Nihat Genç: Dik dur eğilme, Çankırı seninle

1) 13-14 yıl önce hırsızlıkların ayyuka çıktığı böyle bir günde Leman’da bir yazı yazdım, ‘Merkez Sağ’ın Çöküşü’ diye, çok sertti, bu tarihi yazıyı...

1) 13-14 yıl önce hırsızlıkların ayyuka çıktığı böyle bir günde Leman’da bir yazı yazdım, ‘Merkez Sağ’ın Çöküşü’ diye, çok sertti, bu tarihi yazıyı cüret edip hiçbir kitabıma alamadım, başka bir yerde de gözüme kestirip yayınlayamadım, medyanın sağın bütün aktörlerini tane tane sıraya koymuş suratlarına tükürüyorum. Bir hafta önce bu dönemin o döneme benzerliği üzerine bu meşhur yazıyı ODA TV’de yayınlayalım dedik, alttan girdik üstten çıktık, aradan on iki sene geçmesine rağmen yazı hala çok büyük ‘hukuki’ sorunlar taşıyordu, yayınlamayı yine göze alamadık, hırsızlar hala hırsız ama bizim verimli yaratıcılığımızı(!) hukuk bir şekilde engelliyor, ODA TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, “ağbi biz seni hiç tanımıyormuşuz bu ne sert yazı, zaman içinde bayağı yumuşamışsın” dedi. Yazıdan sonra ne mi oldu, şahsıma ölümüne bir ambargo koyuldu, hala sürüyor.

O gün düşman olan kardeşler sonra iktidar ortağı oldu. Tarihin değişmez diyalektiğidir, dünün hırsızlarıyla bugünün ve yarının hırsızları bir olur, mezara gömülen yine sen olursun. Ya da bugünün ses kayıtçılarıyla yarının ses kayıtçıları yine ‘şebeke’ olur, olan yine sana olur. Yirmi beş kitap yazmış adamsın sana ne olur demeyin. İstediğim en alt düzeyde iki-üç bin liraya yaşayabilmek. Geçtiğimiz 13 yıl içinde o iki-üç lirayı dahi bulamadım. Son yedi yıl o bir insanın yaşaması için elzem olan iki-üç lirayı yıllarca hiç bulamadım, bazen düzenli altı-yedi ay, belki, bir de üstüne tazminatlar. Bunları ah vah olsun diye yazmıyorum, gün yüzü görmeyeceğimi başından beri biliyorum, modası geçmiş bu kutsal deliliği bir derin mutluluk sanatı olarak bir şekilde her şekilde sürdüreceğim, derdim başka.

ERGENEKONCU, DARBECİ, IRKÇI, KATİL, FAŞİST LAFLARI ARASINDA YEDİ BİTİRDİLER BİZİ

Yanıldığım yerleri işaret için söylüyorum, yedi yıl öncesinde, ömrüm boyu çalışıp çabalayıp ve hiç kimseden zırnık tenezzül almadan kitaplarımın satış gücünü 30-40-50 bin aralığına taşıdım, medyasız reklamsız bu başarıyı sağlayabilmiş kimse yok aranızda. O zaman dedim ki kitaplarımın bu yüksek trajı beni epey götürür, işte burada yanıldım, baskı gerilim ve ithamların fırtınasında yok edileceğimi hiç düşünemedim. Bitkisel hayatta dahi hiç beklemediğiniz dost kazıkları, verilmeyen paralar, bir türlü alınamayan üstüne yatılan alacaklar, öyle pis bir savaşın gümbürtüsüne düşeceğiz ki ‘ey ahali beni soyuyorlar’ demek dahi bir ‘benlik’ günahı olacak. Yedi yıl önce ınternette başlayan karalama iftira kampanyası karşısında cevap verecek kendimi savunacak yer bile bulamadım, eserlerime boşuna güvenmişim, bu bitmek bilmeyen iftira kampanyası bayağı işe yaradı, bu büyük satış grafiği birkaç yıl içinde eridi 6-7 bine kadar düştü. Ergenekoncu, darbeci, ırkçı, katil, faşist lafları arasında yedi bitirdiler bizi, yeni yetişmekte olan gençlerin gözünde kariyerimi eserlerimi hem manipüle hem de yerle bir edip yıllarca üstünde tepindiler. Daha önce kapımı binbir rica ve sıkıştırmayla çalmayan yayıncı yoktu, öyle bir güne geldik ki kitaplarım korsan piyasada kurda kuşa yem oldu, daha da dibe düştüm, yolda önüme çıkıp bin lira verene dahi değeri yüz bin liralık kitabı kelepire vermek zorunda kaldım. 6-7 bin demek bir kitaptan altı yedi lira kazanıyorsun demek, ki, altı ayın her ayına bin lira düşüyor.

Bu iftira kampanyasına katılanlar bir de bir kahraman öfke sahibiydiler ki sormayın, öyle özgürce oksijen kullanıyorlardı ki havasızlıktan basıklıktan boğulduk, aşırı kızgın entel ağbiler ciğerlerimizi kızartıp yediler, sonra ınternette uzun bir yolculuğa çıktım, şu bize bol keseden katil, faşist hediye kampanyasına katılanların gizli isimlerini izledim, gördüklerim daha feciydi, çoğu akademiden ve medyadan çok yakınımdaki eski arkadaşlardı, sırf Kürtçülük yapmadım, sırf ‘ileri demokrasilik’ oynamadım diye, akıllarınca beni cezalandırdılar, oysa zeki çocuklardı, ama gördünüz, bir devre has özgür kafalardı, hepsi ınternet özgürlüğünü benim üzerimde yeyip bitirip, ölüp gittiler. Ülkemizin fırtınalı işgalli bu son yedi yılında, işte asıl, özgürlüğün rüya çemberini boynumuza takıp bizi öldürmeye çalışan, bu cinlere yazık oldu, şimdi hayal kırıklıkları içindeler, dünya neşelerini kaybettiler, bir cemaat bir İslamcı iktidarın gölgesinde aydın namusuna dair ne varsa hepsini heba ettiler.

Şimdi bu iftira kampanyasına katılanların bugünkü haline bakıyorum, hepsi sinmiş, ortalıklarda yoklar, bir cümlelerine bakan yok, insan soruyor, o aşırı hallerinizi birazcık da cemaatlerin üstünde deneseydiniz. Kuşkunuz olmasın birkaç yıla kalmaz yeni bir medya yeni bir siyaset düzeni kurulur, onlar yine ‘kaldıkları yerden’ ‘özgürce’ yollarına devam eder, özgürlük lafları bol var da vuruşan yok, bir ınternet bir dergi ‘süs’ü idiler, ‘ruh’tan yoksundular, işeyerek yazarlık ateş’imizi söndüreceklerini sandılar, cemil cümlesine Allah rahmet eylesin.

YILAN TISLAMASI ÇAKAL SOLUĞU TİLKİ HIRILTISI

2) Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal’le ses kayıtları ortaya çıktığında her insan evladı, kendi içine kendi yakın tarihine gömüldü. Kendi geçimi kendi cebi parasına, yediği iftiralara, elinden alınan çalınanlara. İşte ‘kayıtların’ ortaya çıktığı o an insanlarımız, dalıp gitti. Bu skandal ‘kayıtlar’ın çarpıcı çok derin üzüntülü etkisi de budur. Hepimizde ‘kişisel’ bir ‘varoluş’ muhasebesine yol açar.

Böyle anlarda insanlar fikirlerini duruşunu psikolojisini büyük hayat kararlarını dünyaya ülkesine Allah’a bakışlarını dahi değiştirir, bu ‘sahneler’ insanı biraz daha öksüz yetim çaresiz kimsesizlik duygusuyla başıboş karambolde bırakır.

Önce ‘evrensel bir korku’ yaratır, bu kayıtları Başbakan’a karşı dahi yayınlayan büyük güç, başka neler yapmaz ki, siyaseti artık ‘ses kayıtları’ mı yönetecek, milli irade, demokrasi, sandık, hepsinin üzerine kabus gibi yeni bir teknolojik güç mü oturuyor.

Ne insanlık ne demokrasi bu kadar acımasız esrarengiz büyük bir teknolojik diktatörlüğe hazır değil. Sanki birileri Tanrı’nın gizli ellerini ele geçirdi ve Tanrı gibi görünmez bir irade her şeyimize karar veriyor. Mahremi, özeli, kişiyi, bireyi, siyaseti, demokrasiyi, iradeyi parçalayıp iptal eden yepyeni bir uydu uzay dinleme imparatorluğu mu kuruldu?

Kim ne derse desin, bu evrensel korku, bu evrensel tehdit, bu evrensel güvensizlik, korkunç ötesi bir duygu. Aydınlanma sonrası dünyalıların yaşadığı en büyük deprem. Son beş asrın bütün insanlık kazanımlarını hiçe atan yeni tür bir diktatörlük tasarımı. Korunma ve güvenlik’in sonuna mı geldik, artık, oyuncak kölelere mi dönüştük. İnsan evladını bu yeni tasarım diktatörlükten koruyacak yepyeni bir ‘toplumsal sözleşmeye’ yepyeni anayasalara yepeni ‘direniş’lere ihtiyaç var.

Kardeşlerim, bizden öncekilerin mücadelesiyle kazanılmış tüm özgürlük biçimlerini konfor içinde sereserpe kullanıyorduk, şimdi, başa dönüyoruz, en hafif özgürlükler bile artık ORTAÇAĞ kadar koyu ve ağır. En hafif özgürlükler için dahi artık hepimiz yırtıcı kuşlara dönmek zorundayız, insan evladı ‘görünmez ellerin diktatörlüğüne karşı’ büyük bir savaşın eşiğinde.

3) Öte yandan, başbakanın kayıtlardaki sesine dikkat edin, bu ses bir canlı türü olarak hepimizi ürküttü, vahşi tabiattan kalma bir korku yaşadık, neden korktuk, tabiatta bilmediğimiz sesler vardır, ancak yüzleştiğinizde tanışırsınız, yılan tıslaması çakal soluğu tilki hırıltısı, vahşi tabiatı terk ettiğimizde bu seslerden bir çoğunu şehre ve şimdi kullandığımız ‘dilimizle’ taşıyıp getirdik. Vahşi tabiattan getirdiğimiz seslerden biri ‘hırsız’ sesidir…

‘Hırsız sesi’ diye bir kimliği olan tırtıklı kısık hece vurguları alçak-yüksek şifrelenmiş bir ‘seslenme’ türü vardır.

Bazen usulca kulaktan kulağa, bazen edepli bir sessizlik için alçaktan, bazen arkadaşımıza gizlice arkadan şaka için sesimizi kısabiliriz, her kısılmış ses ‘hırsız’ sesi değildir. Hırsız sesi’nde hırıltılı bir tırtık, bir organize temkin, ve şifresi tonlamasında ve sadece konuştuğunun anlayacağı bir yavaş talimat vurgusu vardır, daha da üstüne çalışılabilir, kabaca nasıl alarm sesi siren sesi yangın var yağmur sesi vardır, ‘hırsız sesi’ diye de bir şey vardır.

DİK DUR EĞİLME, ÇANKIRI SENİNLE

Bir insan yavrusu olarak bu ürpertici korkuyu neden yaşadığımızı bir de mizansenle anlatayım, her insan evladı ‘hırsız’dan korkar, çünkü en zayıf anınızda ‘uykuda’ ya da ‘dalmış unutmuşken’ yakalar sizi, eviniz yuvanızın güvenlik duvarları aşıldığında, hırsız ‘karanlıkta gece’ çıkar, engellenmesi elinizde olmayan ‘kabus’ gibi rüyada birdenbire sinsice gizlice beklenmedik bir anda.

İnsan olarak bu ürpertici korkuyu niçin yaşadığımızı anlatabilmek için tiyatral mizansenimize yani oyunumuza geçelim. Bu ses kaydını yan odaya yerleştirin bir şekilde saat ayarı yapın ve gecenin bir vakti yatağınızdayken o ses kaydı sabaha doğru çalışmaya başlasın. Yani bu sesi, hem, uzak ya da yan odadan, hem de gece yarısı sabaha doğru dinleyin. İşte o zaman derinizde tüylerin diken diken oluşu ve çığlık çığlığa komşulara bağırarak kaçmaya başlarsınız, ‘ses düzenini’ siz ayarladığınız halde ‘korkudan paniğe’ alarm haline geçersiniz, bu mizansen bir oyun olduğu halde, bu mizanseni siz kurduğunuz halde, neye uğradığınızı şaşırırsınız, nihayetinde bir oyun, deneyin yaşayın.

Kardeşlerim karanlıktayız, yaşlılık günleri başladı ve yatağımızda hala kimsesiz, bir otuz yıl yüz yüze baktığımız arkadaşlarımız komşular da bu hırsız şebekesiyle iftira kampanyaları düzenlemiş ve organize işbirliği içinde çalışmış ise, bu ev’de hiç şansınız yok, elinize son çare bıçağı alır beklersiniz, saldırmak için değil, son çare son umut kendi bedeninizi korumak için, artık Türkiye, hukuksuz operasyonlar, askeri darbeler ve bitmek bilmeyen iç savaş benzeri sokak karışıklıklarının arefesinde, çünkü yukarısı da aşağısı da artık ‘güvende’ değil.

4) Ve ertesi gün bu hırsızlıktan sonra neler oluyor diye ekranı açtığınızda, kitleler başbakanı çılgınca tezahurat yağmuruna tutuyor: DİK DUR EĞİLME, ÇANKIRI SENİNLE.

Sevgili okuyucu, Dik Durun Eğilmeyin, Çankırı Sizinle.

Ve peşinden konuşmaya başlıyor başbakan, ‘benim başörtülü bacım’ nutukları gırla gidiyor. Alkışlayan yüzlerce milletvekili. Tek bir tanesi istifayı basmıyor, karşı çıkmıyor, İNSANI ÜRPERTEN KARANLIK. Başbakanın telefonda oğluna paraları ‘sıfırlayın’ talimatı Türkiye’de moralleri sıfırladı, güvenliği sıfırladı, ahlak’ı sıfırladı. Sıfırlandık kardeşlerim.

5) Bir eviniz bir arabanız bir de ölünceye kadar her ay en az onbinlira maaşınız var, bir insana bunun neresi yetmez, ya da fazlası ne işe yarar? Bir de kafanız böyle hesapları almaz, beş villa on villa milyarlar üstüne milyar dolarlar, ne tür bir insan, bu kadar villa milyar dolar olunca ne oluyor, anlayamazsınız…

Şöyle anlatayım, antropologlar, bir çok kabile gözlemledi ve şu sonuca vardı: ‘Kendi kabilelerinin gerçekte insani olan tek insan topluluğuymuş’ gibi davrandıkları, yani başka kabileleri insandan saymıyorlar, tek ilahi gerçek kendi varlıkları kendi soyları kendi kabileleri.

Tek insan topluluğu onlar. Cemaatleri. Aileleri. Ya da dini grupları…

Çünkü bu insanlar başka insanları insan türünden saymıyor. Başka insanlarla kurdukları bağın güvenine istikrarına hiç inanmıyorlar. Dış dünyadan korkuyorlar. Dış dünyaya güvensizler. Bu yüzden kendi içlerinde çok sıkı bağlar kurmuşlar.

Daha da ötesini Sennett söylüyor, bu cemaatler, karşılarındaki grupları hiç anlamak istemez ve karşılarındaki anlamaya hiç kafa yormazlar.

6) Yetmedi, cemaatlerin en büyük korkusu, kendi içlerindeki bireylerin ‘sapmaları’, olur ya, bir kişi alır başını gider, işte bu panik yaratır ve birlik bozulacak endişesiyle kendi içlerindeki her bireyi ‘izlemeye’ alırlar, adamımız kaçar korkusuyla dinleme, ülke dağılır korkusuyla dinleme, hükümet dağılır korkusuyla dinleme. Tersinden okuyalım, bireye şantaj, siyasete şantaj, ülkeye şantaj, işte yeni siyasi rejiminiz, hayırlı olsun.

Yetmedi, cemaatlerin asıl şaşkınlığı şurdadır, kendi içlerinde çok sıkı çok disiplinli özverili bir düzen kurdukları için, neden dış dünya bizi anlamıyor ve önümüzde diz çökmüyor diye şaşırırlar. Çünkü kendileri birbirlerine ilahi bir bağla bağlıysalar dünyanın önlerinde eğileceğine imanları tam’dır. Tayyip Bey ve cemaatin ‘teorik’ şaşkınlığı burası, o kadar derin bir disiplinle birbirlerine bağlıydılar ki neden önlerinde diz çökmedik?

Ey Sevgili yurdum, neden bu öküzlerin önünde diz çökmeyip, ülkeyi kaosa sürüklediniz, şimdi sabaha kalmaz kapınız çalınmaya başlar.

AMERİKA ‘PANİK’LE CEZAYI TÜRK ORDUSUNA ÇIKARDI

7) Yetmedi, cemaati ayakta tutan duygusal gözetim’dir, nedense hepsi rüyalarında kutsal liderlerini görür ve bunu söyleyerek duygusal bağlılıklarını ilahi bir bağlılığa çevirirler.

Unutmadan, modern toplumda cemaat, sosyal bir hastalıktır.

Oysa insanlar birbirlerine karşı ‘mesafe’ koyabildikleri ölçüde ‘sosyalleşir’. Mesafeler kalkıp birbirimizin mahremine girdikçe ‘kıyıcı ve yıkıcı’ oluruz. İki müslüman cemaatin birbirlerini ahlaksızca kıymasının sebebi, bu mesafesizlik ve mahremlerine (gizli tezgahlarına) fazlasıyla iç içe geçmiş olmaları. Gerçi muhafazakarlar bu iç içe geçmişliği ‘kardeşlik’ olarak yüceltir, değil, fazla iç içe geçmişlik bu kardeşleri, kardeş katline sürükler. Bir kardeşlik varsa bu kardeşlik ancak eşit oy, eşit haklar, mesafeleriyle oluşmuş bireyler arasında olur.

Dik Durun Kardeş Katilleri, Çankırı sizinle.

8) Biraz da ‘panik’ üzerine konuşmak istiyorum, geçtiğimiz onbeş sene içinde ‘panik’ yapanların nasıl kaybedip yakayı ele verdiklerini tane tane izleyelim. Unutmayın, panik, acelesi ve gizli hesabı olanların kronik hastalığıdır.

a) Irak’a savaş hazırlığına başlayan ABD, Türk Ordusu’ndan topraklarını kullanmak ve bilfiil Irak savaşına katılmasını istedi, yani acelesi vardı. Türkiye karşı çıktı. Amerikan askerlerini İskenderun’da görünce dünyada anti-Amerikancılığın en yüksek olduğu ülke olduk, mitingler gırla gidiyor, milli marşlar meydanlarda…

Amerika ‘panik’le cezayı Türk ordusuna ve Irak Savaşı’na karşı çıkan milli solcu yazarlara çıkardı. Suçlamalar cezalar yok etmeler imha etmeler, her şeye ‘panikle’ karar verildi. Elindeki en büyük istihbarat şebekesi cemaat’i, dinlemeler ve ajanlarıyla ve liberal yazar medya desteğiyle teçhizatlandırıp Türkiye’yi operasyon sahası haline soktu ve hukuk, emniyet, ordu, heryer işgal edildi.

Panik’le hazırlanmış iddianameler, panikle suçlamalar iftiralar, hepsi yedi yıl sonra düştü ve ‘hazırlayan’ işbirlikçilerin hepsi cümbür cemaat rezil oldular, yani yakayı ele verdiler, suçlu: panik.

b) İkinci panik örneği, İsrail’in. İsrail, ABD ve cemaat düzeneğiyle Türkiye’de ele geçirmemiş girmemiş yer bırakmadı. Aslında hiç acele etmelerine gerek yoktu. Tereyağından kıl çeker gibi işgali gerçekleştirmiş, istediklerini kuklalarına pekala yaptırıyorlardı. Ancak İsrail’in de ‘aşir topuğu’ vardı, o topuk, kendi korkusuydu, bu korkuyu oluşturan, İran’ın nükleer çalışmaları.

İran’la sıkı fıkı gizli ilişkiler içinde olduğundan emin oldukları bir adam vardı, o da Türkiye’de Mit’in başındaki Hakan Fidan’dı.

Emniyet, ordu, hukuk, imarlar, kozmik odalar, herşey ele geçirilmiş ve darmağınık edilmişti, yetmedi, İsrail panikle MİT’i istedi.

Tayyip bey, ne istediniz de vermedim, dedi, son bir ricaları MİT’i istiyorlardı, orası da, Tayyip Bey’in mahrem alanı, evindeki böceklere kadar, kendine suikast girişimlerine kendi güvenliği için. Vermedi.

İsrail’in bu panik’i Türkiye’de iki müslüman cemaati birbirine düşürdü, an itibariyle kardeş katli sürüyor… Ve bu iki cemaat birbirlerini suçlarken, hepsi yakayı ele verdi, suçlu, yine panik.

c) Üçüncü panik’imiz, son ‘hırsızlık kasedi’…

17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla bakanların evi basıldı çocukları götürülüyor haberi başbakana geldi ve başbakan panikle kontrolsüz güvenliksiz kendi çocuklarını aramak zorunda kaldı, hepsi bu konuşmalarla yakayı ele verdi, suçlu: yine panik.

İnsan şu soruyu soruyor, bu kadar temiz kansız bir işgal, bu kadar tereyağından kıl çeker gibi devleti hukuk emniyeti orduyu tesirsiz hale getirmeler ve ortak ve kardeşçe yemeye başlamalar, her şey rüya gibi cennete Osmanlı İmparatorluğu’na 2071’e giderken, birden ne oldu da, ABD’si, İsrail’i, Tayyip Erdoğan’ı ve cemaat’i yakayı ele verdi, sebep, ‘panik’.

ABD’nin Irak’ta başaramamak gibi bir korkusu, İsrail’in İran’dan nükleer korkusu, Tayyip’in MİT de giderse kendimi nasıl korurum kestane korkusu…

d) Hadi akıllara seza bir ‘panik’ örneği daha verip güzellememizi bitirelim, bakın, Ergenekon ve Balyoz davalarında büyük ‘kopuş’ nerde başladı, Hanefi Avcı ve Ahmet Şık’ın ve Nedim Şener’in alınmasıyla, üçünün de kitapları vardı, üçünün de kitapları ‘cemaat’i deşifre ediyordu. Cemaat herkesi içeri tıkmış medyayı ele geçirmiş iktidarla koyun koyuna giderken, bu üç ‘tutuklama’ kararı akıllara ziyan toplumu şaşırtan bir karardı, çünkü cemaatin de korkuları vardı, kendi iç yapısı iç örgütlenmesinin ortaya döküleceği korkusu.

İşte bu korkuyla hiç de olmayacak bir şekilde kamuoyunu büyük şüphelere sokan bu üç kişiyi hiçbir mantıklı soruya cevap vermeden hiçbir delil gerekçe aramadan tutukladılar.

Bu üç tutuklama, cemaat’in panik’i sonucuydu ve bu panik, sonun başlangıcı oldu.

Dik dur eğilme, Çankırı seninle.

Kardeşlerim, bu kadar ağır büyük kayıplar ve trajediler yaşadığımız halde, biz neden kazandık, çünkü, bizim ‘paniğimiz’ yani ‘korkumuz’ yoktu, işlediğimiz bir suç, bir gizli tezgahımız hiç yoktu. Bakın yıllar boyu süren tarihin bu en uzun süreli duruşmaları ve mahkemelerine ve ifadelerine, bir tanecik tereddütlü ifade dahi yoktur. Üstelik uzun yıllar kodesdesiniz psikolojiniz bozulur, depresyon sürmenaj halüsünasyon nevroz her bok’un sahibi olabilir ve bir çok yanıltıcı açıklama ifade verebilirsiniz, binlerce tutuklanan kişiden bir kişide olsun, olur. Olmadı. Sebebi basit, zihninizde hiç olmamış ve hiç olmayan bir örgüt şemasında neyi uydurup neyi yanlış söyleyeceksiniz. Bu yüzden hepsi ‘güven’ ve ‘rahatlık’ içindeydi.

Şimdi cemaat ve AKP telaş içinde, şimdi liberaller medya işbirlikçileri telaş içinde, yurtta barış dünyada barış diyenlerin, kimden nasıl niye korkusu acelesi ve panik’i olsun.

Ey cemaat, ey AKP ey medya ve ey Liberaller, DİK DURUN EĞİLMEYİN, ÇANKIRI SİZİNLE, Amerika sizinle.

Amerika’nın panik’i İsrail’in panik’i Cemaat’in deşifre olurum panik’i, işte bu paniklerin toplamı muhteşem bir işgal planını o milyonlarca sayfa iddianameleri o yüzlerce casus ajanın kaset çalışmalarını o yedi yılın her günü atılan gazete manşetlerini o yedi yılın her gecesi sabahlara kadar kara propagandalarını, hepsini mahvetti…

TOPLUMA KARIŞMAK İSTEMEDİKLERİ İÇİN CEMAAT OLMUŞLAR

9) Kardeşlerim, bir şeyin sınırını bilmiyorsanız aslında hiçbir yeteneğiniz ve bilginiz yok demektir. Sınır ve sınırlarını bilemeyen adamların eline düştük. Biri sınırları çoktan aştı Osmanlı İmaratorluğu için Şam’a yürüdü, diğeri dünyayı ele geçirecek dünya İslam İmparatorluğu kuruyor. Bu kadar ‘sınırsız’ iştah olabilir mi?

İnsanlar ve toplumlar gücüne yeteneğine imkanlarına göre ayaklarını yorganlarına göre uzatır, o halde, bu sınırsızlık özgüvenini nerden alıyor, cehaletten, birileri fişfişi, birilerinin gaz’ı, birilerinin dolmuşundan. Özal’ın da böyle sınırsız üfürükleri vardı, Ermeni, Kıbrıs, AB, terör ve nice sorunu çözüyordu, ne oldu, oldukları yerde duruyor, sonra Tayyip Bey, onbir yıl önce Ermeni, Kıbrıs, AB ve Güneydoğu ve nice sorunu çözüyordu, ne oldu, hepsi oldukları yerde duruyorlar. Ancak ABD, AB, İsrail ve liberallerimizin ‘gazıyla’ çok uçtular, çok… Hepsi Türkiye’de bir sürü dangalak bulduk, istediklerimizi ele geçirmenin tam da zamanı dediler ve hukuk, emniyet, asker, medya, dağıttılar, elde var, sıfır, o sınırsız özgüvene ne oldu.

Tanrı demek alem demek ilahi demek dünya demek, hepsi birbiriyle bağlantılı, dünyayı ele geçirmek, bunlar, soyut kavramlar, soyut’un sınırı yoktur, Allah bu, verdikçe sana verir, her şeye kadirdir, doğru, ama reel siyasetle hiçbir ilişkisi yoktur. Başbakanımız bugün ‘hırsızlık’la konuşuluyor, birkaç yıla varmaz, geçimini sağlayamayan dilenci durumuna düşerse de artık şaşırmayalım, yani, Allah verdi Allah aldı, deriz, ya da sadece ‘hadi hadi Allah versin’ deriz.

Allah’ı semaları dünyaları birilerinin fişfişiyle bu kadar kurnazca parmaklarında oynatanların haline bakar mısınız, hadi gel de Allah’a inanma.

10) Bir cemaat niye cemaat olur, işte Amerika dahil modern toplumda kurulan bir çok çeşit ve şekilde cemaatler var, biz de bunlardan bir tanesi var, üzerine çok çalışılmamış, bilim adamları şu kadarını dahi söyleseydi kafiydi: topluma karışmak istemedikleri için cemaat olmuşlar.

Sanayi toplumunu modern toplumu şehri sevmeyen istemeyen rededen manifesto protestosuyla kendine ayrı bir yatak sermek istiyor, benim inançlarım var, siz yabancısınız, kafirsiniz gavursunuz, ya da sizin alışkanlıklarınızı sevmiyorum, ahlak’ı çürütüyor, insanı değersizleştiriyorsunuz, bense inançlarımla sevdiklerimle kardeşlerimle iç içe yaşamak istiyorum. Kasabalarda, varoşlarda ya da sitelerde yalıtılmış bir şekilde, ticareti ve iç iletişim sistemiyle kendi kozasında yaşayan…

Bize kimse karışmasın, derler. Sosyal olandan iğrenirler. Türkiye’deki cemaat, sonradan bir ‘tarikat’. Sorunları şurda, kendi halinizde yaşamak istiyorsanız yaşayın, niçin toplumun bütün kurumlarına göz koydunuz ve ele geçirmeye çalışıyorsunuz.

Çünkü kendi karınlarını doyuracak yetenekleri yok. Başkalarından geçinmek çalmak zorundalar. Önce küçük bağışlar dilenerek sonra devletin imkanlarını ele geçirerek.

Biz ayrı yaşayacağız diyorsanız yaşayın, toplumla devletle işiniz ne?

Medeniyet kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmektir, siz kimseye muhtaç olmadan yaşayamadınız, her müslümanın kendi karnını doyuracak bir gayreti olmalı, sizin yok, olmadı. Başkalarından çalarak yaşamanın adını, bir de Allah, peygamber diyerek süslemeye kılıfına uydurmaya çalışıyorlar, bankaları medyası şirketleri, hepsi başkalarından çalınarak ele geçirilmiş servetler. İçlerinde kendi karnını karınca kaderince doyuracak tek kişi yok.

Bu büyük imkanları ele geçirmek için de dünyanın en büyük güçleri İsrail ve ABD ve onun istihbarat şebekeleriyle ortaklık kurmuşlar ve ülkemizde yüzbinlerce bilim adamından gazetecisinden tek biri çıkıp, ‘kardeşim sen niye kendi karnını doyuramıyorsun, başkalarından çalıyorsun’ diyemedi, diyemiyorsanız biliminiz ahlakınız akademiniz yani bir ülkeniz yok, demektir, şimdi de ağlamayın.

Ve sonra bu insanların çalınmış sorularla hakim savcı olduklarını ve tarihlerde eşi benzeri görülmemiş gaddarlıklarına şahit olduk.

Bu kadar akıl almaz gaddarlık nasıl olur, önceki yazılarımda çok yönlü değindim, bir cümle daha, bu cemaat üyeleri, gerçekte olmak istedikleri şey olamadıkları için çok mutsuzlar.

Düşünün bir devlet memuru ya da manav, istemeye istemeye olmuş, size kan kusturur, müşteriyi bozar, kandırır, tersler, şu meşhur sümenaltı eden idareyi maslahatçı devlet memuru tipolojisi.

Şöyle neşeli açıklayabiliriz, tiyatroyu sahneyi hiç sevmeyen bir adamı zorla sahneye çıkartın, maske takın ve oyun gereği bir tokat atmasını isteyin, tabii tokat tiyatral bir tokat olacak, şayet, tiyatro izleyicisini zorla sahneye istemeye istemeye çekiştire çekiştire çıkartmış ve ondan da bir tokat atmasını istiyorsanız, deneyler ortada, tokat’ı gerçek bir tokat olacak, oyun’u bozacak kadar sahici bir tokat.

Bunu en iyi Çankırı yöresi yaren eğlencelerinde oynanan şakalı oyunlarda görebilirsiniz. Yaren eğlencesinde oyunla hiç alakası olmayan ve oyun’dan uzak duran izleyiciler seçilir ve zorla oyuna sokulur ve bu oyunlar çok sert eşek şakasından beter oyunlardır.

İzleyiciyi istemeye istemeye zorla oyuna sokmak oyunun bir parçasıdır ve izleyiciye darbeli bir şaka yapılır. Zorla oyuna giren seyirci şakaya karşı çok ama çok sert bir karşılık verir, oyunun eğlencesi de buradadır.

Özetlersek hiç oralı olmayan bir izleyici zorla sahneye çıkartılır ve şaka ve oyun adı altında adamakıllı kıyasıya dövülür, ve bu ağır dayağa maruz kalan kişi, o anda sahnede bir anda nevri döner ve ağır şakaya çok ağır gerçek bir dayakla cevap verir, ondan istenilen de zaten buydu, oyunun kurgusu da budur.

Aldığı ağır darbeye karşılık vermek için mecbur kendini oyuna katıyor, oyunun bütün izleyicilere bulaştırılması için herkes kendini savunmak karşılık vermek zorunda kalır ve en önemlisi şakanın sertliği oyunla gerçek’i birbirine karıştırıp ortamın curcunayla alevlenmesine sebep olur.

Ve herkesin birbirine ağırdan öte canlı ve acıtıcı gerçek tokatlarla vurması sağlanarak, oyun, sahici işkenceli gerçekçi çok sıcak heyecanların karışıklığı içine girer. Burada oyun gerçek bir kavgaya dönüşür gibi olduğunda oyun’u tadında kurtaran yaren ağası’dır ve yeter, dur, deyip, oyunu kıvamında keser.

Bitlis, Bingöl, Muş, Siirt ve benzeri yoksul bölgelerden toplanan bu çocuklar, aslında, tertemiz okumak istiyordu ve sadece ‘izleyici’ gibi sessizdiler, ancak, onları zorla sahneye çıkartıp hiç beklemedikleri şekilde dövüp onları dersane ve cemaat sahnesinde eşek şakası gibi ajanlık gibi başka bir kişiliğe mecbur kıldılar.

Aslında bu oyuna bu kadar gaddarca ve sinsice zorla sokulmak onlar da istemiyorlardı, ama bir şekilde, vefaydı, kardeşlikti, ağbiydi, hatırdı, başka nasıl okuyup hayatını kurtarsındı, bir şekilde ‘oyun’a dahil edildiler. Ve ülkemizde bir yaren ağası olmadığı için, yüzlerce yazar asker içeri atılıp, binlerce hukukdışılığa karşı dilekçeleri cemaatin kurduğu HSYK hiç ciddiye almayıp, oyunu insanlar kanser oluncaya kadar tutukluluk sürelerini altı yıla yedi yıla uzattıkça uzattıkları halde, bir ‘dur’ diyen çıkmadı. Ve oyun gerçekten zıvanadan çıktı. Yaren eğlencesi de budur, oyunu zıvanadan çıkartıp izleyen herkesi karşılık vermeye zorlamak.

Ve şimdi bu tekme tokat adamakıllı işkenceyle dövme oyununa Tayyip Bey’i de zorla soktular, oyunla kavga arasındaki sınırları belirleyecek cumhurbaşkanlığı gibi bir yaren ağası da yok, siyaset oyunu savaş oyununa dönüştü.

Ne diyelim, DİK DUR EĞİLME, ÇANKIRI SENİNLE.…

BİR OYUNDA BU KADAR ÇOK KURAL OLAMAZ

11) Cemaat ve benzeri dini disiplin yapılarında gençler niçin başarılı olamaz niçin estetik sanat spor bilimsel başarı kazanamaz, çok kafa yordum.

Trabzon’da neden eskisi gibi büyük futbolcular çıkmıyor sorusuna hep kendimce cevap aradım.

Trabzon’un meşhur ‘eski sahası’nda antrenman yapan takımları izliyorum, antrenman için çok takım olduğu için kural getirmişler sahayı dörde bölmüşler ve üstüne, bir kural da zaman sınırlaması getirmişler, diyelim iki saat oynayıp sahayı yeni gelenlere boşaltacaklar.

Sonra antrenman yapacak takım geldi, antrenör genç topçuları bir kuyruğa soktu, bu birkaç dakikalarını aldı, sonra önlerine plastik engelleri yerleştirdi, bu da birkaç dakika aldı, sonra, çocuklara bir şeyler anlattı, bu da birkaç dakikalarını aldı, velhasıl sahaya çıkan çocuğun topa ayağı değmesi bir on dakikasını aldı.

Sonra çocuk ayağındaki topla ilerleyip engelleri geçti ve şutunu attı, hoca, çocuğu ikaz etti, ve doğrusunu gösterdi, bu da bir dakikasını aldı ve çocuğun arkasında bekleyen diğer çocuk, arkada oflaya puflaya sabırsızca bekliyor, on dakika geçti, ona hala sıra gelmedi.

Gözümü çocuğa diktim, bir daha ne zaman sıra gelecek, topa ikinci kez ayağı değdiğinde antrenmanın ilk yirmi dakikası geçmişti bile.

Bu şudur, oyun içinde o kadar uyulması gereken kural var ki, sınırlı mekan, sınırlı zaman, kuyruğa geçme, sıranı bekleme, ikazları dinleme. Oyun nerdeyse ‘kural’ bolluğu yüzünden oynanamaz hale geliyor.

Bir oyunda bu kadar çok kural olamaz, oyun, oyun olmaktan çıkar.

Cemaat ve dini yapılar içinde çocuklar ‘kural’ ‘emir’ ‘ikaz’ ‘tenbih’ ‘günah’ bolluğundan kımıldayamaz hale gelir.

Daha da şaşırtıcı olanı, antrenman sonrası çocuklarla konuştum, bir kasıntı, bir böbürlenme kendini beğenmişlik sormayın, oysa ben altı yıl üst üste şampiyon olmuş ünlü topçuları o yıllardan da bugün de tanırım, bu kadar ‘kasıntılık’ hiç yoktu.

Sebebi şu olabilir, bir insan ‘oyun’a ne kadar az giriyor ne kadar az oynuyorsa, kendini o kadar çok önemseyip egosunu o kadar fazla büyütüyor. Yazılarımdan hatırlarsınız, bu yandaş İslamcı yazarlara çokça sormuşumdur, yahu ne ürettiniz ki bu kadar bol keseden böbürleniyorsunuz? Aslında üretememelerinin sebebi, ‘kural’ ‘yasak’ ‘tembih’ bolluğu.

Kendi kişisel çabalarını sergileyecek bir oyun kuracak hayat ‘boşluğu’ bulamıyorlar ama o uzun sıkıcı boş zamanları pekala ‘biz neymişiz’ böbürlenmesiyle doldurabiliyorlar, oyun dediğiniz dalıp gitmek zihninizi dinlendirmektir, birazcık dalın gidin yahu, insan evladı egosunun nöbetini bu kadar tetikte beklerse hali nicolur, canavar olur.

12) Bir ülkeyi öyle ya da böyle istihbaratı ajanları dinlemeleriyle tarümar edip kırıp geçirmiş bir ideolojik cemaat ‘gücünü’ anlamaya çalışıyoruz.

Mesela bir insan bir çiçek’e çok fazla duygu yükler. Hatta evindeki bir vazoya, hatta hatıra eşyalarına duygu yükler. Sadece eşyalar mı, arkadaşlarına ailesine sevgilisine pek çok şey’e duygu yükler, yetmez, memleketine, bayrağına duygu yükler, yetmez, memleketin kebabına kaysısına pidesine duygu yükler.

Ancak bir cemaat ve dini yapı içindeki çocuk, bütün duygularını tek bir ‘kutsal’ kişiye, şeyhine yükler. Cemaatinin varlığına yükler.

Hatta şeyhinden başkasına duygu yüklemek haşa Allah’a şirk koşmak gibi, bir eşyayı sevip okşamak saklamak haşa putperestlik gibi, bir arkadaşı fazlasıyla önemsemek, haşa ‘sapıtmak’ gibi.

Sevgi duyguları tek bir şey’e odaklanır, Ve bu tek bir odak’tan dünyayı ele geçirmek gibi büyük bir ‘enerji’ elde etmeye çalışırlar.

Bu kardeşlerime söyleyeceğim şu, dünya İslam İmparatorluğuyla dünyayı ele geçirmek yerine, bence dünyayı az, az, küçük, küçük ele geçirin, evin balkonunda birkaç saksı içinde ‘ortanca’ ekip sulamak büyütmenin çok büyük bir iş olduğunu hiçbir zaman anlayamadan ölüp gideceksiniz.

MENDERES, DEMİREL, ÖZAL, TAYYİP, HEPSİ POSASI ÇIKARTILINCAYA KADAR SİYASETTE KULLANILDI

13) Karizmatik lider hastalığı Türkiye sağının seksen yıllık hastalığı, Menderes, Demirel, Özal, Tayyip, hepsi posası çıkartılıncaya kadar siyasette kullanıldı.

Ülkenin acil temel sorunları hep Karizmatik Lider’in gölgesinde kalmıştır. Türkiye’de sorunlar, eğitim, işsizlik, tazminat, üretim, artıdeğer, hepsi seksen yıldır karizmatik liderliğin büyük karanlığında çürütülüyor. Sağ, hep karizmatik lider aradı ve buldu. Karizmatik liderler gerçek sorunları ezdi geçti, en temel hayati sorunları gözden kaybetti.

Karizmatik Liderlik de bir nevi dini yapıdır, lidere ilahi mesihi peygamberani kutsal anlamlar verilir.

Ayrıca günümüz karizmatik liderleri siyaseti kendi görünümleriyle yönettikleri için, günün bir yarısını kendi kişisel bakımlarıyla makyajla geçirirler, yani, görüntüm nasıl, medya ne demiş, bu görüntünün düzenlenmesi gündelik hayatlarında ülke sorunlarından çok daha fazla yer tutar, halkın anlayacağı şekilde, karizmatik liderin odaklandığı yer ülke sorunları değil kestanem çizilmesin korkusudur.

Özal işe başlarken Ermeni, Güneydoğu, Kıbrıs, AB vs. sorunu kaldığı yerde duruyor, Tayyip bey onbir yıl önce başlarken aynı sorunlar şimdi de kaldıkları yerde duruyorlar, bir arpa boyu ilerleme yok.

Karizmaya odaklanmış bir ülke çok önemsiz ayrıntıların gündemiyle çok kolayca meşgul edilir.

Sonra bir gün karizmatik liderimiz çoluk çocuğuyla annesinin mezarına gider ve ağlar, ve toplum, o bir fotoğraf karesiyle, kendi işsizliği kendi çocuğunun geçimi, her şeyi bir anda unutur.

Türkiye’de karizmatik liderlere oy veren kitlelere, liderin kendisi değil programları, hangi iş hangi üretim, önemlidir, istediğiniz kadar söyleyin, duymazlar.

Çünkü karizmatik liderlik ülkeyi sağır kör duymaz görmez hale getirir. Sahici gerçek sorunlar ötelenir, birikir, ülke ahlaken manen çürütülür.

Özal sonrası bir ara dönem oldu ve ülke geçici bir süre karizmatik bir lider bulamadı, medyamız bu boşluğu, star sistemiyle doldurdu, hergün Hürriyet manşetine Hülya Avşar, Sezen Aksu, İbrahim Tatlıses, Tarkan, Sibel Can’ı taşıdı. Sonra Tayyip bey geldiğinde ‘star’ sistemine son verildi ve Tayyip Bey öfkesiyle benim başörtülü bacılarım’la bütün boşlukları doldurup ülkeyi yeniden karizmatik huzura kavuşturdu.

Unutma genç adam, karizma, herşey’in yerini alır, işsizlik, sigorta, kalkınma, üretim, unutulur.

14) Ve karizmatik liderler, oy’la sandık’la iktidar oldukları için, toplumun en alt kesiminin duygularıyla oynarlar. Onlara yanlış kinci iftiracı intikamcı ‘zehir’ aşılar. Birkaç sloganla bu okuma yazması zayıf kitleleri galeyanvari duygularla yönetirler.

Türkiye örneğinde görüldüğü gibi, en alt kesimin oyu alınıp en üst kesimden medya patronları ya da Amerika’nın onayıyla bir iktidar kurulur ve bu iki güç’ün cenderesine orta sınıf sokularak ezdirilir. Özal da Tayyip de aynısı yaptı, orta sınıfları yani üreten çalışan okumuş insanları alttakinin oyu üsttekinin medya gücüyle sıkıştırıp suyunu çıkarttı. Sizin geleneklerinize karşı gelen bunlar dedi, sizin ekmeğinizi elinizden alan bunlar dedi, sizi aşağılayan bunlar, dedi, günahkar ve haince şeyler yaptı, bu oy depolarının içgüdülerinden siyaset yapıp oynayıp onlarca yıl iktidarda kalmayı başardılar.

Karizmatik liderlikte politika konuşulmaz, politikacılar konuşulur.

Karizmatik liderler yoksul kitlelere ‘feragat’ etmesini tenbihler, haklarından, ekmeğinden, her şeyinizden ‘memleket’ ve ‘din’ uğruna vazgeçmesi öğretilir.

Din nasıl sorgulanmaz ise karizmatik liderlik de sorgulanmaz anlayışı hakim kılınır.

Tayyip Bey’in ‘karizma’ çalışması tam anlamıyla ‘teoriye’ uygundur ve bilinçle düzenlenmiştir. Yerleşik güçlere, meşru düzene, eski topluma karşı gelebilmek ve cumhuriyeti ve bayrak’ı ve yurttaşlığı ve eşit hakları yıkabilmek için, karizmatik liderler bir ‘hınç’ saldırısı düzenler.

On bir yıldır Tayyip Erdoğan’ın ‘hınç saldırılarını’ izlediniz, onbir yıldır orta sınıfın sanatına sanatçısına bilim adamına özgürlüklerine ama hergün garezle hasetle bir vahşi hücumunu izlediniz.

Karizmatik liderin projeleri de karizmasına uygundur kanalistanbul, Çamlıca’da camii, Gezi Parkı’na topçu kışlası.

Ve yine teoriden bir cümle, karizma ‘yeni bir toplum’ kuramaz, tek yaptığı eskiye, olana, eldekine ‘intikam’ saldırıları düzenlemek…

Ve sürpriz, karizmatik liderler ancak çözümsüz bir kriz baş gösterdiğinde gözden düşmeye başlarlar, ancak, her karizmatik lider, gözden düşmeye başladığında, orduyu, gizli istihbaratı, gizli güçleri sırf kestaneyi kurtarmak için devreye sokar.

‘KARDEŞ KATLİNE’ ŞAHİT OLUYORLAR

15) Bilim adamları kitlelerin sürü psikolojisi üzerine farelerle bir yığın denemeler yaptılar, fareler sürü halinde yabancıya karşı geliyor sürü halinde kemiriyor, tuhaftır, geceleri bu vahşi hayvanlar birbirlerine sokularak uyuyorlar.

Bir sevgiliye bir anneye sokulmaktan daha derin bir sokulma, iç içe düğüm oluyorlar.

Birbirlerinin koynunda uyuyan bu farelerin bir zaman sonra birbirlerinin ‘kardeş katline’ şahit oluyorlar.

Hem o kadar koynundasın hem de kardeş katilisin.

Bunu şöyle izah ediyorlar, yaşadığımız modern toplumda medeni insanlar birbirlerine mesafe koymak zorundalar. Bir insan duygusal ilişkiyi sevgilisi ailesi arkadaşlarıyla ancak yaşayabilir. Burada iki ayrı fare sürüsü birbirlerinin koynunda onyıllarca yumuş yumuş çok derin duygusal ilişkiler kurmuşlar.

Birbirleri içinde yaşamış kitlelerin duygusal kopuşları büyük trajedilere sebep olmuştur, Bosna’yı hatırlayın Sırplar yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Boşnak Müslümanların gırtlaklarından kesti. I. Dünya savaşı öncesi bizler Ermenilerle iç içe koyun koyunaydık, Kurtuluş Savaşı önce Rumlarla aynı köylerde birlikte iç içeydik.

Müthiş bir ‘duygusal kopuş’ patlamasıyla şimdi Ermeniler, Sırplar ve Rumlar’ın en büyük düşmanları haline geldik.

Modern toplumda duygusal ilişkiler tamamlayıcı süsleyici pekiştirici ilişkilerdir, modern toplumun öncelikleri eşit haklar ve özgürlükler ilişkileridir. Çünkü duygusal ilişkiler bir yönüyle ‘feragat’i de vefayı da zorunlu kılan ilişkilerdir. Modern toplumda feragat etmeden de vefa göstermeden de çok çeşitli insanlar bir arada yaşayabilmelidir.

Vahşi tabiatta şebekler birbirlerine dostluklarını göstermek için bir jest çıplak kıpkırmızı kıçlarını avuçlarlardı, bugün hala futbol maçlarında gol atmış arkadaşının .ötüne onaylayıcı sempati şaplağı vuran bu vahşi tabiattan getirilmiş alışkanlıkları görüyoruz, düne kadar, birbirlerinin .ötlerini avuçlayanların bugünkü halini görüyor musunuz?

Şimdi Gülen’le Tayyip’in duygusal infilak’ına şahit olduk ve duygusal kopuş bir anda kardeş katline dönüştü, birbirlerini Ermeni, Rum, Sırp gibi hatta daha da düşmanca görmeye başladılar.

Bu şu demek, devlet terbiyesi, toplum kültürü, başka bir şeydir, müttefikleriniz, koalisyonunuz, ittifaklarınız olabilir, ama hepsi bir sözleşme ve eşitçe olabilmeli.

Siz, bir düşman tayin etmişsiniz, ve gelin gardaşlar birlik olup, dövelim, asalım, keselim, içeri tıkalım ‘ortaklığı’ kurmuşsunuz, başardınız da, ama, ortak düşmanınız ortadan çekilince, yatağı sofrayı mahremi zenginlikleri aranızda bölüşemediniz ve kendinizi bir ‘kardeş katlinin’ ortasında buldunuz.

Bu kuralsız yasasız hukuksuz kişisiz bireysiz eşitsiz bir ortaçağ savaşı’dır ve bir devleti bir toplumu anlamadığınız yönetemediğiniz şimdi çok trajik bir gerçektir.

16) Derinin kasların suratın kemiklerin yaşlanması, batıda çok yaşlı insanlar görürsünüz, kasları löp löp sarkmış hatta mezardan çıkmış ölüler gibi ama hala bisiklete binerler, ancak yaşlılıkları size biyolojik evrimi hatırlatır…

Yaşlılara bir de Kahire, Şam, Isfahan, Yeni Delhi hatta Diyarbakır’da eski bir çarşıda bakın, başka tür yaşlılıkları vardır, biyolojinin değil tarihin konusu gibi. Mekanları giysileri sakalları tıpkı bir ortaçağ ihtiyarı gibi. Tarih sürüyor gibi. Tarihin içinde yaşıyorlar gibi… Londra’da bisiklete binen yaşlıyla Diyarbakır sur dibindeki yaşlı aynı yaştadır ama fotoğrafları çağrıştırdıkları çok farklıdır…

Doğudaki yaşlı biyolojiyi kası deriyi değil Tarih’i size çağrıştırır.

Ülkemizin siyasetine kültürüne dışarıdan bakanlar, bu topraklarda, ortaçağ ‘kurumlarının’ devam etmekte olduğunu görüyorlar, dini, kutsal, hırsız, kardeş katli, karizma, Mesih, cemaat, hepsi, evrimini ve devrimini tamamlamamış bir ORTAÇAĞ fotoğrafı…

Bilinçaltında ve zihinlerde sosyolojik ve siyasal olarak anlamadığımız tanımadığımız ve tamamlanmamış çok şey var, sloganvari yazılarla bu uğursuz günleri anlayamayız, akademi ve medya tırsıp sindiği için modern topluma dair çok şeyi gençlerimiz anlayamıyor, bağırıp çağırıp olup bitenleri fare cıyıltılarıyla kemirmekten öte de yaptığımız bir şey yok, sevgili yurdum, saygıyla.

Nihat Genç

Odatv.com

başbakan erdoğan leman dergisi nihat genç adnan menderes turgut özal süleyman demirel barış pehlivan arşiv