Devrim isteyenlerin yollara çiçekler döşemesi, “ucubeler” dikmesi şarttır

O halde devrim isteyenlerin yollara çiçekler döşemesi, insanın yüreğini titreten "Ay Carmela"lar bestelemesi, “Guernica”lar çizmesi, “ucubeler” dikmesi şarttır.

Gençlik yılları, romantizmin en yoğun yaşandığı, ama kesinlikle de reddedildiği yıllardır. Bir an önce sabahın gelmesi için zorlama uykular yaratılır. Aynanın büyüsünden, anne veya babanın sarsaklamasıyla koparılıp, zar zor yollara düşülür. Baba parfümünden, anne rujundan tırtıklanır, ütüsüz pantolon ya da etekler için surat asılır...

Güne başlamak, beğenilmenin karşı konmaz büyüsüne selam duran idam mangası trampetleri gibidir.

Kahrolası ayna, sizden daha güzel bir insan yaratmamıştır yeryüzünde, ama yine de sabahın kör karanlıklarının gölgesi, endişeyi de birlikte suratınızda dolandırmaktadır. Ergenlik sivilceleri bile, Vezüv yanardağının David Hamilton tarafından karelere hapsedilmiş görkemli fotoğraflarıdır. İleride renkten renge girecek ya da bir uçtan öteki uca “keli” kapatmaya çalışacak saç perçemlerindeki en ufak gençlik “aykırılığı”, yarım saat daha aynaya tutsak olmakla sonuçlanacaktır. Saçları kısaltmama kavgaları, kural dışı saçlar yüzünden “nöbetçi öğretmenle” saklambaç oynamalar, ille de eteği diz üstüne çıkarmak için belden katlamalar, çantayı aşağılık bir “burjuva” ağırlığı kabul edip, kitapları koltuk altına sıkıştırmalar, şapkayı mümkün olduğunca kovboy şapkasına benzetmeye çalışmalar, henüz ayva tüyü görünümündeki sakal-bıyığı taş kömürüyle boyayıp çatık kaşlarla aynalara poz vermeler...

Bunlar, kaçınılmaz romantizm ezgilerinin bireysel hesaplaşmalarıdır. Bir de dış dünyanın romantizmine karşı savaş verme yükümlülüğü vardır gençliğin. Rapunzel’in saçlarıyla alay etmekle başlayıp, Love Story versiyonlarına burun kıvırmalara kadar uzanan romantizmle, Afganistan gerçeğinde ABD’nin “müdahale” gereksizliğini tartışmak üzere, bu ne idüğü belirsiz ülkenin nerede “konuşlandığını” öğrenmek için karıştırılan ansiklopedilere dayanan bir gerçekçilik arasına sıkışmış gençlik...

Sevgilinin rasgele uzattığı, ucu kırık kalemi bir madalyon gibi saklayan romantizmin, babanın anneye ilk tokadı attığında gidip, kalemi tümden kırmaya dönüşen bir romantizm haline gelmesinin altında yatan “ihanet” değil de nedir?

Romantizm elbette yaşanır, ama asla uygulandığı kabul edilmez. Alaycıdır, gerçek dışıdır, reddedilir, ama mutlaka ve kaçınılmaz olarak yaşanır.

Yerinden fırlayacakmış gibi çarpan bir yüreğin, “olması gereken” yakıştırmasıyla değiş tokuş edilmeye çalışılan aşağılık bir gerçekçilik aldatmacasıdır yaşanan. Ne yüreğinizdekini bütün saflığıyla anlatabilirsiniz ne de gerçek diye anlatmaya çalışılan pislikleri yok kabul edebilirsiniz. İkisi arasında bunalmış bir kişilik olarak, üstelik kişiliksizleştirme saldırıları içinde, kırk yaşlarına gelir dayanırsınız. Başta aileniz olmak üzere, tüm toplum için farkında olmadan içinizde bıraktığınız kini, oynayacak yeri olmadığından, apartmanın park yerlerinde top koşturan çocuklardan almaya kalkarsınız. Çünkü arabalar, çocuklardan çok daha pahalıdır. Bu, doğru gibi görünen bir hiddetlenmedir, ama asla insani değildir.

VAROLUŞÇULUK

Birinci Dünya Savaşı’nı çocukluğunda yaşadıktan 30 yıl kadar sonra, İkinci Dünya Savaşını da yaşamak zorunda kalan milyonlarca insan, Albert Camus, Simon de Beauvoir ve Jean Paul Sartre’ın başı çektiği, temeli Kiekegard’a, Dostoyevski’ye kadar uzanan bir akımı ortaya atmışlardı: Varoluşçuluk. Bu, insanların ortak ve mutlu bir yaşam arayışlarını doruğa çıkarttığı, ama istemeden bir savaşın ortasına düştüğü bir dönemde filizlenmiş bir akımdı ve inanılmaz boyutlarda taraftar buldu.

Varoluşçular, basitçe, kendilerini dünyaya fırlatılmış birer varlık olarak görüyorlardı. Kendi istemleri dışında gelişen bu olay karşısında, yaşamı amaçsız görmeye doğru hızla at koşturuyorlardı. Yaşanan anın önemli olduğu, ertesi günün neler getireceği konusunda ahkam kesmenin gereksizliği en önemli dayanak noktalarından biriydi.

Anlaşılabilir bir protesto şekliydi bu. O nedenle de, taraftar bulabildi. Kimse üçüncü dünya savaşının çıkmayacağı garantisi veremiyordu. Kimileri günümüzde, bir çıkmazı yaşayan varoluşçulardan da daha büyük bir çıkmaz içinde olduklarından, kendiliğinden yaratımlarla, varoluşçuluğa, hatta daha da ileri giderek, anarşizme veya nihilizme doğru yöneliyorlar.

Terör, ABD’nin ikiz kulelerini vuruncaya kadar da bu bastırılmış anarşizm-nihilizm duygusu kendini bırakıverdi. Sarsılmaz, vurulamaz, yaklaşılamaz diye bilinen ABD ticaret merkezi ve savunma merkezi yerle bir olunca, dünyanın hiçbir noktasının “güven” içinde olmadığı da ortaya çıktı. Her iki dünya savaşında, kendi ülkesinde bir kişinin bile burnunun kanamadığı ABD’de, bin yılın terör olayı gerçekleştirilmişti ve savaşa karşı geliştirilen güvence düşünceleri de alt üst olmuştu.

Artık varoluşçuluk bile yeterli olmayacaktı, nitekim anarşizm-nihilizm ya da kökten dincilik bir anda iki ayrı kutup olarak da olsa, güncellik kazandı. Arada sıkışıp kalanlar da ya şeytana sarıldılar, ya köprüden atladılar ya da en ucuzundan uyuşturucuya kendilerini teslim ettiler. Kuşkusuz, bu bitmiş bir süreç değildir. Daha da vahimi, dünya bu sürecin henüz başındadır.

ZARI KAZIDIĞINIZDA MARKS’A PARMAK ISIRTACAK TOPLUMSAL ÖRGÜTLENMELERİN ÇATISINI BULURSINIZ

İkinci Dünya Savaşı sonrası insanların bir amacı vardı. Bu uğurda binlerce insan öldü, binlercesi de mağdur oldu, ama boşa geçmemiş, yarını bekleyen yıllar yaşandı. Varoluşçular yarın için, toplumun kendilerine sunduğu seçenekleri kabul etmediklerinden, ertesi günün anlamsızlığından dem vuruyorlardı, amaçsızlıktan değil. Yüzeyindeki yapay zarı kazıdığınızda, altında Marks’a parmak ısırtacak toplumsal örgütlenmelerin çatısını bulabiliyordunuz.

Ama açın bakın, okuyun. Şimdiki gençliğin büyük bir bölümünde amaçsızlık egemen durumda. Bazıları bunu açık açık da dillendiriyor zaten. Şöyle diyor genç bir yazar söyleşisinde: “Hiçbir amacım yok. Amaç, faşistçe bir şey. Doğanın amacı var mı? Düz çizgide düşünenlerin amacı mı olur? Ben yarın ne olacağını bilmiyorum, hayatımın en keyifli, lezzetli yanı da bu.”

Amacın faşistçe bir şey olduğundan yola çıkarsak, belki de, kendi günlüğü için karalama defterine bazı “tümceleri” sıralamış olanların, bu düşüncelerini anlatmamak gibi de bir amaçları olması gerekmez mi? Daha da önemlisi, bu düşüncelerinin başkaları tarafından bilinmemesi için, tıpkı Cesare Pavese gibi, Franz Kafka gibi, Gogol gibi, yazdıklarını yakmış olması gerekmez mi? Amaç yoksa, ürün de yoktur.

O HALDE DEVRİM İSTEYENLER...

İşte belki de çağımız insanının “burunlayarak” dışladığı romantizmin artık bir daha dönmemek üzere tarihin sayfalarına gömülmesi, nesnel gereksinim olan amacın ortadan kalkmasıyla açıklanabiliyor. Kuşkusuz, romantizm her zaman vardı ve olmaya devam edecek, ama şu sıralarda bunun bir yaşam biçimi olduğunu söylemek, neredeyse olanaksız. Yaşam biçimi olması dünyaya veya insanlara ne kazandırır, diye sorulduğunda ise, verilecek cevap iddialı olacak belki, ama kesinlikle de doğru olacaktır: Şimdiki koşullardan daha güzel bir dünya. Çünkü, romantizm, ne kadar aşağılanırsa aşağılansın, yine de temelinde insan sevgisi taşıyan bir felsefi akımdan türemiştir.

O halde devrim isteyenlerin yollara çiçekler döşemesi, insanın yüreğini titreten "Ay Carmela"lar bestelemesi, “Guernica”lar çizmesi, “ucubeler” dikmesi şarttır.

Mümtaz İdil

Odatv.com

devrim romantizm arşiv