Eski Genelkurmay Başkanı’nın o programda işi ne

Nihat Genç yazdı

BİR

Filozofunuz yazısına başlıyor, beyin üzerine moda olan kitaplar serisini bitirecek nihayet bilimsel bir beyin kitabı: ‘Beyin Yalanları ve Gerçek Bilim’ kitabı bugünlerde yaşadığımız ‘beyin’ çılgınlığını anlatan aydınlatıcı bir kitap.

Önce popüler bir çok beyin efsanesini yıkıyor: beynin yüzde 10’ununu kullanıyoruz yalanını, kadın ve erkek beyinleri farklıdır yalanını, sol beyin rasyonel sağ beyin yaratıcı yalanını, beyindeki tanrı hücresi, ve bir çok yalanı.

Bu kadar yalan uydurma efsane neden ortaya döküldü, beyin görüntüleme teknikleri geliştikten sonra, şöyle, beynin oksijen giren kan akışı hızlı bölgelerindeki aktiviteyi ölçerek beynin o an ne düşündüğünü tahmin edebiliyorsunuz, mu?

Beyni görüntüleyen yeni teknolojilerin hızla gelişmesiyle bir nevi insanlık ‘beyin’ çağına girdi.

An itibariyle çağımız beyin merkezli bir kültürün içinde.

Beyin jimnastikleri terapiler artık piyasa olmuş. Beynimizi artık bilgisayara benzetiyoruz. Başarılı insanları artık ‘çok işlek beyni var’ diye övüyoruz. Satranç ustalarını çoktandır çağın dehaları olarak görüyoruz.

Hepimiz beynimizin içinde neler oluyor öğrenmek ve kullanmak yarışındayız. Beyin fırtınası. Beyin yıkama. İnsanlık artık neredeyse her cümlede ‘beyin’ kelimesini kullanıyor.

Beynin içine girme önce ruh hastalıklarıyla psikolojide başladı, çok geçmeden beyin görüntüleme ve cerrahisiyle ruh hastalığının aslında olmadığı beynin belli bölgelerindeki hasarlar yüzünden ‘bozukluk’ olduğunu teşhis ettik ve psikolojik hastalıkları beyin kimyasıyla açıklamaya başladık.

BEYİN’E VERİLEN BU TANRISAL GÜÇ BİR YÜZYIL ÖNCESİNE KADAR ‘KALB’E VERİLİYORDU

Uygarlığımız artık olup biten her şeye davranışlarımıza uzaya duygularımıza yediklerimize ilişkilerimize her şeye ‘beyin’den bakıyor, sinema, bilim, sanat, her gün bize ‘beyin’den yeni haberler getiriyor, hayatımızda olup biten her şeyi artık ‘beyinle’ açıklıyoruz, şu kadar uyku beyne iyi gelir, şunları yemek beyne iyi gelir, şunları dinlemek beyne faydalıdır, hatta en popüler olanı cinsellik beyindeki salgılar bölgeler kimyasallarla açıklanıyor. Ve hatta ajanlık da çoktan beyine girdi, uzaktan kumandayla beyne giriliyor.

Beş altı yıldır gençlerin pek sevdiği Black Mirror dizisi her bölümde farklı bir senaryo, ancak hepsi cep telefonları gibi gelişen yeni teknolojilerle fütürist (tahmin edilen varsayılan gelecek) filmleri çekiyor.

Kuşak farkı bu olmalı Black Mirror filmlerini hiç sevmedim, sadece bu dizide değil ‘beynin’ içine girilen filmler artık bütün sinemalarda…

Konuşma dilinden ürün pazarlamaya inançtan bilime sinemaya artık ‘beyin’ her yerde ‘başrollerde’, sosyolojiyi bilimi siyaset bilimini artık her şeyi ‘beyinle’ açıklamayan tek kişi kaldı mı aramızda!

Oysa bugün beyin’e verilen bu tanrısal güç bir yüzyıl öncesine kadar ‘kalb’e veriliyordu, asırlar boyu kalp bugünkü ‘beyin’ yerine kullanılıyordu. Hatta kalbin beyin olduğuna inanılıyordu.

Bir yüzyıl öncesi bugün işlek beyinli çok zeki diye övdüğümüz insanları ‘kalbi temiz’ diye övüyorduk.

Bugün beyni keşfediyoruz oysa düne kadar kalbi keşifler ön plandaydı, bugün Black Mirror gibi dizilerle dünümüze geleceğimize belleğimize hatıralarımıza giriyor bir düğmeye basarak değiştiriyor ya da sıfırlıyor siliyoruz, dün aynı şeyi rüyalarımızla yapıyorduk.

Bugün beynin keşifleriyle bir sürü sinema senaryoları yazıyoruz ancak düne kadar rüyalarla kalbi keşifleri anlatıyorduk, dönün tarihin büyük masallarına hikayelerine bakın, on binlerce yıl insanlık rüyalarını hikayelere masallara taşıdı, rüyalarında devlerle savaştı rüyalarında olmadık maceralara girdiler rüyalarında bir anda ülkeden ülkeye uçtular.

İşte Bin bir Gece Masalları, birbiri içine girmiş birbirinden doğan zincir hikayeler hepsi rüyaların diliyle anlatılmış, bir gün Bağdat’dasın sabah Kahire’desin… Bir karanlık kuyudasın ertesi gün ışınlanmış gibi Mısır’dasın.

Kısaca, bugün Bilack Miror dizisi teknolojinin ve beynin gelişimiyle ne tür hikayeler anlatıyorsa dün de Bin bir Gece gibi masallar ‘rüyayla’ aynı hikayeleri anlatıyordu, dün bugün yarın ortadan kalkıyor zaman dışı bir yerde hikayeler akıp gidiyor, biri sıfırlanıyor bitiyor siliniyor yenisi başlıyor.

Rüyalarla gerçek birbirine karışıyordu.

Dün kalple ve kalpte neyi arıyorsak bugün beyinle ve beyinde aynı şeyi arıyoruz, rüyalar masallar teknoloji değişti, dün kalpte aradığımız dürüstlük cesaret temizlik arkadaşlık iyi insan’ı bugün beyinde arıyoruz.

Black Mirror ve benzeri artık gerçek olmuş bilim kurgu filmlerinde hala beyindeki kalbi arıyoruz.

TANRISAL İKTİDAR (KADER) ‘TEKNOLOJİ’YE TESLİM EDİLDİ

Beyin cerrahisi beyin görüntüleme istediği kadar gelişsin yeni teknolojik gelişmelerle istediğiniz kadar uçuk kaçık ürkütücü hipnoz telkin filmleri çekilsin, kalbin yeri değişmez.

Kalbi görüntülemenin sözden yazıdan şiirden sanattan iyi insan olmaktan başka yolu yok.

Unutmayalım, dünkü rüya ve masallarla bugünkü teknolojik bilim kurgu filmleri arasındaki en büyük benzerlik şudur, dün bütün iktidar ‘kaderin’ elindeydi bugün bu tanrısal iktidar (kader) ‘teknoloji’ye teslim edildi.

Dün kaderin rüzgarında sürükleniyorduk bugün teknolojik yeniliklerin hızıyla sürükleniyoruz, kader ya da teknolojik yenilikler, filozofunuz ikisinin de aynı iktidar olduğunu söylüyor.

Dün rüyalarımızda masallarımızda yaşadığımız ürkütücü maceraları ve korkuyu bugün teknolojik yeniliklerle (aynı korkuyu) kaldığımız yerden sürdürdüğümüzü söylüyorum.

Dün ‘kader’le insanlığın elinden neyi hangi iradesini almak istiyorlarsa bugünün de efendisi teknolojik yenilikler de insanlığın elinden yine o iradeyi almak istiyor.

Bugün çok ciddi bilim adamları dahi dünyayı iletişim teknolojisine hakim bir avuç elitin yönettiğini-yöneteceğini öngörüyor, dün de öyleydi. Bir avuç evliyanın azizin kırklar, yediler manevi alemlerden dünyayı yönettiği söyleniyordu, değişen bir şey yok.

BİR TERÖR ÖRGÜTÜ LİDERİ ÖNCE NERDEYSE PEYGAMBER İLAN EDİLDİ

İKİ

On beş yılını doldurmakta olan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP politikalarının formülleri çözülmesi ve çok daha önceden teorize edilmeleri gerekirdi.

Kötü yanlış felaket uçurum bittik mahvolduk demekten nefes alıp kendimize gelemiyoruz.

Oysa AKP’nin ve Erdoğan’ın iç ve dış politik hamlelerinin başlangıç ve sonuçlarını gözden geçirdiğimizde hep aynı git-gel’leri görüyoruz, kısır döngü deyip geçelim mi, aydınların ihaneti, dış mihrakların komploları lafları yeterli mi, değil.

Politik hamlelerin bu kadar benzerliği bir siyasal davranış (iyi kötü demeden) bir yeni siyaset politikası olarak çoktan kavramsallaştırıp siyaset tarihine mal edilmeliydi, başlayalım.

Önce şu Annan Planı. Tayyip Bey olmayacak duaya amin dedi ve hain yakıştırmalarını göze alarak nerdeyse Yunan tarafı tezlerini destekledi, Türkiye kamuoyu korkudan öldük, sonunda Annan Planı rededildi ve Tayyip Erdoğan Yunanlılar’a ve AB’ye karşı ‘bakın biz elimizden geleni yaptık ama siz yapmadınız’ kozunu ele geçirdi.

Bu Annan Planı’ndaki politik hamlesi devamındaki bütün siyasi hamlelerinde aynı şekilde sonuçlandı.

İki, FETÖ’de de aynı ‘süreç’ aynı hamlelerle işledi, FETÖ’nün Amerikan tezgahı olduğunu bile bile ülkenin ordusundan hukukuna kadar her yeri FETÖ’cüler’e açıldı, ‘daha ne istediler de vermedik’ denildi, ve büyük felaketlerden sonra, Tayyip bey FETÖ’nün nihayet karşısına geçti.

Bir, Annan Planı, İki, FETÖ, başlangıç ve sonuç, alınan tavırlar şok edici ters dönüş, aynı.

Üç, Açılım. Sonuna kadar kucaklanıp gidildi, bir terör örgütü lideri önce nerdeyse peygamber ilan edildi, Türkiye kamuoyunun ödü koptu, bölünüyoruz korkusuyla ülke yıkıldı yıkılıyor, derken, hendek savaşı başladı, Tayyip Bey açılım’ın karşısına geçti herkesten çok dün kucaklaştığı HDP’nin düşmanı oluverdi.

Bir, Annan Planı, İki, FETÖ, Üç, Açılım, aynı başlangıç aynı sonuç.

Dört. Tayyip bey, Suriye ve Esat’la mutlu günler yaşıyor, ortak bakanlar kurulu toplantıları dahi gündemde, kucaklaşma sarılma cicim ayları, ve birden Esat’a düşman oluyor, savaş başlatıyor.

Bir, Annan Planı, İki, FETÖ, Üç, Açılım, Dört, Suriye politikası, aynı siyasi hamleler aynı ters dönüş.

Beş, Amerika’yla dost müttefik ve hatta BOP başkanlığı ve sonuç, aynı hamleleri görüyoruz, önce Amerika’nın kucağı sonra felaket bir düşmanlık.

BU “YAP-BOZ”UN BİR ADI OLMALI

Önce seviş sonra savaş, politikaları hızla sürüyor, önce liberallerle sevişiyor, sonra düşmanlaştırıp dışlıyor.

Aynı, önce seviş sonra savaş politikası, AB’yle, kapılar sonuna kadar açılıyor, sonra AB’yle savaşa başlanıyor.

Aynı, önce seviş sonra savaş politikası, Barzani’yle devam ediyor.

Ve Abdullah Gül, önce baş tacı ediliyor, sonra düşman.

Ve Davutoğlu, önce sevgili, sonra düşman.

Ve çok sonra önce aşağılayıp savaştığı MHP’yle ‘sevişme’ dönemi.

Bu git-geller’in bu hızla tersine dönen politik hamlelerin bir siyasi adı olmalı.

Önce karşısındakilere sonuna kadar kapıları açan bir güven, sonra hüsran ölümcül bir düşmanlık.

Deneme-yanılma mı, test edip anlama mı, ülke ve dünya gerçeklerine kendi tecrübesinden yola çıkarak yön verme mi, savrulmalı mı, beceriksizlik mi?

Çok şey söylenebilir, ama, bu hızlı dönüşümleri adlandıracak siyasal bir kavrama ihtiyacımız var.

Dostluktan düşmanlığa ya da düşmanlıktan dostluğa bütün politik hamlelerinde bu kadar benzerlik bu kadar hızlı ters düz oluşun siyaset tarihinde bir yeri adı kavramı olmalı.

Delilik cehalet öngörüsüzlük ne derseniz deyin ancak hiçbir sert eleştiri bu kadar sert dönüşleri açıklayamıyor ve hala büyük bir kesimin oy desteğiyle ayakta kalıyor.

Dünya tarihinde bu kadar çok ‘yap-boz’a rağmen iktidarını sürdürmüş bir siyaset hatırlayanınız var mı?

Türkiye ve dünyaya ağır ve belirsiz sonuçları olan bu kadar çok yanlışın yap-boz’un bir anlamı olmalı.

Türkiye ve Dünya bilemediği öngöremediği kadar büyük bir siyasal dönüşümün içinden geçiyor. Türkiye ve dünyayı bambaşka bir yöne savuracak savaşların içinden geçiyoruz.

Fatih’in İstanbul’u almasıyla Fransız ihtilaliyle ya da sanayi çağıyla ya da Berlin Duvarı’nın çökmesiyle tamamen dönüşen yepyeni bir çağ gibi, dünya siyasetleri kültürleri ittifakları evrensel kurumlarıyla bambaşka bir yöne şekle giriyor.

İttifaklar müttefikler sınırlar anlaşmalar kökünden sıfırlanıyor, AB, ABD, Birleşmiş Milletler, Doğu’nun Batı’nın ve şu anda dünyaya hükmeden bütün kurumların anlamlarını kaybettiği bir büyük boşluk’un bir ‘ara dönem’in ya da yepyeni bir başlangıç’ın içindeyiz.

Ama neredeyiz, bilemiyoruz, bir benzetmeye zorlanırsak, I. ve II. Dünya Savaşı’nın ya öncesi ya da sonrası gibi bir yer…

Ne söylersek söyleyeyim bu kadar yap-boz’un bu kadar dağılma ve bozulmanın hızlandığı bu günlerin sert siyasetlerini açıklamaya yetmiyor.

Fırtına mı geliyor yeni bir dünya mı kuruluyor, öngöremeyecek anlayamayacak kadar sert karanlık günlerde yaşıyoruz.

Işık olmadan resim çekilmez, fotoğrafçılar ışıkla çalışır, şöyle, tabiatın dünyanın bir ışığı vardır nesnelere vurur ve parlatır, siz de görürsünüz ağacı dağları objeleri…

Bir de ‘aydınların’ ışığı vardır, onlar karanlıkta da görür, onların ışığı güneşten gelmez, onların ışığı gözbebeklerinden çıkar, baktıkları nesneleri kendi gözleri kendi bakışlarıyla aydınlatıp hepimizin görmesini sağlarlar.

Aydın gözü bilimin ışığı, aramızda yok.

MEDYA, TÜRK ORDUSU’NUN ELİNDEKİ O SAVAŞ SİLAHLARINDAN DAHA ETKİLİ BİR SAVAŞ SİLAHIDIR

Üç

İlker Başbuğ iki yüz elli yıl ceza aldığında ertesi gün köşesinde (FETÖ’cü) hakimleri kutluyorum alkışlıyorum diyen Taha Akyol’un programına çıkıyor.

Utanç verici.

Ne işiniz var FETÖ’cü hain cellatlarınızı alkışlayan Taha Akyol’un programında.

Demek ki dostluktan düşmanlığa düşmanlıktan dostluğa bu sert dönüşler… Omurgasızlık, günümüzde moda olmuş.

Sayın İlkel Başbuğ, emekli bir asker olarak bilmeyebilirsiniz, iletişimin ilk derslerindendir, ne söylediğinizden daha çok nerede söylediğiniz önemlidir.

Türk Ordusu bir Amerikan tezgahıyla bu kadar kolay nasıl tasfiye edildi, çünkü, o saate kadar Türk Ordusu medyanın kucağından konuşuyordu, yaz bildiriyi yolla yayınlasınlar, aç telefon manşet çeksinler…

Ve medya bir günde altınızdan çekildi cıscıpıldak ortada kodeslerde kaldınız. Medya altınızdan çekilince Türk Ordusu’nun onurunu hukukunu koruyacak tek bir kanal kalmadı. Bu ne anlama gelir, medya, Türk Ordusu’nun elindeki o savaş silahlarından daha etkili bir savaş silahıdır. Ve bir tek bu medya silahını altınızdan çektiklerinde Türk Ordusu sahipsiz silahsız savunmasız kaldı.

O halde, bir komutan önce şu soruyu sormalı, bu medya silahını, bugün kim tutuyor, kime karşı tutuyor?

Ve ben ‘kimin’, ‘kimlerin’ ‘hangi güçlerin’ silah namlusuna oturmuş ahkam kesiyorum.

Dün Türk Ordusu’nu vurdular bugün dönüp FETÖ’yü vurmaya başladılar, bu çok başlı silahı kim kontrol ediyor ve yarın bu silah başka kimleri vuracak, bir komutan, önce bu silahı tutanları yani düşmanı tanımalı!

Nihat Genç

Odatv.com

genelkurmay başkanı ilker başbuğ arşiv