Fazıl Say'dan gelen kargo

Dün sabah saat on sularında kapı çalındı. Bir delikanlı, elinde kargo zarfıyla karşımda duruyordu. Adımı sordu, “evet” dedim. Kargoyu uzatmadan önce...

Dün sabah saat on sularında kapı çalındı. Bir delikanlı, elinde kargo zarfıyla karşımda duruyordu. Adımı sordu, “evet” dedim. Kargoyu uzatmadan önce bir kez daha ismimin olduğu listeye baktı, kargonun üzerindeki ismi kontrol etti ve uzattı. Tam uzattığı kargo zarfını alacaktım, bırakmadığını gördüm.

“Kimden geldiğini biliyor musunuz,” diye sordu.

İlgimi çekmişti. İki omzumu yukarı kaldırıp, “nereden bilebilirim ki,” türünden bir işaret yaptım.

Fazıl Say’dan,” dedi gizemli bir sesle. “Size göndermiş... Çok heyecan verici.”

Karşımda yirmili yaşlarda bir delikanlı duruyordu ve bana Fazıl Say’ın gönderdiği kargoyu altın tabakta sunar havasındaydı. Yani diyordu ki, “bu adam Fazıl Say... İyi de sen kimsin? Sana gönderdiğine göre, sen de önemli bir adam olmalısın. Adına bakıyorum, bana hiçbir şey hatırlatmıyor.”

“Fazıl Say’ı tanıyor musunuz,” diye sordum. Şaşkınlığım geçmişti artık.

İki ayağının üzerinde yaylanır gibi yapıp, elindeki kalemi bana uzattı: “Şurayı imzalayacaksınız.”

“Fazıl Say’ı tanıyor musunuz,” diye tekrarladım sorumu.

“Elbette,” diye gülümsedi. “Fazıl Say’ı kim tanımaz. Arkadaşlarımla ben hayranıyız onun.”

“Kimin?” Sorduğum sorunun ne kadar aptalca olduğunu ancak sorunca anladım, ama geri almak için çok geçti. Şaşkınlıktan sormuştum.

“Onun Türk Marşı’nı dinlemeye doyamıyoruz.”

“Türk Marşı onun değil.”

“Biliyorum, Mozart’ın, ama o çok iyi yorumluyor.”

Gerçeküstü bir dünyadayım sandım. Bana kargoyu getiren bir delikanlı ile, değme kahvelerde yapamayacağım tuhaf bir sohbete tutuşmuştum. Kargo zarfını alıp, hemen oracıkta açtım.

“Ben de merak ediyordum,” dedi delikanlı. “Hangi eserini göndermiş size. Kesin İlk Şarkılar CD’sidir. Çok başarılı.”

“Onu daha önce göndermişti,” dedim. “Bu başka olmalı. Ama eğer unutup bir daha göndermişse, söz size vereceğim.”

“Ben aldım,” dedi. “Hem gönderdiyse bile size imzalı göndermiştir. Almam doğru olmaz.”

“Bir kahve içer misin,” diye sordum. Şaşkınlığım tamamen geçmişti.

“Hayır,” dedi. “Daha bir yığın koli var teslim etmem gereken, ama gördüğüm kadarıyla en şanslısı sizsiniz.”

Döndü ve başka da bir şey söylemeden merdivenlerden inip kayboldu.

Ne adını sorabildim, ne müzikle bu kadar ilgili olmasının nedenini ne de başka bir şey. Uzaydan bir yerden kopup gelmişti sanki, beni şaşırtıp gitmişti. Elimde Fazıl Say’dan gelmiş bir kargo olmasa inanmayacaktım.

Müziğin ne kadar etkili olduğunu düşündüm. Müzik dinleme eşiğinin Gezi Direnişi çocuklarıyla birlikte yükseldiğini umdum.

Bir zamanlar kültür bakanlarından birine basın müşavirliği yaparken, uçağa binişte silahla yakalandığı aklıma geldi. Doğan Hızlan yazmıştı o sıra, “Biz de kültür bakanının valizinden CD’ler ve kitaplar çıkar diye bekliyorduk, çıka çıka silah çıktı,” diye.

Fazıl Say’ın gönderdiği CD elbette önemliydi, ama onu burada anlatıp da müzik konusunda ahkam kesmeye kalkmamın hiçbir anlamı yok. Burada müthiş etkileyici olan, Fazıl Say ve müziğinin nerelere kadar ulaştığı ve insanları kucakladığı. Yıllardır yapılmak istenen, sanki “orantısız zeka” kullanan bu çocuklarda vücut buluyor. “Fazıl Say’ı anladık da” diyor kirpi saçlı delikanlı gözleriyle yan yan bakıp, “sen kimsin?”

Hani arada bir gözünüzü kaparsınız ve nerede olduğunuzu düşünürsünüz ya, zaman zaman da umutsuzluğa ve yılgınlığa kapılırsınız ya... Böyle anların bir de tam tersi olduğu anlar da oluyormuş. O an gözlerinizi kaparsınız yine ve binlerle, milyonlarla çoğaldığınızı hissedersiniz. Yalnız olmadığınızı, yalnızlığınızı sizden çalan bir yığın dostunuz, gücünüz, sanatınız, orantısız zekalarınız olduğunu fark edersiniz.

İşte o an böyle bir andı.

Sırtı bana dönük, orkestrayı oradan buraya çılgınca savuran, arada göz ucuyla da Fazıl Say’ı kontrol edip, “çok güzel evladım,” diyen bir Gürer Aykal düşer aklınıza, bir Suna Kan, Gülsin Onay, Ayla Erduran, Ayşegül Sarıca, Gülören-Doğan Cangal ve daha sayamadığım onlarcası...

Bunlar işte yozlaşmış meclis muhabbetinden, kulis kepazeliklerinden, bıkkınlık veren telefon dinlemelerinden, “kandırmışlar bizi” feryatlarından, uçan tekmelerden ve daha binlerce pisliklerden bizi bir parça olsun uzaklaştıran ve daha da önemlisi yalnız olmadığımızı hissettirenler. Yaşar Kemal’in kalın sesi, Zülfü Livaneli’nin dinginliği, Rahmi Saltuk’un heyecanı, Ayla Erduran’ın tüm içtenliğiyle, a harfine hiç vurgu yapmadan “abicim” demesi... Yazacak ve söyleyecek o kadar çok şey var ki.

Ataol Behramoğlu’nun, “yıllar sonra hoşgeldin Mümtaz,” demesi kafamı kütüphaneye nasıl toslatıyorsa, “Öyle bir Van Gogh yaz ki, Hollanda’da yok satsın,” diyen Çetin Altan elimden kalemi düşürüyorsa, “şimdi Hattuşa’da olmak vardı anasını satayım,” diyorsa eğer Hıncal Uluç, “Kim bu kadar adamı podyuma çıkardı, tanımalıyım,” diyorsa Muammer Sun...

Ve bunlar size sizin yalnız olmadığınızı hatırlatıyorsa her daim...

İyi ki varsınız.

İyi ki varsın Fazıl Say.

Teşekkürlerimle,

Mümtaz İdil

Odatv.com

fazıl say Kargo arşiv