EDEBİYATIN İKONCANLARI KİMLER

Yazdıkları okunmuyor ama satıyorlar

Bir zamanların toplumsal itici gücü olan edebiyat, artık bir eğlenceye dönüştü.
Bilgi birikimine dayalı edebiyat bırakıldı, gözleme dayalı bir tür oluşturuldu.
“Hayatımı yazsam roman olur,” komedisi farkında olmadan hayata geçti.
Emekli olup eve kapağı atanlar sanatın en kolay dalı olarak gördükleri şiir işine kalkıştılar. Öyle ki, “yazanların benden ne üstünlüğü var ki,” ipuçlarını elde ettikleri için, her türlü sanatsal eylemi yapabileceklerinden haklı olarak emin oldular.
Zaten piyasayı saran sanat ürünleri kendi beğenileri ile sınırlıydı ve kendi başlarına da üstesinden gelebilecekleri bir olaydı.
Henüz yeterince oturmamış Türkçe’yi istedikleri biçimde kullanabiliyorlar ve bunu yaparken de bunun bir “üslup” denemesi olduğunu bile öne sürebiliyorlardı.
Yazarlar böyle olunca, okurlar da böyle oldu.
Her okur, aynı zamanda bir yazarlık potansiyeli taşımaya başladı.
Edebiyatın toplumsal sorumluluğu gözardı edilmeye, belli kitleler için “günlük” özelliği taşıyan metinler yazılmaya başladı.
Yavaşça, ama “sindirerek” yapıldı bütün bunlar.
Sistem, yetişen yeni insanların siyasetle de, sanatın siyasi yönüyle de uğraşmasını istemiyordu. Tema aşk, hüzün ve benzeri duygusal düşünce ve eylemler olmalıydı.
Cumhuriyetin ilk dönem yazarlarına geri dönüşler başladı. Etkilenmeye dayalı, özentiden yola çıkan öyküler, romanlar yazılmaya başlandı. Yalnız başına insan, umarsızlık içinde çırpınan kitleler, kurtuluşu bilinmeyen güçlerde arayan yoksullar ve hiç tükenmeyen bir uydurma insan sevgisi ana temayı oluşturdu.
Birleşmek, birlikte hareket etmek, örgütlenmek gibi kavramlar ya hiç göz önüne alınmadı ya da bir şekilde hüsranla biten sonları çağrıştırdı.
Büyük biraderler hoşlanmıyordu çünkü.
Kitapları da onlar basıyor daha da önemlisi dağıtıyordu.
Dağıtımın en önemli unsur olduğunun farkına varıldı. Ardından reklamın.
1980 öncesinde kitap reklamları yapılmazdı. Kitap tanıtımları yapılırdı. Üstelik, ayakları yere basan kitap tanıtımlarıydı bunlar.
Sonra reklama ağırlık verildi. Albenili kapaklarla, büyük boy reklamlarla kitaplar pazarlanmaya başlandı. Reklam verilen gazete veya dergilerde de kitapların “tanıtımı” yapılmaya başlandı.
Öylesine uyduruk tanıtımlar, kitap tanıtımı olarak edebiyat tarihine geçti ki, bir romanın dilinin iyi olması, kurgusunun başarılı olması veya kahramanlarını birbirine dolandırmaması bile “övgüye” değer görüldü.
Oysa bir roman, bunlar sağlandıktan sonra başlıyordu.
Şiirde iş daha da hazinleşti. Kelimeler üzerine “aşırı” yüklenmeler, kelimelerin de kaldıramayacağı anlamları okura taşımaya başladı. Anlamsızlık, anlam çıkarmak üzere okurun bilmece çözmeye çalışmasına dönüştü. Fütürizmin kaba ve içeriksiz örnekleri yazı dünyasını sardı.
Edebiyat can çekişmeye başlamıştı aslında, ama vitrinlere bakıldığında en muhteşem dönemini yaşıyordu sanki. Satışlar, abartılı fiyatlara rağmen iyi gidiyordu.
Kitap fiyatlarının abartılı olmasından yakınan okurlar, gereksiz yere yayınevlerine kızıyor, korsan kitap satışlarının engellenmesini isteyen yazarlara burnundan soluyordu.
Oysa asıl kızılması gereken hükümetlerin kağıt politikasıydı, ama akla gelmiyordu.
Kimse düşünmüyordu işin siyasal ve kültürel yanını. Yazarlar, korsan kitaplar için bakanlıkları, başbakanlığı, Meclis yollarını aşındırıyordu.
“Ben çok okunan bir yazarım ve hayatımı bundan kazanıyorum,” diyordu Orhan Pamuk Kültür Bakanı İstemihan Talay’a, Ercan Karakaş’a, İç İşleri Bakanı’na, Plan Bütçe Komisyonu Başkanı’na.
Yanında Ahmet Altan, Murathan Mungan, Buket Uzuner ve diğerleriyle birlikte.
Korsan’ın önlenmesinin zorluğundan bahseden hükümet yetkililerine, kağıt fiyatlarının neden pahalı olduğu sorulmuyordu. Neden Seka’nın kapandığı ise akla bile gelmiyordu.
Satıştı önemli olan... Satış ve ondan gelecek para.
Çok satan olmak.
Amerikancasıyla “Best Seller” düzeyine ulaşmak.
Bu yüzden yaratılan edebiyat eserlerinin hırs, aşk, entrika ve özel yaşamlarla bezenmesi gerekiyordu.
Paris Düşerken, Durgun Don gibi eserler yazmanın anlamı yoktu artık.
Sartre gibi Uyanış, Tükeniş falan da gerekli değildi.
Albert Camus’nun “Yabancı”sı gibi bir romanın ucuz versiyonları gerekliydi.
Artık bir daha Gregor Samsa gibi, hamamböceği olarak uyanmanın olanaksızlığını bildiği halde yazarlar, ısrarla bir böcek gibi uyanıyorlardı.
Toplumsal hareketlerle ilgilenmek başa belaydı ve bunun ödülü de en kısa zamanda kendilerine sunulacaktı.
Öyle oldu.
Ne de olsa mazleme insandı ve başına gelenler tamamen kendi dışındaki gelişmelerden kaynaklanıyordu.
En büyük düşman yine insandı. Yalanlar, karşılıksız aşklar, umutsuzluklar, kazık yenen ortaklıklar ve bundan kurtuluş için verilen “erdemli” savaşlar edebiyatın konusu olmayı sürdürdü.
Bunu reddeden, insanlığın sorununun çözümünde yine insanın çabasının gerekliliğini savunan eserler yavaş yavaş piyasadan çekildi.
Koltuğunun altına yepyeni bir düşünceyi doldurduğu dosyasını sıkıştıran ve önüne gelen kapıyı çalan yazarlara kapılar hep kapalı tutuldu.
İşçi ve köylü edebiyatının en “vulgar” biçiminden örnekler, para verilerek yazdırıldı.
Okunamayacak türdeki karmaşık cümlelerden oluşan eserlere en büyük ödüller verildi ki, bu türün ortadan kalkması için en akıllıca yöntem buydu.
Nasılsa kimse “kral çıplak” demiyordu.
Bu yüzden de belki Orhan Pamuk’un ilk dört romanı haklı olarak çok satmışken, daha sonra yazdıkları hiç okunmaz hale geldi.
Bu yüzden de aynı yazar Türkiye’nin en çok satan, ama en az okunan yazarı oldu.
İki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş kültür sanata çok ağır darbeler indirdi, ama edebiyat bunların içinde en büyük payı alan sanat türü oldu.
Bir değirmen yaratıldı ve burada yazar yetiştirildi. Direnen değirmende kaldı, ekmek olmaya razı olan da piyasaya sürüldü.
Ama her ikisi de öğütüldü.

A.Mümtaz İDİL
[email protected]

Odatv.com

arşiv