NİHAT GENÇ: DOĞRANMIŞ SOĞAN

1.Arkadaşlarımız için ‘tutukluğun devamına’ şokunu henüz atlatabilmiş değiliz. AKP ve Cemaatin ‘foyalarını’ ortaya çıkartan ya da çıkartma...

1.Arkadaşlarımız için ‘tutukluğun devamına’ şokunu henüz atlatabilmiş değiliz. AKP ve Cemaatin ‘foyalarını’ ortaya çıkartan ya da çıkartma potansiyeli görülen her yazar çizer sorgusuz sualsiz hukuksuz içeri tıkılıyor, tıkılacak, şans yok.

2. Bir iki TV’nin yenilenme ya da kurulması gibi çalışmalar var ve bana da konuşur musunuz teklifi var, inşallah olur, bekliyoruz.

3. Hergün medyanın bir köşesinde bir cehalet fışkırıyor, şimdi de bir yazar Gençliğe Hitabe’deki ‘asil kan’a takmış, ırkçılıkmış mış mış. Nazım Hikmet bir bebeği severken Karadeniz şivesi kullanıp ‘yesun seni nenesi’ der, şimdi ‘yeme’ kelimesi kurt gibi yeme anlamı mı taşır. Ya da ‘kurban olurum sana’ derken boynumuzu kütüğe koyup koyun gibi boyundan kesilmeyi mi kastederiz. Okuma yazma hatta köşe yazma aşamasına gelmiş insanlar bu ülkede en çok bilinen en temel kavramların ne anlamaya geldiğini neden bilmezden gelip habire çarpıtıyor. Asil kelimesi, Kurtuluş Savaşı’nda ‘yabancı tahakkümüne’ yani esarete karşı koymuş ve bin yıllar boyu kimseye boyun eğmemiş yani bağımsızlığına düşkün ‘anlamında’ kullanılır, ki Gençliği Hitabe’nin anafikri de ‘yabancı işgaline’ karşı uyanık tetikte olunması gerektiğini anlatır. Bu topraklara düşmanlık yapmak işte tam da bu ‘çarpıtmadır’. Doğrusu çarpıtma için kullanılan aletlerin bu denli ‘cehalet içinde olması’ insanın ağrına gidiyor.

4. CNN’de Dört Bir Taraf programının son bölümüne şöyle bir baktıktan sonra hakkaten Nagehan Alçı ve Nazlı Ilıcak’ı takdir edesim geldi. İnsanlık tarihinde eşine benzerine çok az rastlanır şekilde yüzlerce gazeteci ve yüzlerce mağdur masum insan hukuksuzca içerde, ve ekranda solcuyum özgürlükçüyüm diyen iki insan biri Altan Öymen diğeri Enver Aysever bu feci durumu dahi bu hanım yazarlara karşı savunamıyor. Nagehan Alçı ve Nazlı Ilıcak bu yüzlerce hukuksuz tutuklamayı hem ‘normal’ göstermeyi başarıyor, hem de tartışmayı mahkümların tuvalet penceresi büyüklüğü yasalara uygun mu havalandırma saatleri yeterli mi gibi top döndürüp milyonların önünde gargaraya getirebiliyorlar. Şimdi Altan Öymen ya da Enver Aysever şunu söyledik bunu söyledik diyecek, yok, kimseyi kandırmasınlar, bu denli haklı davalar karşısında bile iki kadın karşısında her akşam milyonlara rezil oluyorlar. Yüzlerce masum insan içeri tıkılmakla kalmamış bir de her akşam TV’de bu hanımlardan tekme tokat dayak yiyorsunuz, pes vallahi. Altan Öymen ve Enver Aysever, tarzı tavrı üslubu ne olursa olsun bu iki hanım karşısında bu denli haklı bu denli ortada aleni yargılamaları dahi neden savunamıyor? Bu sorunun cevabını aradığınızda medya yapılanmasını oluşturan liberal, demokrat, özgürlükçü vs. kavramların kaçakçılığıyla ekranlarda boy gösterenleri daha yakından tanıyacak ve İslamcılar’ın neden bu denli kolayca zalim bir diktatörlük inşa ettiğini daha derinden anlayacaksınız. Öff sıkıldım hadi yazımıza geçelim.

Anadolu’nun güneydeki en ucu Şırnak yoksul da Anadolu’nun en kuzey ucu Sinop zengin mi?
Karadeniz’in hala poyrazdan başka dostu yok. Çocuklarımız görsün isterim Bolu’dan Ilgaz’dan Kastamonu’dan Artvin’e kadar toprağına sıkıca dimdik tutunmuş tepelerden tepelere atlayarak bin km süren ladin ormanlarını.

Ilgaz Dağları’nın tepesinde arabadan inip her birine sarıla sarıla milyon yıllık hemşerilerimi Artvin’e kadar koklamak istiyorum. Ve tabii bir de araya girmiş casus ayrık otları gibi, elime orak balta alıp, Sinop, Trabzon Amerikan üslerinde ve Samsun Sahra Sıhhıye Askeri kışlasında dikimine ellili yıllarda başlanıp sonra kamu kurumu korularında çoğaltılan uzun iğneli bu toprağın asla malı olmayan Amerikan Çamları’nı da söke söke ilerlemek istiyorum.

Ladin Ormanları’na can veren Kuzey rüzgarlarıdır. En sert fırtınalarda dahi başınızı kaldırıp bakın, en tepesinde henüz açık yeşil serçe parmak kadar küçücük sürgün vermiş filiz dallarına.
Çatıları uçuran kayaları söken o deli rüzgarlarla boğuşan onlar değilmiş gibi hiç ‘kımıldamaz’.
Ladin ormanlarının toprağı koyu kırmızı bordo’dur, bir avuç dolusunu bir saksıya koyuver su da gübre de hatta tohum da istemez. Şu kavanozu bin dolara satılan Hazar Denizi balık havyarları gibidir. Aralıksız aylarca yağmur yağsın tek bir iğnesi zırnık zerresi yitip gitmez.

Son gidişlerimde bir bilim adamı arkadaşım bu dereler niye çamur akıyor deyince, eski bilgilerime güvenip yukarlarda yağmur fırtına varsa çamur akar, dedim, değil yanılmışım, yeni bilgilerimiz kayıtlara geçsin, HES’ler yüzünden dereler artık hep çamur rengi… Bir dere kenarına oturup seyredin çamur akıyorsa yukarda HES projesi var demektir.

Ki ladin ağacının özsuyu gibi dokusunu kabuğunu dik duruşunu ta granit kayaların içine tutkallayan reçinesi vardır, reçinesi ladinin kanıdır, bu derelerden şimdi çamur diye akmakta olan ladin ormanlarının sızım sızım kıpkırmızı kanayan yaralarıdır.

Coğrafyaların en sert rüzgarlarına rağmen o hiç kımıldamayan şey, ladinin en tepesindeki o filiz, ağacın ‘tacı’dır.

Tarihin ilk günlerinden beri bu topraklarda kaç imparatorluklar medeniyetler mahvolup kayboldu gitti, depremler felaketler peşi sıra denizleri dağlara yürüttü, dağları denizlere. Ama Karadeniz dağlarında ladinlerin saltanatına kimse dokunamadı.

Dert bir değil elvan elvan şimdi de HES belası, on yıl önceye kadar da Türkiye’nin en meşhur medya devlerinin de arasında bulunduğu Demirelli dönemlerin Orman Ürünleri Sanayii’nin Kastamonu’dan Artvin’e orman yağmalamalarını nasıl unuturuz.

Oysa en tepedeki en küçük filizi Sibirya’dan kopup gelen en sert rüzgarlara karşı dahi asla titremez, üşümez, oynamaz, sallanmazdı. Şimdi birkaç gözü dönmüş müteahhit elini kolunu sallaya sallaya oynuyor, milyon yıldır toprağını terk etmemiş Anadolu’nun milli bayrakları Ladinlerin taç sürgünleriyle.
En tepedeki minicik sürgünleri dahi kayadan toprağına tutunmuş kökü gibi sağlam tutunur yücelere. Hayatları ladinlerin yanı başında geçenler, bilmeden öğrenir, bu minicik sürgünlerden, tarihlerin en vahşi soğuklarına saldırılarına karşı en yüksek yerde dik durmayı.

Boks, güreş, dövüş, halter, traktör lastiklerini kaldırıyor, onlarca mermeri üst üste koyup bir vuruşta parçalıyorlar, ‘güç’ bu olsaydı ‘kudretin’ adı zalim olurdu. Betondan çelikten bir km’lik gökdelenler inşa ediyorlar, güç bu olsaydı ‘kudretin’ bir adı ‘canavar’ olurdu. Taştan en sert ağaçtan daha kuvvetli lastikler yapıyorlar, güç bu olsaydı, parası olanlar Allah olurdu. Değil, yeri göğü yaratan Allah, bereketini insan yapımı gökdelenlere çeliğe değil yünden yumuşacık toprağa, söyleyin neden verdi. Pirinç tanesinden de küçücük bir minicik gonca tomurcuk koskoca gezegenlerden daha eşsiz daha büyük söyleyin başka nasıl olurdu?

Gücü yeniden okuyun, güç, en zor en çaresiz anında, tohumunu filizini sürgününü gözünün içini, yeni doğmuş bebeğini, hayatın en zalimine karşı koruyabilmektir. Söyleyin hangi deprem tohumu yok edebilmiş düşünün hangi zalim diktatörlük kır çiçeklerini coğrafyadan kazıyabilmiş. Tabiatın gücü durmaksızın dişinin aşkla doğurganlık gücüdür. Tabiatı korumak adına setler bendler barajlar kanallar yapanlar hep aldandı. Tozdan da ince küçücük ‘tohumları’ serpenler, incecik fidanları dikenler, hep kazandı.

Yolsuz izsiz çıplak dağların başında bir minicik alnı kara bembeyaz kuzu gördüğünüzde söyleyin içinize tarifsiz bir sevinç neden dolar.

Bu kuzucuk, bu savunmasız güçsüz minnacık şey, kurdu çakalı karı soğuğu binbir felaket içinde her şeye rağmen ‘doğmuş’.

Her şeye rağmen kırlarında neşeyle koşuyor, hayatın gücü budur. O kuzucuk ya da ladinlerin taç sürgünleri, nasıl körelmiş unutmuşuz, gökdelenlerinizden şehirlerinizden fabrikalarınızdan daha sağlamdır, çünkü o tohumların müteahhiti ‘kudretten’dir. Bir çiçeğin yaprağına dokunun, hayatları ve dünyaları var eden kudret işte bunun içinde saklı, o halde, nedir borsaların müteahhitlerin siyasi iktidarların böbürlenmesi.

Boyabat’ın geçit vermez dağ başlarında, dondurucu soğuk, bir metre kar içinde, arabamız zınk diye kaldı.

Tarlaların içinde sayısı yirmi kadar kara keçi sürüsü gördük, bize doğru geliyor. Arkada, elinde bir çubuk, sekiz yaşlarındaki minicik bir kız çobanı. On yıl kadar önce böyle bir kara kız çocuğu ve değneği, omuzlarına düşmüş kirden odunlanmış örgü saçları, ve önündeki sürüsüyle Malatya dağlarında görmüş coşkuyla yazmıştım, bu ülkede hala yaşıyorsam hala tutuklanmadım hala başım dik direniyorsam, işte bu yüzdendir.

Soğuktan yüzü elleri kangren karası gibi… Biz kar soğuk arabadan dışarı çıkmaya korkuyoruz. Çoban kız, keçilerini katmış önüne, yüzümüze hiç bakmadan, karı yeni yeni eriyen havuzlaşmış tarlalar içinde, ayak bileklerine kadar bata çıka çekti gitti. Nasıl havalı, nasıl burnu büyük, nasıl kendinden emin, nasıl kimseye eyvallahı yok, nasıl işinin peşinde, kursağıma iri bir taş oturmuş gibi, kalbim boğuldu, nasıl kıskandım.

Keşke gitmeseydi keşke konuşabilseydim keşke sarılabilseydim keşke o küçücük çoban kızın önünde ağlayabilseydim, keşke orada zaman tarih durup türküler söyleseydik, hayatımın en büyük armağanı olurdu, elim bomboş çaresiz bir İsviçre kartpostalına bakar gibi bir yabancı gibi hayranlıkla kalakaldım.
Üstünde, pörsümüş Sümerbank işi pazen, kirli buruşuk etekleri çamurlu entarisinde ne ararsan var, Otuzlu yılların Nazillisine gidip bu pazen basma entarinin desenlerini renklerini çizen sanatçıyı bulmak heykelini dikmek istiyorum. Çiğ yeşil, cırtlak çivit mavisi, Hint İran şallarından armağan Mecusi sarısı, en son Osmanlı dilberi Nigarların feracesinde görülmüş mor menekşe, bindallılarda kalmış Bursa kadifesinin alev dilli kırmızısı, çürümüş eski tahtaların kurtlanıp tozlanmış kahverengisi, yeni harlanan kömürün laciverti ve her rengin içinde kor ateşi gibi yanan kıvılcımlı parlak sim pırıltıları.

Henüz ateşlenmemiş minicik bedenini istikbalde bekleyen bütün sert arzular büyüdüğü coğrafyanın haritasına çizilmiş gibi. Ama sanki ısıracak bir yılan gibi öfkeli. Göz bebeklerinin içi eksi yirmi derecede soğukta buzun içinde çeliklenen güneş ışığı gibi. Küçücük adımlarıyla bata çıka yürüyüşü nehir suları gibi.. Aah ne renkler bunlar Allahım, kırlar eteklerinin aynası olmuş.

Önünde iri kara başlı alnı beyaz akıtmalı keçiler, yerlere kadar sürünen kara parlak uzun tüyleri, boyunlarında çıngıraklar filozof saatleri gibi. Sanki suratlarına at nalı çakılmış gibi çatık kaşlı. Kuzuları peşinde boyunlarından zincire vurulmuş köleler gibi ip gibi dizilmiş. Her biri sanki diz çöküp kaval çalacak gibi. Derede akan suyun şırıltısını taklit eder gibi, otlara sürtündükçe ve hep birilerini arar gibi başını kaldırıp meee sesleri.Çayırın bütün otlarını yolacak gibi iddialı, bakır tencere gibi sağlam çeneleri. Uzun ince sarp dik kayalık her yolu bulur bunlar. Sineğin bala düşüşü gibi yapışıp kaldık bir rüyanın içinde.

Belki de gözümdeki yaşları başka türlü silmek için, o an yanımdaki arkadaşa, hayır romantik bir şey değil çok maddi bir şey söyleyeceğim, dedim.

Ekonominin gerçek rakamlarıyla ilgili bir şey. Boğaz’ın villalarında oturmuş, benim şu kadar param, şu kadar ortaklığım, şu kadar zenginim diye şişinenlerin hiç biri, şu çoban kız kadar bu ülke ekonomisine katkı sunamıyor.

Köy kır hayatıyla ilgili pastoral bir zenginlikten bahsetmiyorum, buraya da kır çimenlerine uzanıp yuvarlanmak için gelmedim. Etten kemikten sahici ağırlığı olan değeri olan bir kaynak’tan söz ediyorum, dinle. O keçiler bugün yirmi, gelecek sene kırk, ondan sonra seksen.
Ve katlanarak büyüyen sütü eti kaymağı yünü, ve ertesi sene yine geometrik katlanacak. Kapitalist şehrin sahtekar tüccarları habire bizlere üniversitelere gazetelere hayatlarımıza, bu sonsuz bereketi hiçe sayan, uydurma sanal çoğalma sanal büyüme rakamlarıyla hepimizi kandırıyor, yetmiyor bu sahte ‘bereketi’ bir de para verip üniversitelerde bilimsel ders diye öğreniyorsunuz.

Kapitalizm önce sayıları istatistikleri, sonra böbürlenme şişinme hava atma gösteri ekranlarını manşetlerini, kendi lehine öyle değiştirdi ki, Allah’ın ve dünyaların, emaneti anlamı varlığı bir tohumcuğun, çöp kadar değeri kalmadı.

Gerçekten üreten kim, gerçek matematik hangisi, al takke ver külah hokus pokus çoktan unuttuk. ‘Randıman’ diye kelime, bir yalancı istihdam, ‘verimlilik’ diye bilimsel fiyakalı, borsa rakamları, grafikler, vergi levhaları, çalışan sayısı. derken abra kadavra. tabiatın öz değerlerini tuz buz edip yok ettiler.
Üstelik bu çoban kızın, keçileri sabahın beşinde ağıldan çıkarıp otlağına hızla götürdüğünü, çünkü saat sekiz olunca önlüğünü giyip okuluna gitmek zorunda olduğunu, bahçe ya da ev işlerini yapan anne ya da babasının peşinden ekmek arası azığıyla gelip sürüyü teslim alacağını, ve ikindi sonrası çoban kızın okul sonrası önlüğünü çıkartmadan tekrar sürüyü birkaç saat bekleyip sonra yeniden ağılına sokacağını ve bu telaşa rağmen bu küçücük çoban kızın aynada yüzüne bakıp özenle saçını tarayacağını, adım gibi biliyorum.

Anadolu toprakları tüm tarihi boyunca en çok ithal hayvan, ithal tohum, ithal yem, satın almaya başladıysa, yaylalarda tarihlerde ilk defa otlar biçilmeden kaldıysa, bunun en büyük sebebi, köy çocuklarının zorunlu ilköğretime gitmeleri.

Ve devletin sürü peşinde koşacak köyden başkalarına, sigorta, güvence ya da ürettikleri süt, et gibi ürünlerin değerini düşürmesidir. Süt sudan ucuz ve boşalmış hayalet köyler. Daha da ötesi köyler çoktan üretimden çıktı. Artık başka bir ‘sektör’ kuruluyor köylerde, manzara, turizm, dinlenme, inziva, baba dede mezarını bekleme gibi. Yepyeni bir ‘hizmet sektörü’ne konu oluyor artık tarihin en münbit ovaları yaylaları köyleri.

Dinlenme, manzara, fotoğraf çekme, aslında tembelliğin gizlenmiş adı. Neyi ürettin, hangi markayı meşhur ettin, ki şimdi turist gibi kendi köyünün fotoğrafını çekiyorsun.

Her insanın köyü zihnine ebediyen yapışmıştır, hani gözümde tütüyor, gözümün önünde gitmiyor, denilen, şimdi bir fotoğraf çektirme merakı. Kendi köyünde turist olmuş zavallı Anadolu’nun okumuş çocukları.

Derelerini HES’ler çalmış, sütünü koyununu sağ iktidarların kurduğu piyasa mahvetmiş.… Bir ‘bizim köy’ diye hatırası kalmış geriye.

Otuz yaşına kadar güya yüksek okul okuyor diye üretime hiç katkı sunamayan milyonlarca çocuk. Böyle acıklı dehşetli bir siyaset olmaz.

İçimizden bazıları hatıra olsun diye uğruyor birkaç günlüğüne, hepsi o kadar. Milyonlar genç ‘kampüs’ adı altında hiçbir şey üretilmeyen üniversite havuzlarında ‘karantina’ altında.

Milyonlarca genç güya okuyacaklar diye dünyadan hayattan işten emekten el çektirilmiş sanal bir aldatmaca üniversite diye, gerçekte tarihin en büyük ‘hapishanelerine’ kapatılmış. Bu modern hapishaneler için bir de aileleri dersanelerine okullarına milyar dolarlar ödüyor…

Milyonlarca çocuk otuz yaşına kadar üretime dahil olamıyor. Yaylalarına köylerine tarıma dayalı endüstrisine sahip çıkamıyor. İşsizliğin en yoğun olduğu meslek ziraat mühendisleri, ve üstüne köylerde bile anneler kadınlar TV başından kalkıp, birkaç tavuğu dahi yemlemeyi ‘pek zahmetli’ buluyor…

Ve tarihin en çeşitli en zengin bitki örtüsüne ve coğrafyaların en güzel yaylaları dağları ovaları ürünleri değersizleştirilip viraneleştirilmiş. Markalaştırılıp şişe şişe kutu kutu ambalajlara sarılıp işlenerek mamul hale getirilerek kavonozlanıp paketlenerek değil, hala tarihin en münbit ovalarından çayı, fındığı, buğdayı, tütünü, zeytini, inciri, pamuğu, BİN YILDIR ÇUVAL ÇUVAL, BALYA BALYA, KAMYONLARLA TIRLARLA VAGONLARLA kaçakçı usulü toptan en ucuzundan satıyoruz.

Ormanı, ürünü, geleneği, zengin kültürüyle hakiki bozulmamış bir şehirdir Kastamonu. İnsanın iki elini dizlerini vurup ağlatıp çaresizleştiren insanı çıldırtacak bir tembellik çoktan girmiş Anadolu’nun bu kan dolu damarlarına.

Meşhur pastırmasından almak için şehir içinde dükkana girdim. Peşimden iki başörtülü dünya güzeli annem gibi kız kardeşim gibi bir anne kız da dükkana girdi. Tezgahtara ‘doğranmış soğan var mı?’ dedi. Tezgahtar ‘var ama kıymalı pide için kendimize ayırdık’ dedi, ve kadınlar burun büküp dükkandan çıktılar.

Tam kapıdan çıkıyorlardı, döndüm kadınlara ‘ablacığım anlamadım, siz ne satın almak istediniz?’,.Anne olanı: ‘doğranmış soğan’ dedi.

Biraz evliya çelebi şaşkınlığıyla ‘doğranmış soğan satılması bu memlekette adet midir?’ dedim: ‘yok, hayır’ dedi hem kadınlar hem dükkancı.

Peki doğranmış soğan niye satılır? Diye söylendim kendimce, kadınlar çıkıp gittikten sonra dükkancı: ‘tembellik işte’ dedi, ‘alışmışlar dükkancının kendi pideleri için doğradığı soğanları hazır almaktan’..
Beynimden vuruldum, dizlerim titredi, düşecek bayılacak gibi oldum.

Daha neresine gideceksin Anadolu’nun, çevir arabayı dön geri. Nerde sabahın beşinde ‘bismillah’ deyip kalkan Anadolu köylüsü.

Nerde sabah ezanlarıyla işine bahçesine mutfağına tezgahına koşan güzel Anadolum. Nerde her işini mağrur başıyla kendi yapan bu toprakların çocukları.

Annelerimiz bile artık Anadolu’nun tam da göbeğinde ‘doğranmış soğanı’ dahi dükkandan satın alıyorsa… Dilim damağım kurudu, bu kadar çaresiz hissetmedim kendimi, içimde fokuldayan bir isyan asitiyle yaktı boğazımı, yazık dinlediğim türkülerine, yazık tülbendine duana türbene horonuna…
Oysa kar fırtınasında vurmuştuk Kastamonu Özlem otobüsüyle Ilgaz Dağları’na. Adını bildiğiniz her boyda her meşhur markada araba, Ilgaz Dağları’nda ya kara gömülmüş kalmış ya şarambole yuvarlanmış, yalnız Kastamonu Özlem tık demeden aşıp geçmişti…

Bilgisayar hesabı gibi her viraj ve yokuş öncesi, saniyelik dikkatle tam zamanında vites değiştirmelerle bana mısın demeden ip atlar gibi aşmıştı Ilgaz Dağları’nı.

Yanımdaki yolcu arkadaş, ‘bu şöförler inanılmaz, dedi, şimdi otobüs kalsın, çeketini tekerleğin altına atar, çam dallarını elleriyle kopartıp kopartıp destek yapar, ve çeketini de serdiği çamurdan almadan, arkaya bakmadan, dakika sapmadan yola düşer, demiş, içime bir coşku salmıştı.

Öğle yemeği yerine yolda yeriz diye yanına bir de ekmek aldım, pastırmanın, hadi gel de çiğne bu yumuşacık pastırmayı, hadi gel de kurtul ‘doğranmış soğanı’ dahi, pişkince, satın almak için dükkana giren Anadolu’nun bu yepyeni kadınlarından.

Ey Turgut Özal, ey Mesut Yılmaz, ey Tansu Çiller ey Tayyip Erdoğan, ne yaptınız bu toprağa.

Nükleer felaketten beter, KIZIL KIYAMET…
( yolculuk devam edecek.)

Nihat Genç

Odatv.com

nihat genç arşiv