Dostoyevski giyotinle idam edilen o kişiyi görünce ne yapmıştı

Semyanovski meydanına Çar I.Nikola’nın “Petraşevski hareketine katılanları” affeden mektubu ulaştığında, tüm mahkumlar gibi Fyodor Dostoyevski de...

Semyanovski meydanına Çar I.Nikola’nın “Petraşevski hareketine katılanları” affeden mektubu ulaştığında, tüm mahkumlar gibi Fyodor Dostoyevski de hayatının kurtulmasına seviniyordu, ama önünde ne zaman kurtulacağını bilemediği bir Sibirya sürgünü vardı.

Sıkıntı dünyanın en büyük belasıydı. Geleceği bilememek, başına neler geleceğini tahmin edememek Dostoyevski’yi çok endişelendiriyordu. Sibirya hayatının sonu da olabilirdi. Kendini geleceğin karanlığına hazırlamak zorundaydı. Petraşevski harekatına katıldığı için pişmanlık duymuyordu, ama yine de artık çok uzağında olduğunun da farkındaydı. Sosyalist bir hareketin içinde yer almış olmak ve bunun cezasını Sibirya’da çekmek ağırına gidiyodu. Herşeye rağmen idam cezasından kurtulmuş olması ona Tanrının bir lütfuydu. Yalnızca ona mı, tüm günahlarıyla Petraşevski de ölümden kurtulmuştu. Ne kadar adaletsiz bir dünyada yaşıyordu ve aynı kaderi kendisine idam yolunu açan adamla paylaşıyordu. Neden bu kadar adaletsizlik içindeydi dünya ve neden ilahi bir adalet bütün bu olanlara çeki düzen vermiyordu?

Durmaksızın tutsak edildiği hücrenin duvarlarına yazılar yazıyor, onları anlamlandırmaya, oradan bir şeyler çıkartmaya ve hayatını duvar üzerinde somutlamaya çalışıyordu. Duvardaki yazıya bir kez daha baktı. Eklemesi gereken bazı noktalar olduğunu düşündü, ama yazacak yer de kalmamıştı. Aklına yazması gerekiyordu bir sürü şeyi. Asla unutmayacaktı Semyanovski meydanında başına gelenleri ve asla geri dönüşü olmayacaktı.

Dizlerini rahatlatmak için ayağa kalkıp hücresinde dolanmaya başladı. Yan koğuşlardan birinde arkadaşlarından biri kalıyor olmalıydı. Duvara elindeki taşla vurup cevap bekledi, ama hiç ses yoktu. Mombelli, Grigoriyeviç, Petraşevski... Hiçbirinden ses yoktu. Bir anda dünyada bir başına olduğunu, yanında kimsenin bulunmadığını hissetti. Zaten yaşam yalnızlık değil miydi? Kimsenin bir başkası için yapabileceği bir şey yoktu. Tek başına gidecekti Sibirya’ya ve tek başına dönecekti. Bütün anılarını, sevgilerini, umutlarını arkasında bırakacak ve yeni umutlar için yaşayacaktı.

Herhalde sabah hareket edeceklerdi. Uzun bir yol vardı önünde, uzun ve zahmetli. Ardından gelecek günler daha da zahmetli olacaktı. Maden ocaklarında tozlu havayı soluyacak, gün boyu kazma sallayacak ve yatağa kendini zor atacaktı. Bütün bu karmaşa içinde kafasındaki romanları, yazıları planlamalıydı. Söz vermişti. Ölüme beş dakika kala, eğer yaşarsa bütün bu olumsuzlukları bir kenara bırakacak ve kendini yazmaya adayacaktı. Bunu yerine getirmesi için sağlıklı bir beyine sahip olması gerektiğinin farkındaydı. Yeniden ranzasının ucuna oturdu ve duvardaki yazıya baktı. Bu bir başlangıçtı. Asla sonu gelmeyecek bir başlangıç. Ölüm kendisine “dur” deyinceye kadar yazacak ve yazacaktı.



GİYOTİNE GÖTÜRÜLÜRKEN...

Ölümü bir kez, en çıplak haliyle Paris’te görmüştü. Bir idam mahkûmu giyotine götürülürken halk da peşinden bir karnavala gider gibi koşturuyordu. Bir insanın öldürülüşüne tanık olmak bu insanlar için eğlenceydi. Kabul edemediği bir zavallılıktı yaşananlar, ama kendini tutamamış o da kalabalığa uyarak giyotin sehpasının önüne kadar gitmişti.

Genç adamın kafası gövdesinden ayrılıp da yere düştüğünde Dostoyevski, açık gözlerin kendisine baktığını sandı. İrkildi. Oradan hemen kaçmak istedi, ama sanki büyülenmiş gibi öylece duruyordu. Adamın gözleri hala açıktı ve sanki gözbebekleri, çevresindeki insanlara lanet okumak ister gibi dönüp duruyordu.

Kusmak istedi. Böylesi bir vahşete tanık olduğu için kendisini hiç affetmeyecekti. Görmek istediği son şey, bir insanın çaresizce ölümüydü ve bunu hayatı boyunca unutmayacaktı. Biraz önce kendisi için de aynı koşullar geçerliydi. İdam mangasının önünde gözleri bağlı bir şekilde hayata veda edecekti. Gözlerini kimse görmeyecekti, ama emindi ki, açık olacak ve dünyayı son kez görmeye çalışacaktı. Göremeyecekti elbette, siyah bir bandın arkasındaki gözleri hep karanlığa bakacaktı.

Uyumaya çalıştı. Rüya görmek istiyordu. Uyumak ve sevdiklerini rüyasında görmek istiyordu. Ama uyuyamadı. Ölüm mangasının karşısından sağ salim çıkmış olması sinirlerini allak bullak etmişti. Uyumak bütün yol boyunca zaten başına gelecek en iyi şeydi. Dizlerini ovuşturdu, esnedi ve ranzanın üzerine sırt üstü uzandı. Tavan bir boşluktu ve uzayın derinliklerine kadar uzanıyordu. Karanlık ve ulaşılmazdı. Çok ama çok ilerlerde, yıllar sonra yazacağı roman kafasında belirdi: Şeytanlar... Goethe’nin, Marlowe'un Mephisto’su şimdi karşısında duruyor ve onunla alay ediyordu sanki. Kötülük her şeyin başıydı. İyilik diye bir şey yoktu, sadece kötülük vardı. Karşılığı asla iyilik olamazdı, tarih boyunca da olmamıştı. Kötülüğe olan tutku, iyi insan denilen şeyi de ortadan kaldırıyordu. İyi insan denilen yaratık sadece ve sadece aptalların bulunduğu bir güruhtu ve hiçbir işe de yaramıyordu.

Kötülük konusunu işlemeliydi. İyiliğin olmadığı bir dünyayı yazmalıydı. Her şey kötülük üzerine inşa edilmiş, her şey karanlıktan beslenir hale gelmişti. Bunun sonucunda da dünya üzerinde savaşlar, aldatmalar, hainlikler ve yolsuzluklar hep el üstünde tutulmuştu. Dünya birbirini kırıp geçirecek savaşlara hazırlanıyordu ve insanlar bunun farkında bile değillerdi.

Bu durumda insanlara doğru yolu göstermek olanağı yoktu. Bir tek Tanrı bu işi halledebilirdi, ama görünen o ki, Tanrının da başından aşkın işleri vardı.

İnsanlık yalnız ve çaresizdi. Bunu en iyi anlatacak olan bir “Budala” bulmalıydı. Sakin, umarsız, duyarsız ve kendi halinde. Asla iyi bir insan olmamalıydı yaratacağı kahraman, Verhovenski’nin düşüncelerinden etkilenmemiş, Lebedev’in yalakalığından da uzak durmuş bir kahramana ihtiyaç vardı. Onun için sevgi bir kadına değil, tüm insanlığa duyulan bir sevgi olmalıydı. Rogojin ile ilişkisi bir tutkuya dönüştüğünde, Dostoyevski müdahale etmeliydi. Toplum bunu asla kaldıramazdı.

Yaşam bir rulet masasındaki kırmızı ve siyah gibiydi. Daha kumarla tanışmamıştı, ama rüyalarında bile kırmızı ve siyah arasında gidip geliyordu. Kırmızıya gönül verdiğinde mutlaka karşısına siyah çıkıyordu: Siyah... Acımasız ve karanlık.

Mümtaz İdil

Odatv.com

dostoyevski giyotin arşiv