığım defteri ve kalemi bir kenara bıraktığımı hatırlıyorum.

Nihayet heyecan zirve yaptı ve ayağa kalktığında o cümleler ardı ardına sökün etmeye başladı “Dememiştim demeden edemedim” dediği cümleler. "...eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar, kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum... Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar... Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin."

Herkesin şaşırdığını zannediyorum. İlk başlarda amin seslerinin azlığı bu şaşkınlığın izi ve emaresi.

OCAK 2014-

Kahvaltı yaptı. İçeri girdik. Yavuz Sultan Selim’den bir beyit okudu önce. “Kaç tane veliyi üst üste koysanız bir Yavuz etmez. Hadiseleri çok iyi okuyan, tehlikeleri çok önceden sezen, Allah ile irtibatı kavi ender-i nâdirattan bir insan. Şöyle de diyebilirim; bir insanın kadrini kıymetini bir yaptıklarından bir de düşmanlarından hareketle takdir edebilirsiniz.”

Geçip de bir önce bitsin istediğimiz süreçle alakalıydı söylenen bu sözlerin hepsi de. O ortamda misafireten bulunan bir kaç kişinin varlığı da buna zemin teşkil etmişti. Bunlardan bir tanesi bizim literatürümüze 28 Şubat soğuğu, 99 Haziran fırtınası şeklinde geçen o ifritten günlerde elinde kalemi ile destanlık mücadele veren bir dosttu. Saygı ve hürmette hiç kusur etmeksizin karşılıklı musahabeler oldu. “O süreçte şunu yapmıştık, böyle davranmıştık” cümleleri duyuldu hatıralar tazelenirken.

Sonra bu musahabeler muhasebelere dönüştü. “Kim bilir belki de o saffeti kaybettiğimiz için Allah bizi cezalandırıyor” dedi sözün akışı içinde. “Hata bizdeyse tevbe edip bu süreçten sıyrılmak çok önemlidir.” Ama hemen ardından bir başka hayati uyarıda bulundu; “İlla tevbe edeceğiz diye de suni hatalar icad etmeyin.”

Asiye Güldoğan

[email protected]

twitter: @ AsiyeGuldogan

Odatv.com

fethullah gülen asiye güldoğan arşiv