Bunlar olursa din limanı bir zindana dönüşür

Siyasetin referans merkezine dini koyunca, pek tabi olarak “kutsallarda” yer alan pek çok değer ve söylem raflardan indirilip, meydanlarda, seçim mitinglerinde kullanılan propaganda metinlerine dönüştürülür.

“Bir ilçeyi kaybedince Kudüs, Mekke ve hatta İslam kaybedilir mi”[1] demeyin. AKP’li Esenyurt Belediye başkanı Ali Murat Alatepe bir konuşmasında tam da bunu söylemişti. Lakin olan oldu, Belediye seçimlerini AKP kaybetti. Gördüğümüz kadarıyla Mekke de Kudüs de yerinde duruyor. İslam’a gelince, iman bir belediyeye bağlı ise o dinin nasıl yaşandığını varın siz düşünün.

Siyasetin referans merkezine dini koyunca, pek tabi olarak “kutsallarda” yer alan pek çok değer ve söylem raflardan indirilip, meydanlarda, seçim mitinglerinde kullanılan propaganda metinlerine dönüştürülür. Seçim malzemesine dönüşen kutsalın ulviyeti ne ise, dile gelen inancın samimiyeti de odur aslında. Bu anlamda dini siyasallaştıranların kutsal ile bağı, inançtan ziyade ihtiras ve fanatizmle ilgilidir. Elbette, aynı kimselerin bazıları din devleti hayali ile de yaşarlar. Lakin o hayal yola çıktığı zaman çoğunlukla başkalaşır, değişir; ruhani yüzünü, dünyevi surete bırakır.

Tunuslu siyasetçi Raşid el-Gannuşi bir yerde şöyle sorar: "Demokrasi haram da diktatörlük helal mi?" Soru elbette mühim ve yakıcıdır. İslam dünyası ve özellikle İslam İşbirliği Örgütü’ne üye ülkelerin liderleri, siyasetçileri bu sorunun cevabını vermeliler. Biz bu arada Gannuşi’nin cevabını aktaralım. O yukarıda aktardığımız soruya şöyle yanıt verir: “Hayır, istibdat, zulüm ve diktatörlük haramdır.”

POLİTİKANIN ARKA BAHÇESİ HALİNE GETİRİLEN DİN

İslam İşbirliği Örgütü demişken buradan devam edelim isterseniz. Malum örgüte üye ülkelerde temel hak ve özgürlüklerin gelişmediğini ve demokratik ölçekte çok ağır sorunlar yaşandığını biliyoruz. Bu durum bizi “İslam ile demokrasi bağdaşır mı” sorusu ile baş başa bırakıyor. Zira malum örgütü bir arada buluşturan unsurun din olması ve anılan örgüte dair demokratik verilerin aynılaşması bize bu soruyu sorduruyor. Lakin ben bu noktada dinden ziyade dinin yaşanma ve yorumlanma biçimine bakılması gerektiğini düşünüyorum. Nitekim tarihsel süreçte bize bunu göstermektedir. Şöyle ki bugün neredeyse kutsallaştırılan mezhepler ve mezhep hükümleri, ilk ortaya çıktığı dönemlerde ve hatta yüzyıllarca aynı saygıyı görüp aynı iktidar gücüne sahip olmamıştır. Dolayısıyla dinin ne olduğu, onu yaşayanların ve onu yeniden ve yeniden üretenlerin kimliklerinden bağımsız değildir.

İşte bu noktada siyasallaşan ve politikanın arka bahçesi haline getirilen din, demokrasi ile bağdaşmaz ve hatta onu düşman görebilir. Çünkü iktidar sahipleri kurdukları ganimet düzeninde demokrasiyi, laikliği küfür gibi görüp, asırlar boyunca, bu düşünce ile halkı zehirlemişlerse, artık son çıkışta çok geride kalmıştır. Dahası gelinen aşamada din artık, ganimetle, güçle, servetle özdeşleşmiştir ve artık bu dini savunmaktan başka bir yol yoktur.[2] Eğer bu din demokrasiye karşı ise demokrasinden kötü bir düzen yoktur. Çünkü demokrasi aynı zamanda iktidarı tehdit eden bir unsurdur ve elbette kimse celladını eliyle çağırmayacaktır.

DİN LİMANI BİR ZİNDANA DÖNÜŞÜR

Öte yandan ganimet dininin muktedir sahipleri, kurdukları rant düzenini sağlamlaştırmak için bütün etik ve insani değerleri önemsizleştirip, hiçleştirmeye çalışırlar. Bu adeta onların kalıcı propaganda metinleridir. Çünkü ideoloji hayatın her alanına sinmeli, yaşamın dört bir yanı bu ideolojik söylem mekanizmaları ile donatılmalıdır. Nihayetinde istenilen insan kitlesine, din yorumuna ulaşılır. Örneğin demokrasi artık küfür olarak kabul görür; devlet başkanı kerametinden sual olunmaz bir kült haline getirilir, örgütlenme, temel hak ve özgürlük gibi değerler yaşamın kıyısında bile kendine yer bulamaz. Hal böyle olunca beklenen sonda kendiliğinden gelir: halkın huzur, inanç ve hatta mutluluk diye sığındığı din limanı, halkı hapseden, bilincini korku ve kaygı ile dolduran bir zindana dönüşür. Artık o zindandan çıkıp, demokrasiyi, müreffeh ve adil bir toplumu talep etmek çok güçtür. Nitekim kalplerdeki sığınaklarda zamanla ruhunu kaybeder hale gelmiştir. Bu öyle çetin bir dönüşümdür çünkü.

OYSA HAKİKAT TAM TERSİNİ SÖYLEMEKTEDİR

“Her ağacın kurdu kendinden olur” misali bir öğretiye, düşünceye en çok zarar verecek olanlar da, onu kişisel menfaat ve çıkarları için kullananlardır. Onun için burada “din demokrasi ile bağdaşır mı” sorusundan ziyade, dini demokrasi ve özgürlükler düşmanı olarak gösteren siyasete eğilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Şu da bir gerçek ki, din, tarih boyunca en çok kullanılan iktidar araçlarından biri olmuştur. Sadece bu tarihin bize gösterdiği hakikat bile din meselesinin siyaseten bağımsız okunmayacağını söyler. Onun içindir ki din, kimi zaman dünyanın, kimi zaman bir ülke ve hatta belediyenin bekası ile özdeşleştirilir, oysa hakikat tam tersini söylemektedir. Hakikat, sağlıklı bir seçimin ve geleceğin ancak özümsenmiş bir demokrasi kültürü ile mümkün olacağını söylemektedir.

Yazımızı 1595 yılında Anadolu Beylerbeyine, Sancak beylerine ve kadılara gönderilen Adaletnamede geçen şu satırlar ile noktalamak istiyoruz. Bakınız aynı zamanda “dinin temsilcileri” olarak da görülen kadılar için Adaletname neler söylüyor: “Belli bir bölgede kargaşalığa sebep olanları saptamak ve reayanın şikayetlerini dinlemek üzere merkezi hükümet, zaman zaman kadıları müfettiş ta’yin ederdi. Kadılar, bu görevi de halkı soymak için kötüye kullanmaktadırlar. Köy köy gezip suçsuz kimseleri suçlamakta, sonra onlardan gerçek dışı suçları için rüşvet almaktadırlar. Kadılar, padişah fermanlarını kendi çıkarlarına göre yorumlamaktan da çekinmemekte idiler. Bir kimse, emirde nasıl yazıldığını görmek istese, onu fermana karşı gelmek suçuyla suçlamakta, para koparmakta idiler.”[3]

[1]https://odatv.com/esenyurtu-kaybedersek-islami-kudusu-ve-mekkeyi-kaybederiz-02041819.html

[2] Aydın Tonga, Derin İslam Doğu Kitabevi.

[3] Halil İnalcık, Devlett-i Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar, s.327

Aydın Tonga

Odatv.com

aydın tonga arşiv