Erdoğan 21 yıl önce kendisini böyle savunmuştu

Müyesser Yıldız yazdı

Son aylarda demokrasi ve hukuk açısından inanılmaz gelişmeler yaşadık, yaşıyoruz.

“Kamu yararı” ya da “Ülkenin bekası” adına hak ve özgürlüklerin alabildiğine kısıtlanması... Her muhalif görüşün, “Terörist söylem” sayılması... Havaalanı inşaatında çalışan işçilerin haklarını aramasının bile “Terörist faaliyet” kapsamında görülmesi...

Cumhuriyet Savcısına, “Sen kim oluyorsun?” denmesi...

Fatih Portakal, Fox Tv'den sonra yaşı 70'leri geçmiş Metin Akpınar ve Müjdat Gezen'in hedefe konması...

Meclis'teki siyasi tartışmaların “Tak-Şak” şeklinde yargıya taşınıp, ağır tazminat ve ceza davalarına konu edilmesi gibi...

Ülkemizin karşı karşıya olduğu devasa sorunlar var. 31 Mart'tan sonra iyice ağırlaşacak olan bu sorunlara yenileri de eklenecek. Ancak bunları değil, mecburen demokrasi ve hukukumuzun gidişatını konuşuyoruz.

İKTİDAR YÜZDE KAÇ OY ALIRSA ALSIN TEMEL HAK VE HÜRİYETLERE DOKUNAMAZ

Gelin 21 yıl öncesine gidelim.

Birileri, ülkenin o günkü havasını şöyle tarif eder:

“Ülkenin mahkeme salonları kışlaya çevrilmiş, hakim ve savcılar vesayet altına girmişse, toplumun adalet duygusu iflah olmaz bir şekilde yaralanır ve bir daha da kolay kolay toparlanamaz. İşte 28 Şubat ve sonrasında Türkiye'nin yaşadığı travma budur. Toplum tam bir sindirilmişlik ve umutsuzluk içindedir. Hukukun postal giydiği bir ortamda, karanlığa küfretmektense, kalkıp bir mum yakmayı yeğledik.”

13 Aralık 1997'de yakılan o mum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde düzenlenen “Demokrasi Sempozyumu”dur. Açış konuşmasını Prof. Dr. Şerif Mardin yapar. Mümtazer Türköne, Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Ferhat Kentel, Etyen Mahçupyan, Doğu Ergil, Ali Bulaç gibi bilumum isimler de oradadır.

Kapanış konuşması için kürsüye gelen genç siyasetçi sözlerine, “Herşeyden önce söylemek isterim ki, demokrasi talebi vazgeçilmez bir insan hakkıdır” diyerek başlar. Uzun konuşmasının en can alıcı bölümleri şöyledir:

- Bu üstün hak, sadece talep edenin kendisi için değil, herkes için istemesinin ahlaki bir görev olmasını da beraberinde getirir.

- Devletin, hukukun üstünlüğünü dikkate almayan emredici vasfının ve herkesi bir potada eritici ideolojisinin olmaması gerekir. Fakat ülkemizin siyasi tecrübesinde, durum bunun tam zıddıdır. Devlet bir ideolojiye sahiptir ve sadece kendi ideolojisinden yana olanları güçlendirmektedir. İdeolojisine yandaş olmayanları dışlayarak, etkisiz kılmaya çalışmaktadır. Bunun tabii sonucu da siyasi istikrarsızlık, devletle toplum arasında yabancılaşma ve toplum kesimleri arasında derin bir kopukluk olmaktadır. Siyasi kültürümüzün uzlaşma yeteneğinden yoksun, sürekli çatışma üreten, toplumsal kamplaşmaları ve kutuplaşmaları tahrik eden özelliklere sahip olmasının sebebini de buralarda aramak gerekir.

- Bizim açımızdan farklılık bir zaaf ya da giderilmesi gereken bir rahatsızlık değildir. Farkılıkları ancak insana ve millete hürmet etmeyen totaliter rejimler yok etmeye çalışır. Farklılıkları yok etmek ya da toplumu tek tipleştirmek değil, farklılıkların kendilerini geliştirecekleri siyasi, sosyal ve kültürel yapıları güçlendirmek gerekmektedir. Bu da siyasi birliğimizi ve sosyal barışımızı güçlendirmenin yegane meşru, ahlaki ve gerçekçi yoludur.

- Demokratikleşmenin, bir toplumun ekmek ve su kadar ihtiyaç duyduğu hukukun üstünlüğü kavramıyla da doğrudan bir ilgisi vardır. Demokrasi toplum tarafından içselleştirilmez ve yöneten elitlerin bir programı olarak algılanırsa, bu durumda yöneten elitler, toplumdan bağımsız olarak tanımladıkları 'kamu yararı' kavramının arkasına sığınarak demokrasiyi sınırlarlar. Bu durumda devlet bir hukuk devleti olmaktan çıkar ve sadece kanun devletinden ibaret bir yetersizlik içine sıkışır kalır.

- İktidar seçim yoluyla değişirken, iktidara gelen parti yüzde kaç oy alırsa alsın, temel hak ve hürriyetlere dokunamaz. Çünkü temel hak ve hürriyetler hiçbir oylamaya tabi değildir. Hukukun garantisi altındadır.

DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİNİ ZEDELEYEN SİYASİ YAPILARIN KARŞISINDA OLMALIYIZ

- Ülkemizde demokrasinin yanlış anlaşılmasının sebeplerinden biri de 'vatan sevgisi' ile 'demokratik taleplerin' birbirine zıt şeylermiş gibi sunulmasıdır. Kuşkusuz böyle bir zıtlık iddiasında bulunanlar, gerçekte ne vatan sevgisiyle ne de demokratik hak ve hürriyetlerin lezzetiyle barışık değillerdir. Milletle ve milletin kayıtsız şartsız egemenlik hakkı ile barışık olanlar, vatan sevgisiyle, demokratik hak ve hürriyetler arasında bir zıtlık değil, tam tersine bir örtüşme olduğunu görürler. Ama bu incelikleri göremeyenler, demokrasiden bahsedenleri takiyye yapmakla suçlayarak, başka amaçların takipçisi gibi göstermeye çalışmaktadır.

- Bu meselede tavrımı açıkça ortaya koyuyorum ve diyorum ki, demokratik ideallerin ve mekanizmaların, demokratik olmayan amaçlara ulaşmak için kullanılması, hem ahlaki açıdan yanlıştır, hem de sahicilik iddiasında olan bir siyasi tavır için imkansızdır. Biz, ahlaki bir temele dayanan ve sahici olan bir siyaset takip ediyoruz. Demokrasimizi korumanın ve geliştirmenin ahlaki bir ödev olduğuna inanıyoruz ve son nefesimizi verinceye kadar bu ödevin öğrencisi olacağımızı söylüyoruz.

- Yargının bu kadar tartışılır hale gelmesi, hem son derece kaygı vericidir, hem de çok üzücüdür. Çünkü gerçek bir demokrasi için hukuk devleti elzemdir. Hiçbir 'kamu yararı', kesinlikle temel hak ve hürriyetlerden üstün olamaz. Hiçbir kanun, hukukun üstünlüğünü zedeleyemez. Demokrasinin olmadığı yerde cumhuriyet, hukuk devletinin olmadığı yerde kanunlar, insan haklarının olmadığı yerde kamu yararı olamaz. Bu durum millete hizmet eden meşru bir devletin değil, olsa olsa milleti ezen gayrımeşru bir devletin ifadesi olur. Bu anlamda demokratik hukuk devleti kavramını göz bebeğimiz gibi korumalı ve bunu zedeleyen hareketlerin ve siyasi yapıların karşısında olmalıyız.

Genç siyasetçi konuşmasını, “Geçici olumsuzluklara bakarak, umutsuzluklara kapılmamanızı temenni ediyorum. Bu ülkede bizler çok zor günler geçirdik. Ama hepsinin ardından güzel günler geldi. Aslolan karanlık değil, ışıktır. Ve insanoğlunun özgürlük aşkı, öyle karşısında herhangi bir şeyin kolay kolay direnemeyeceği kadar büyük bir aşktır” sözleriyle tamamlar.

DEMOKRASİ SADECE SEÇİM DEĞİL YARGI VE YARGIÇ BAĞIMSIZLIĞIDIR

O genç siyasetçinin yaşadığı başka bir olay ve bu süreçte söylediklerine geçelim.

Okuduğu bir şiir nedeniyle, “Halkı kin ve düşmanlığı tahrik” etmekten hakkında dava açıldığında, bu suçlama için, “Asla kendime yakıştıramadığım bir suç isnadı. Yüz kızartıcı bir suç işlemedim. Hain olmadım. Hırsızlık yapmadım. Sadece fikirlerimi açıkladım” der ve şöyle devam eder:

“Maalesef son zamanlarda yargı kararlarının üzerine siyasetin gölgesinin düştüğü şeklinde bir izlenim kamu vicdanını yaralamaktadır. Bu da göz bebeğimiz gibi korumamız gereken demokratik hukuk devleti ilkesini zedelemektedir. Ülkemizde demokrasi giderek bir seçim metoduna dönüştürülmektedir. Halbuki demokrasi sadece seçimlerden ibaret değildir. Aynı zamanda yargı ve yargıç bağımsızlığı demektir. Eğer bu iki bağımsızlık çiğnenirse, demokratik bir görüntü altında baskıcı bir düzen kurulmuş olur. Hukuk kişilere, zümrelere, kurumlara tabi olmayan evrensel bir değerdir. Hukuk ekmeğini arayan işçinin, özgürlüğünü talep eden öğrencinin, istikbalini arayan milletin ve güçlü bir devlet olmanın yegane güvencesidir. Ancak hukukun siyasallaştırılması ve yargının siyasete alet edilmesi demokrasiyi yaralar. Demokrasi, hukuksuz yaşayamaz. Özgürlüklerin teminatı olamaz. Hürriyetlerin kullanılmadığı bir demokrasi düşünülemez ve hürriyetler ancak hukuk yoluyla garanti altına alınabilir. Çünkü hukuksuz bir demokrasi, haksız bir demokrasidir.”

Cezası onandığında ise der ki;

- Yargının üzerine siyaset gölgesinin düştüğünü, uzun zamandan beri kapatılan partilerden, içeri tıkılan düşünce ve siyaset adamlarından, aydınlardan, gazetecilerden dolayı zaten biliyorduk. Yargının işleyişine adalet ilkelerinin değil, siyasetin egemen olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Adalet, gün gelecek yargıyı siyasallaştıranlara da lazım olacak.

- Siyasi rakiplerimiz, güç ve çıkar odakları seçim sandıklarında karşımızda duramayacaklarını iyiden iyiye anlamış olmalılar ki, böyle bir yola başvurdular. Ne yazık ki, hepimizin ihtiyacı olan hukuku kendi küçük ve çıkarcı düşüncelerine alet etmekte bir sakınca görmediler.

- Ülkemizdeki sıkıntıların sebebi, okunan bir şiir değildir, özgürlük talepleri değildir, düşünen ve konuşan insanlar değildir. Bunun sebebi, baskıcı ve totaliter anlayışlardır. Bunun sebebi, ülkenin maddi ve manevi değerlerini yağmalama isteğinden gözü dönmüş ve artık hiçbir hukuki ve insani sınır tanımayan mafyatik yapılanmalardır. Bu yol, yol değildir. Ülkemizi muz cumhuriyetlerinin bile gerisine sürüklemek istiyorlar.

- Şiiri suçluyoruz, düşünceyi dışlıyoruz, özgürlükleri askıya alıyoruz. Sonra da dünya insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda bizi neden beğenmiyor diye şikayet ediyoruz? Bu ülke 2000'li yıllara düşünceyi açıklamanın, şiir okumanın suç sayıldığı bir ülke görüntüsüyle girmemeliydi. Bu ülke, Cumhuriyetin 75. yılını bu anlamsız yasaklarla, baskılarla, tek tip insan yetiştirme gayretleriyle karşılamamalıydı.

Bu sözlerin sahibi genç siyasetçiyi tahmin etmişsinizdir.

Daha dün ana muhalefet partisi CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na yüzde 52.5 oyla seçildiğini hatırlatıp, “Bay Kemal, ben senin Cumhurbaşkanın olmaya meraklı değilim. Sen yüzde 52.6’nın içinde olmayabilirsin, o benim için önemli değil” diyen Erdoğan'dı.

Nereden nereye?..

Sadece demokrasi değil, hukuk da bir tramvaymış meğer!..

Müyesser Yıldız

Odatv.com

Erdoğan 21 yıl önce kendisini böyle savunmuştu - Resim : 1

fatih portakal cumhurbaşkanı erdoğan arşiv