Bu yıl ödenecek borç Merkez Bankası'nın rezervinin beş katı

“Suçluyu anayasaya uyduramıyoruz; anayasayı suçluya uyduralım” diye uğraşıyorlar... Başkanlığın fiilisi 2,5 yılda ülkeyi bu hale getirdiyse, gerçeği ülkemizi ne hale getirir

Nurzen Amuran: İç ve dış borçlarımızın Cumhuriyet tarihindeki en yüksek değerlerine ulaştığı yazılıyor çiziliyor… Paramızın değeri yükselen döviz karşısında erimeye devam ediyor... Reel sektörün yakınmaları haklı olarak artıyor, ancak Hükümet “kur riski yok” diyor. Ekonomide yaşanan sıkıntıları kriz olarak değerlendirebilir miyiz?

Faik Öztrak: Sayın Amuran, Türkiye 14 yıldır el atına binip çalım satan AKP kadroları tarafından yönetiliyor. Bu kadrolar ekonomiyi yurtdışından gelen sıcak parayla, dış borçla şişirdiler ve ekonominin dolara bağımlılığını olağanüstü artırdılar.

Ülkenin dış borcu 14 yılda yüzde 222 artarak 130 milyar dolardan, 417 milyar dolara çıktı. Aynı dönemde reel kesimdeki şirketlerinin net döviz borcu 6,5 milyar dolardan 213 milyar dolara sıçradı.

Sadece 2009 ile 2015 arasında şirket borçlarındaki artış 145 milyar dolar. Bu artışın temel nedeni 2009 yılında çıkarılan ve döviz kazanmayan şirketlere dövizle borçlanma izni veren Bakanlar Kurulu Kararıdır. O kararda bugün elinde dövizi olanları terörist ilan eden Cumhurbaşkanı’nın imzası vardır. Bugünün Başbakanın ve diğer bakanların da imzaları vardır.

Şimdi alınan bu borçlar nedeniyle Dolar kurundaki her bir kuruşluk artış, şirketlerimizde 2,1 milyar TL kur farkı zararına neden oluyor. 2016’da Dolar kuru 60 kuruş arttı. Şirketlerimiz bir yılda 126 milyar TL’lik kur farkı zararını bilançolarına yazdı.

Sadece bu yılın ilk 20 gününde dolar kurundaki 30 kuruşluk artış ilave 61 milyar TL’lik kur farkı zararına neden oldu. 2016 başından şu ana kadar oluşan 187 milyar liralık kur farkı zararı kimin sırtında kalacak?

Fizikte ve ekonomide önemli bir kural vardır. Hiçbir şey vardan yok olmaz; yoktan da var edilemez. Bu kur zararı eğer çeşitli yöntemlerle sigortalanmadıysa bilançodan silinemez, buharlaşamaz. Zarar eden bu şirketler önce ürettikleri mal ve hizmetlere zam yaparak bu zararı kapatmaya çalışacaklardır. Bu da mal ve hizmet fiyatlarının artması yani enflasyon demektir. Zam yapamıyorlarsa o zaman çalıştırdıkları işçileri azaltmak suretiyle zararını telafi etmeye çalışırlar. Bu, artan işsizlik demektir. Bunu da yapamazlarsa “Ben borçlarımı ödeyemiyorum” deyip şirketlerinin kapısına kilit vururlar, kapatırlar. Bu da ekonomik daralma demektir. Her üç durumda da zararın faturası vatandaşın sırtında kalır.

Türkiye’de şu anda bu üç sıkıntı da yaşanıyor. Enflasyon çift hanelere koşuyor. İşsizlik son 79 ayın zirvesinde ve artmaya devam edeceği anlaşılıyor. Ekonomide üretim ve gelir düşmeye başladı. Bunun sonucunda herkes borcun altında eziliyor. Borçlar ödenemiyor. Protesto edilen senetlerin tutarı hızla artıyor. Bu iktidarın yanlış politikaları milletin cebini yakıyor. Her konuda kutuplaşmış vatandaşlarımız bir konuda uzlaşıyor. Siyasi görüşü ne olursa olsun insanlarımız artık ekonomide bir kriz olduğu konusunda hemfikir.

Kadir Has Üniversitesi tarafından her yıl yapılan Türkiye Sosyal-Siyasi Eğilimler Araştırmasının 2016 sonuçlarına göre vatandaşlarımızın yüzde 72’si ekonomide kriz var diyor. 2014’de vatandaşlarımızın sadece yüzde 13’ünün ekonomide kriz var dediğini hatırlayacak olursak durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Vatandaş artık bıçak kemikte diyor. Hükümet ise ekonomideki yangına ve vatandaşın sorunlarına gözlerini kapamış, ülkenin rejimini değiştirmeye çabalıyor.

TC MERKEZ BANKASI KASASINDAKİ ALTINLARI DA DİKKATE ALSAK BU YIL ÖDENECEK BORÇ KASADAKİ NET REZERVİN BEŞ KATI

Cumhurbaşkanı vatandaşa “dövizlerini sat” çağrısı yapıyor. Sizin de değindiğiniz gibi döviz kurları da sürekli artıyor. Bu yıl ödememiz gereken borcu ödeyecek kadar ülkemizin döviz rezervi var mı? Ülkenin döviz rezervleri bu sıkıntılı günleri çıkarmaya yetecek düzeyde mi?

Müdebbir tüccarlar sıkıntılı günler için ihtiyat akçesi ayırır, ülkeler de sıkıntılı günler için döviz rezervi biriktirirler. Bu aynı zamanda döviz bolken ekonomide sel olmasını, döviz yokken de ekonomide çöl olmasını engeller. 13 Ocak itibariyle Merkez Bankası kasasında altın dahil net rezerv 35 milyar dolar. Bundan altın rezervini de düşersek kalan net rezerv 20 milyar dolar. Oysa Türkiye’nin bu yıl ödeyeceği veya yenileyeceği dış borç 163 milyar dolar. TCMB kasasındaki altınları da dikkate alsak bu yıl ödenecek borç kasadaki net rezervin 5 katı. Yine bu yıl yapılacağı söylenen ithalat 214 milyar dolar. Yani kasadaki döviz 2 aylık ithalata bile yetmiyor.

Ekonomide iyi bir şey olduğunda kerameti kendinden bilen, kötü bir şey olduğunda ise sorumluluğu başkalarına havale eden bu kadroların elinde ekonominin geldiği nokta burası. Yaşanan tipik bir Ağustos böceği hikâyesidir. Ucuz ve bol dövizli günlerin ilelebet süreceğini sanan AKP kadroları, şimdi hatalı politikalarının neden olduğu kırılganlıkların sorumluluğunu yurt dışına, bankalara, muhalefete, terör örgütlerine, hatta vatandaşa yıkmaya çalışıyor. Sanki sorumlu milletmiş gibi de fedakârlık milletten bekleniyor.

Bakın Cumhurbaşkanının vatandaşlara ilk defa “dövizlerinizi bozdurun” dediği günlerde dolar kuru yaklaşık 3,40 TL idi. Şimdi 3,80 TL civarında. Cumhurbaşkanının çağrısına uyup 1000 Dolar bozduran vatandaş eline geçen parayla bugün ancak 895 Dolar alabiliyor. Vatandaşın kötü gün için ayırdığı paraları pul ettiler. Sonra da tulumba da su bitti diyorlar.Oysa hatırlatmak isterim hiçbir Cumhuriyet hükümetine nasip olmayan kaynaklar AKP iktidarları tarafından kullanıldı. 14 yılda vatandaştan toplanan vergiler, özelleştirmelerle satılan kamu varlıkları, yapılan iç ve dış borçlanmayı dikkate alırsanız AKP iktidarlarının kullandığı toplam kaynak 1 trilyon 942 milyar dolar. 1924-2002 arasındaki tüm Cumhuriyet hükümetlerinin kullandığı toplam kaynak ise 713 milyar dolar. Yani 14 yılda AKP iktidarlarının kullandığı iç ve dış kaynak kendinden önceki tüm hükümetlerin kullandığının 3 katı.

Tulumbadaki bu su nasıl biter? Önceki hükümetler Keban barajı, Atatürk barajı, Petkim, Tüpraş, Telekom gibi hepsini burada sayamadığım yüzlerce dev tesis yapmış; siz de AKP olarak bu yapılanları satmışsınız. Ne yaptınız deyince “yol yaptık köprü yaptık, AVM yaptık” diyorlar. İyi de “O yol ve köprüleri devlet kasasından bir lira çıkmadan yaptırdık” diye övünen siz değil misiniz? O yapılan yol ve köprüleri dolara endeksleyen ve maliyetini fahiş geçiş ücretleriyle milletin sırtına yükleyen sizin iktidarınız değil mi? Durum buyken haklı olarak bize de hesap sormak düşüyor. Tüm Cumhuriyet hükümetlerinin kullandığı paranın 3 katını kullandınız. Peki, nereye gitti tüm bu paralar? Tulumbanın suyunu nasıl bitirdiniz?

Geçenler de TBMM kürsüsünde bir konuşma yaptınız. Sizin araştırmalarınıza göre, 14 yıllık AKP iktidarı sırasında 39 Milyar dolar ülkemize kaynağı belirsiz para girmiş. Bu kaynağı belirsiz paralar bahsettiğiniz toplam kullanılan kaynağın içinde mi? Kaynağı belirsiz para demek kara para anlamına gelmez mi? Kim denetleyecek bu paraları? 14 yıl önce ülkeye kaynağı belirsiz döviz girişleri bu büyüklükte oldu mu?

Sayın Amuran, dikkatiniz için teşekkür ederim. Hayır, bahsettiğim 14 yılda kullanılan toplam kaynağın içinde bu kaynağı belirsiz para girişleri yoktur. Benim bahsettiğim vergi geliri, özelleştirme geliri, içeriden ve dışarıdan kamunun yaptığı borçlanmalar vardır, yani kaynağını bildiğimiz paralardır.

Kaynağı belirsiz para girişlerine dönecek olursak, sadece bu yılın ilk 11 ayında ülkemize gelen kaynağı belirsiz para miktarı 9,6 milyar Dolar. Kaynağı belirsiz para girişi geçen yılın son ayında da devam ettiyse, bu alanda yeni bir rekor kırılmış olacak. Oysa ülkemize 1980 ile 2002 arasında kaynağı belirsiz para giriş-çıkışlarının toplamı sıfır idi. AKP’li yıllarda ise ülkeye kaynağını bilmediğimiz net 39 milyar dolarlık para girişi oldu. Kaynağı belirsiz para girişinin özellikle 2011 ile beraber arttığı ve sistematik hale geldiği anlaşılıyor.

Kaynağı belirsiz para girişinin bu denli artmasının nedenleri sizce neler ?

Merkez Bankası, raporlarında hazırladığı kutucuklarla birtakım açıklamalar getirmeye çalışıyor. Ama diğer yandan kaynağı belirsiz para girişlerinde de yeni rekorlar kırılıyor. Tüm bunlar çeşitli iddia ve ithamların da önünü açıyor. Bakın daha düne kadar, Gaziantep ve İstanbul Kapalıçarşı’nın IŞİD teröristlerinin finansman ağı içindeki yerine dair batı medyasında yayınlar yapılıyordu. Bu ithamlar Türkiye’nin hak ettiği ithamlar değildir. Bu ithamlara sebebiyet vermemek ve başımızın daha da ağrımasına engel olmak için TBMM’nin bu duruma vaziyet etmesi gerekir. Ekonomide zaten büyük kırılganlıklarımız varken; dışarıya bir de bu tür ithamları yapma imkânı vermeyelim.

Biz kendi içimizde ekonomik ve siyasi sorunlarla boğuşurken Ulusal dava olarak adlandırdığımız Kıbrıs davasında kamuoyuna pek yansıtılmadığı iddia edilen gelişmeler olduğu söyleniyor. Ne oluyor Kıbrıs görüşmelerinde?

Sayın Amuran, milli davaların, millet adına, görüşüleceği yegâne adres TBMM’dir. Kıbrıs, bu ülkenin en önemli milli davalarından biridir. Ancak Hükümet bu konuda Meclise bilgi vermemektedir. Oysa bu milli dava için Kıbrıs Barış Harekâtında 486 askerimiz şehit verilmiştir. Yine yüzlerce mücahit kardeşimiz bu mücadelede şehit olmuştur. Bizim ve Kıbrıslı mücahitlerimizin kanıyla sulanmış olan bu toprakları yavru vatan bilmişiz. Bugüne kadar tüm Cumhuriyet hükümetleri bu ihtimamla Kıbrıs’ın üzerine titremiştir.

Kıbrıs, sadece bu yönüyle değil, stratejik değeri bakımından da bizim için son derece önemlidir. Kıbrıs, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e açılan kapısıdır. Kıbrıs, bugün Güney sınırlarımızda çizilmek istenen koridora uzanmış bir settir. Böylesine stratejik öneme ve bizim için milli değere sahip Kıbrıs, korkarım Girit olma yolundadır. Şu anda süren müzakerelerde ne alınmaktadır ne verilmektedir? Askerimiz Kıbrıs’tan çekilmekte midir? Karpaz, Güzelyurt gibi yavru vatana ait topraklar Rum tarafına mı bırakılmaktadır? Hükümet acilen Meclis’i ve milleti bu konuda bilgilendirmelidir. Şu anda ülkenin en öncelikli konularından birisi budur. Ancak ülkenin öncelikleri ve milli menfaatlerimizle Hükümetin öncelik ve menfaatlerinin örtüşmediğini üzülerek görüyoruz. Sayın Başbakan önceliğin Kıbrıs olmadığını, Başkanlık meselesinin en öncelikli konu olduğunu geçtiğimiz günlerde ifade ederek Cenevre’deki görüşmelere katılmamıştır. Türkiye, kendi siyasi çıkar ve beklentilerini, milli bir davanın ve çıkarlarımızın önüne koyan siyasi kadrolarla yönetiliyor. Üzücü olan budur.

SURİYE SINIRIMIZ PERFORE OLUYOR ”PEŞAVERLEŞİYOR”

Güneydoğumuzdaki sorunlar ise giderek daha da karmaşık hale geliyor. Yabancı istihbarat örgütlerinin birbirleriyle mücadele ettiği,vekalet savaşlarının yürütüldüğü Irak ve Suriye için atılan adımlar, bizleri güney sınırımızın güvenliğini sağlayacak noktaya getirdi mi?

2011 yılının Nisan ayında Suriye krizi henüz başladığında Cumhuriyet Halk Partisi, Suriye’nin toprak bütünlüğünün Türkiye için bir beka sorunu olduğu konusunda Hükümeti açık bir biçimde uyardı. Bu uyarılarımız nedeniyle hatırlarsanız Hükümet ve dönemin Başbakanı, “Cumhuriyet Halk Partisi, Esad’ı destekliyor” diye kıyameti koparmıştı. 2011’den bu yana Cumhuriyet Halk Partisi ne dediyse Güney sınırlarımızda o gerçekleşti. “Suriye sınırımız perfore sınır oluyor, ‘Peşaverleşiyor’. Bu çok ciddi güvenlik sorunlarına neden olacak” dedik. Hükümeti uyardık. Dediğimiz maalesef oldu. “Sınırlarımızdan Suriye’ye giden silahlar ve insanlar bir gün bize döner” dedik. Hükümeti uyardık. Maalesef bu da oldu. Bunlardan mutlu olacak değiliz.

Şimdi Hükümet geç de olsa hatalarından dönmeye çalışıyor. Suriye’nin toprak bütünlüğünü Esad’dan daha fazla Türkiye savunur hale geldi. Bu baştan itibaren olması gerekendi. Ancak Hükümet kadroları biz onları uyarırken, o günlerde Emevi Camii’nde namaz kılma rüyası görüyordu. O rüya bugün Türkiye’nin beka sorunu haline dönüştü. Bu hatanın bedelini de tüm millet canıyla, kanıyla ödüyor.

Şimdi Türkiye’nin toprak bütünlüğünü sağlayabilmek için 50’nin üzerinde Mehmetçiğimizi Suriye’deki çatışmalarda şehit verdik. İçeride terör örgütü sayısı birken üç oldu. Bölücü teröristlerin yanına, IŞİD ve FETÖ eklendi. Terör eylemi yapılmayan tek bir hafta bile geçiremiyoruz. Her gün yüreğimiz yanıyor.

Dün bu hataları yapanlar, fiili başkanlık ilan edip ülkede kaos yaratanlar, devleti beraberce yönettikleri koalisyon ortaklarına askeri darbe girişiminde bulunma izni verenler, millete kanıyla canıyla bedel ödetenler, bugün beni başkan yaparsanız her şey düzelecek,nasıl diyebiliyor?

“BİZ SUÇLUYU ANAYASAYA UYDURAMIYORUZ; ANAYASAYI SUÇLUYA UYDURALIM” DİYE UĞRAŞIYORLAR

Evet Başkanlık rejimine ve Anayasa değişikliğine gelelim. Referandum yolu açıldı:Konuşmalarınızda sık sık Türkiye’de son 2 - 2,5 yıldır fiili başkanlık uygulandığını söylüyor, “Fiilisinden ne gördük ki, hukukisinden ne göreceğiz” diyorsunuz. Fiili başkanlık döneminde Türkiye’de neler oldu, hukuki başkanlık gelirse Türkiye’de ne olur? Bunu biraz açar mısınız?

Sayın Amuran, 2014 Ağustos ayından bu yana Türkiye’de hukuk ve Anayasa tanınmadan filli başkanlık sistemi uygulandığını Hükümet de kabul ediyor. Zaten Cumhurbaşkanı da seçildikten hemen sonra, “Parlamenter rejim bekleme odasında” diyerek yarattığı fiili durumu ilan etmişti. Şimdi AKP ve MHP el ele vermiş, “Yaratılan bu fiili durumu hukuki duruma uygun hale getireceğiz” diyorlar. Yani ortada anayasal bir suç var. “Biz suçluyu Anayasaya uyduramıyoruz; Anayasayı suçluya uyduralım” diye uğraşıyorlar. TBMM’nin görevi hukuku suçlulara uydurmak değildir. TBMM’nin görevi 78 milyonun içine sinecek hukuku yapmaktır. Eğer suçlu hukuka uymuyorsa onun hesabının verileceği yer de yargıdır. Elbette geçmişte de demokrasimizde sorunlar vardı, ancak 1876’dan beri istikametimiz belliydi ve hiç değişmedi. Bu çerçevede egemenlik Saraydan alındı, millete verildi. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM, milletin egemenliğini korumak için yine millet adına Kurtuluş Savaşı’nı yönetti. 29 Ekim 1923’te de doğan çocuğun adı Cumhuriyet olarak kondu. Cumhuriyeti kuran kadrolar, 1946’da tüm güç ellerinde olmasına rağmen, ülkeye çok partili parlamenter demokrasiyi getirme konusunda hiç tereddüt göstermedi. 1950’de de hiçbir sıkıntı çıkarmadan sandığa saygı duydu ve iktidarı başka bir partiye devretti.

Demokrasimiz kesintilere uğradı ancak kimse egemenliğin adresini değiştirmeye kalkmadı. Milli egemenliğin adresi hep TBMM olarak kaldı. Ancak şimdi egemenliğin adresi TBMM’den alınıp, Beştepe’ye Saraya taşınmaya çalışılıyor. Ülkemiz ayağından çekilip, 150 yıl öncesine götürülmeye çalışılıyor.

Bu hedef çerçevesinde Türkiye’de son dönemde her şey bilinçli bir şekilde bozuldu, ucube haline getirildi. Yasama, yürütme ve yargı arasında denge ve denetim ortadan kaldırıldı.

Bozulmanın hızlandığı, sorunların arttığı dönem ne zaman diye dönüp baktığımızda son 2 - 2,5 yıl. Yani fiili başkanlığın uygulandığı dönem. Peki bu 2 - 2,5 yılda ne oldu? Milletin aşı, işi mi arttı? Ülke daha huzurlu, yaşanabilir bir ülke haline mi geldi?

Bakın 2014 sonunda Türkiye’de kişi başına gelir, önümüze yeni getirilen milli gelir serisini dikkate alarak söylüyorum, 12 bin dolarken, 2015’de 11 bin dolarlara indi. Yani tek bir yılda kayıp 1100 dolar civarında. 2016’da kişi başına gelir 11 bin doların da altına indi. Yine sadece 2015’de ülkenin milli geliri 931 milyar dolardan 856 milyar dolara indi. Yani tek bir yılda milli gelir 75 milyar dolar eridi.

Yine işsizlik oranı ve işsiz sayılarına bakalım. Mevsim etkilerinden arınmış işsizlik oranı 2014 Ağustos ayında yüzde 10,3 idi, 2016 Ekim ayı itibariyle yüzde 11,7. Aynı dönemde işsiz sayısı 2 milyon 954 binden, 3 milyon 611 bine çıktı. Fiili başkanlık döneminde işsizler ordumuza 657 bin yeni işsiz eklendi.

Ülkenin dış borcu 2014 Eylül ayında 399 milyar dolardı, 2016’nın Eylül ayı itibariyle 417 milyar dolara çıktı. Fiili başkanlık döneminde ülkenin dış borcu 18 milyar dolar arttı.

Buna karşın TCMB kasasındaki net döviz rezervi ise 2014 Ağustos sonunda 40 milyar dolardı, 13 Ocak itibariyle 35 milyar dolar. Fiili başkanlıkta dış borç artarken net döviz rezervi 5 milyar dolar eridi.

Yine fiili başkanlığın uygulandığı dönemde ülkemiz tüm uluslararası karşılaştırmalarda geriye gitti. Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü, yolsuzluk algısı gibi endekslerde baş aşağı düştük.

BAŞKANLIĞIN FİİLİSİ 2,5 YILDA ÜLKEYİ BU HALE GETİRDİYSE, GERÇEĞİ ÜLKEMİZİ NE HALE GETİRİR

Ülkede huzur kalmadı. 2014’de Türkiye Küresel Barış Endeksi’nde 128. sıradaydı, 2016’da 17 basamak gerileyerek 145. sıraya düştü. 2014’de Türkiye, 178 ülke içinde, ekonomik özgürlükler bakımından 64. sıradaydı; 2016’da 15 basamak gerileyerek 79. sıraya indi.

Yine ülkemiz Hukukun üstünlüğü endeksinde 2014’de 59. sırada iken; 2016’da 40 basamak gerileyerek, 99. sıraya indi. Bu dönemde yolsuzluk algısı da hızla bozulmaya devam etti. Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından hazırlanan yolsuzluk algı endeksinde Türkiye’nin konumu 2014’den 2016’ya 11 basamak kötüleşti, 75. sıraya indi. “Başkanlığın fiilisi 2,5 yılda ülkeyi bu hale getirdiyse, gerçeği ülkemizi ne hale getirir?” diye bu nedenle soruyorum. Kaldı ki tüm uluslararası karşılaştırmalarda güçlü demokratik parlamenter rejimlerle yönetilen ülkelerde insanların daha mutlu, daha huzurlu, daha müreffeh yaşadığı da bir gerçek.

Örnekler verir misiniz?

Dünyada vatandaşlarına en iyi eğitimi, sağlığı ve gelir koşullarını sunan ilk 10 ülkenin 8’inde demokratik parlamenter rejim var. Bunlardan biri, İsviçre, doğrudan demokrasiyle yönetiliyor. Tek bir ülke, ABD ise Başkanlıkla yönetiliyor. ABD’deki Başkanlık rejiminde güçler ayrılığı, denge ve denetim mekanizmaları ise çok güçlü. Başkanlıkla yönetilen diğer pek çok ülke ise başarısız ülkeler kategorisinde yer alıyor. Nitekim insanlarına en kötü yaşam koşullarını yani en kötü eğitim, sağlık ve gelir koşullarını sunan on ülkenin 7’si başkanlıkla, 3’ü yarı başkanlıkla yönetiliyor. Yine dünyanın en mutsuz 10 ülkesi de Başkanlık veya Yarı Başkanlıkla yönetiliyor.

İşte bu nedenlerle biz güçlendirilmiş demokratik parlamenter rejimin Türkiye’yi sıçratacağına, vatandaşlarımıza hak ettiği huzur ve refahı sağlayacağına inanıyoruz.

Sayın Deniz Baykal TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada, bu anayasa değişikliğinin bir proje olduğunu dile getirdi. Kamuoyu şu sorunun yanıtını arıyor: Nedir bu projenin perde arkasında olan, neden bu kadar acele edildi, neden şimdi, böylesine terörün arttığı bir süreçte anayasa değişikliklerinin gündeme getirilmesi ve acele edilmesi neden? Bu süreci siz nasıl yorumluyorsunuz?

Bu Başkanlık meselesinin zamanlaması elbette manidardır. 11 Ekim 2016 tarihinde Sayın Devlet Bahçeli’nin partisinin grup toplantısında başkanlık rejimine yeşil ışık yakan konuşmasıyla bu süreç resmen başlatılmıştır. Sayın Devlet Bahçeli’nin geçmiş dönemde kendi söylediklerine ve partisinin seçim bildirgesinde parlamenter sistemden yana olduğuna dönük taahhütlere rağmen, bu sürecin önünü neden açtığı kamuoyunda merak edildi. Sayın Devlet Bahçeli partisinin tabanına ve seçmenlerine bu sert dönüşün nedenini elbette açıklayacaktır. Bu ayrı bir konudur. Ancak bu sürecin sonunda Türkiye’de Eyalet sistemi muhipleri başarılı olursa, ülke etnik temelde ayrıştırılırsa MHP büyük bir vebale ortak edilmiş olacaktır. Türkiye’de bugüne kadar Başkanlık sistemini destekleyen adreslerin başında terörist başının olması bu çerçevede düşündürücüdür. Bunları şimdilik bir kenara bırakıyorum.

Bugüne nasıl geldiğimize dönük kronoloji aslında pek çok şeyi kendiliğinden ortaya koyuyor Sayın Amuran. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Türkiye’de bir kaos döneminin kapıları açıldı. Hatırlayınız 7 Haziran’da AKP tek başına iktidar olma imkanını kaybetti. Milletin kararı, ortaya çıkan iradesi Saray tarafından beğenilmedi. Yine ilk defa Sayın Bahçeli tarafından ifade edilen bir seçimi yenileme sürecine girildi. Bu süreçte ülkede başlayan terör dalgası ve patlayan bombalarla vatandaş korkutulup, depolitize edildi. Güvenlik kaygılarıyla vatandaşlarımız yeni bir tercihe zorlandı. Tek başına iktidarın güvenlik sorununu çözeceği algısı yaratıldı.

1 Kasım 2015’te vatandaşlarımız AKP’yi yeniden tek başına iktidara getirdi. Ancak seçim bitti, bu sefer de sandıktan çıkan Başbakan beğenilmedi ve bir Saray darbesiyle, seçilmiş Başbakan koltuğundan edildi. Hemen ardından inanç odaklı siyaset yapan, vatandaşın 14 yıldır iktidarı verdiği, mahallenin çocukları arasındaki kavga şiddetlendi. Taraflardan biri işi hain bir darbe teşebbüsünde bulunma noktasına getirdi. Millet iradesinin tecelli ettiği yer olan Meclisimiz bombalandı.

Darbe girişiminin ardından OHAL ilan edildi hukuk devleti askıya alındı. Liyakate değil, alnı secde görüyor deyip kendi mahallesinin sakinlerini bürokrasiye ve yönetici kadrolarına dolduran iktidar bu defa da bürokraside büyük bir tasfiye hareketine girdi. Kurunun yanında yaş da yandı. Ama daha da önemlisi hem askeri hem de sivil bürokrasinin yönetme kabiliyeti hızla yıprandı.

7 Haziran’dan sonra ortaya çıkan kaos ve şiddet sarmalında bugüne kadar 1100’ün üzerinde güvenlik görevlimiz şehit düştü. 500’e yakın vatandaşımız teröre kurban oldu. Ülke tam bir yangın yerine döndü. Oysa 1 Kasım seçimlerinde millete vaat edilen neydi? İstikrar. Ancak bugün bakıyoruz, millet iradesine yapılan saygısızlığın bedeli büyük bir kaos oldu. Şimdi aynı senaryonun bir kez daha uygulamaya konduğu anlaşılıyor. Bu çerçevede Numan Kurtulmuş’un itirafı siyaseten ibretliktir. Eğer referandumda “Evet” çıkarsa terör dururmuş. Şimdi vatandaşın oyları ve iradesi yeni bir korku dalgasıyla rehin alınmaya çalışılıyor. Bu kadrolara güvenilemeyeceği artık anlaşılmıştır. Aynı suda iki kez yıkanılmaz; aynı senaryodan iki film çıkmaz.

Eğer bu kadrolar darbe girişiminden sonra başlayan yangını söndürmeyi, 14 yıllık kötü yönetimin yarattığı tahribatı durdurmayı hedefleselerdi izleyecekleri tek bir yol vardı. Bu, tıpkı 23 Nisan 1920’deki milli ruhla, TBMM’de sağlanacak bir milli mutabakatı oluşturmaktı. Bu seçenek kullanılmadı. Tersine önce TBMM’yi işlevsiz hale getirecek fiili başkanlık durumunu konsolide edecek şekilde OHAL rejimi uygulamaya kondu. Ülkede hükümet eliyle bir karşı darbe yapıldı.

Dünyada diktatörler iktidara nasıl gelmişlerdir?

Dünyada pek çok diktatör seçimle iş başına gelmiştir. Kaotik dönemlerin ardından da kendi dikta rejimlerini kurmuşlardır. Çaresizlik ve korku içindeki insanlar özgürlüklerinden vazgeçmeye ikna edilmiştir. Tarihin bize gösterdiği bir diğer gerçek ise bu dikta rejimleri büyük acı, kan ve gözyaşı pahasına da olsa er veya geç yıkılıp gitmişlerdir.

Milletimiz şimdi tarihteki bu gerçekleri de dikkate alarak bir karar verme arifesindedir.

Halka güveniyor musunuz?

Ben milletimizin ferasetine güveniyorum. Milletin seçtiği bazı vekillerinin gösteremediği cesaret ve feraseti milletimiz gösterecek, çoluğunun, çocuğunun geleceğine “Başkanlığa Hayır” diyerek sahip çıkacaktır.

BAŞKANLIK TEKLİFİNİN ÖZÜ ŞUDUR:”MİLLET TEK BİR ADAMI SEÇECEK. SEÇİLEN TEK ADAM DA HER ŞEYİ SEÇECEK”

“Hayır” çıkacağına inancınız sizin halka güveniniz. Referandumda millet başkanlığa “evet” derse Atatürk'e dahi verilmeyen yetkilerle donatılmış bir başkana karşı nasıl bir sorumluluk üstlenilmelidir?

Her ne kadar teklif sahipleri, adını bile koymayı utanıp getirdikleri bu ucube rejime, Cumhurbaşkanlığı sistemi deseler de, hiç eğip bükmeyelim Başbakan yoksa onun adı Başkanlıktır. Partili başkan Cumhurbaşkanı olamaz. Getirilen başkanlık teklifinin özü şudur: “Millet tek bir adamı seçecek, seçilen tek adam da her şeyi seçecek.” Bunu yapan Başkanın da fiilen hiçbir sorumluluğu olmayacak.

Karşımızda tüm güç ve yetkileri Başkana bağlayan buna karşın Parlamentonun Başkanı denetleyecek, halk adına ondan hesap sormasını sağlayacak yetkilerini budayan bir rejim değişikliği var. Seçilen Başkan tek başına yürütme gücünü temsil edecek. Kendine yardımcılar seçecek, atayacak. Atanacak bu yardımcılar seçime girmeyecek, milletten onay almayacak.

Seçilen Başkan aynı zamanda bir partinin başkanı olacak. Yani partisinin milletvekili listelerine konacak isimleri o seçecek. Dolayısıyla TBMM’de gücü elinde tutacak. TBMM’deki gücü ola ki yetmediğinde, çıkaracağı Başkanlık kararnameleriyle kanun yapacak. Yani, TBMM’nin Türk milleti adına yasa çıkarma yetkisine ortak olacak. Milletin yüzde 100’ünü temsil eden ve Türk milleti adına Yasa çıkarma yetkisine sahip olan Meclis, milletin yüzde 50 küsur oyunu alan bir Başkanın vesayeti altına sokulacak. Başkan tek başına Meclisi fesih edebilecek ama Meclis’in Başkanı görevden alması veya seçime götürmesi fevkalade zor olacak.

Tüm bu güç ve yetkiler de Başkana yetmeyecek; bir de kendini denetleyip dengeleyecek yargı gücünü istediği gibi seçecek. 15 üyeden oluşan Anayasa Mahkemesinin 12 üyesini bizzat doğrudan kendisi, 3’ünü ise TBMM eliyle Başkan seçecek. Hakimler Savcılar Kurulunu hem kendi atayacağı Adalet Bakanı ve Müsteşarı hem de seçeceği üyelerle Başkan istediği gibi şekillendirecek. İşin özeti Yasama-Yürütme-Yargı gücü tek bir adamın elinde toplanacak. Yani kuvvetler ayrılığı olmayacak.

Sayın Amuran, bir demokrasiyi demokrasi yapan tek başına sandık değildir. Sandık demokrasilerde gerekli koşuldur, ancak yeterli koşul değildir. Demokrasi için yeter koşulu sağlayan “kuvvetler ayrılığıdır.” Yasama-Yürütme-Yargı kuvvetleri birbirini millet adına denetleyip, dengeler. Şimdi bu ortadan kaldırılıyor. İşte onun için bu bir sistem değişikliği değil, rejim değişikliğidir.

Tüm kuvvetlerin tek elde toplandığı rejimin ismi “diktadır.” Getirilen bu rejimin ismi “hep bana, hep bana, Rabbena rejimidir”. Türkiye böyle bir rejimin eşiğine getirilmiştir. Ancak millet buna geçit vermeyecektir. Kendi geleceğine sahip çıkacaktır.

Olağanüstü Hal'in getirdiği koşullarla ekonomik sıkıntıların iç içe yaşandığı bir süreçte referandum için koşullar nasıl uygun hale getirilecek? Sizler özgürce görüşlerinizi halka nasıl duyuracaksınız ve gerçekleri anlatabilecek misiniz?

Türkiye’de demokratik yarış çok uzunca bir süredir adil değil. Karşımızda iktidarı elinde tutabilmek adına her türlü yola başvurabilecek kadrolar var. Bu çerçevede eminim OHAL rejimini sonuna kadar istismar etmekten çekinmeyeceklerdir. Medyanın hali ortada. Tek mecra sosyal medyaya getirilen yavaşlatma ve yasakları herkes görüyor.

Bu koşullarda referandumun adil koşullarda olmama riski büyüktür. Bu projenin müelliflerinin içine sürüklendiği ızrar hali seçim hileleri gibi başka sıkıntıları da akla getirmektedir. Bu tür girişimler dünyada nasıl karşılık görüyorsa milletimizden de o karşılığı alacaktır. Biz karşı karşıya olduğumuz bu sıkıntıların bilincindeyiz. Ancak bizde de davasında haklı olmak gibi çok büyük bir siyasi güç var. Bu güç kaynağını milletin vicdanından alıyor. Dolayısıyla var gücümüzle milletin vicdanının sesine tercüman olacağız.

Güçlü bir Türkiye için “Evet” denilmesini istiyorlar. Sözgelimi referandumda “evet” çıkarsa ekonomide yatırım başlar mı?

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Bunların elinde Başkanlık rejimi kazara geçsin, olacak bellidir. Türkiye’de kimse yatırım yapmaz. Bugün elindeki devlet gücünü muhaliflerine karşı acımasızca kullanmış, hukukun üstünlüğüne saygı duymayan, herkesle kavgalı bu kadro Türkiye’ye yatırım için kimi ikna edecek?

Yasama-Yürütme-Yargının tek adama bağlandığı bir ülkede kim yatırım yapar Allah aşkına? Bir düşünün bir yatırım yapacaksınız, izni Başkanın adamları verecek. İşletme faaliyete geçti. Başkanın seçtiği SSK müfettişleri, vergi müfettişleri kapınıza dayanacak. Sizi muhalif olarak fişlerlerse yandınız. Hemen korkunç tutarlarda cezalar kesilecek. Başkanın adamlarının dolduğu TBMM’den sizi bu cezalardan koruyacak, mülkiyet hakkınıza saygı duyulmasını sağlayacak yasalar geçmez, denetim de olmaz. Siz yine de cezaya itiraz etmek için Yargıya gideceksiniz ve karşınızda Başkanın adamlarının atadığı savcıları yargıçları göreceksiniz. Onlar da başkanın size kestiği cezaları onaylamaktan başka bir şey yapmazlar. Tam bir derdini Marko Paşa’ya anlat durumu. Böyle bir ülkede yatırım yapılır mı?

Şimdi AKP kadroları rejim değişince Türkiye ileri sıçrayacak diyor. Oysa bu kadroların tek derdi tarihin akışını tersine çevirip, egemenliği milletten alıp saraya vermek. Türkiye elbette sıçrayacak; ancak AKP kadrolarıyla ve bu başkanlık rejimiyle değil. Türkiye, güçlendirilmiş demokratik parlamenter rejimle ve bizzat milletin kendi kaderine el koymasıyla sıçrayacak. Mevcut düzenin eksikleri çok. Demokrasimizi, parlamenter rejimimizi güçlendirecek bir Anayasaya ihtiyaç var. Büyük bir uzlaşmayla bunu yapabiliriz. Milletin ufkunu açabiliriz. Ben bu konuda umutluyum. Milletimiz de kötümser olmasın. Kötümserlik kaos ve kargaşadan beslenmek isteyenlerin ilacıdır. Mutlu Türkiye’yi milletimizle beraber inşa edeceğiz. Bu konuda kimse umudunu kaybetmesin.

Güleryüzlü bir Türkiye’de yaşamak umuduyla, biz de size bu doyurucu açıklamalarınız için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran
Odatv.com

başkanlık anayasa CHP Faik Öztrak arşiv