BU YAZIYI LİBERAL EDEBİYATÇILAR VE BEKİR BOZDAĞ OKUMALI

Demirtaş Ceyhun’un son yazısına saygıyla

Ülke artık toplumcu gerçekçilik nedir unuttu.

Toplumcu gerçekçi yazarlar yalnızca Sovyetler Birliği’nde yaşardı sanki de, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Şolohov, Ehrenburg, Pasternak, Polevoy, Simonov ve daha nicesi anılmaz oldu.

Türkiye zaten hazırdı bu akımı “halı altına” süpürmeye. Ümmet ile toplum arasındaki farkı ortaya çıkarır korkusuyla cemaatler zaten karşıydı toplumculuğa. Gerçekçilik ise asla ele alınmayacak bir konudur dinciler için.

Peki “liberal” diye geçinen takıma bakarsak: Onlar için de toplumcu gerçekçilik “miyadını” doldurmuş bir akımdır. Bu tür yazarlar “dinozor” muamelesi görmektedir. Yaşar Kemal büyük lokma olduğu halde, hiç uğramadığı sataşmalara bu dönemde uğramıştır.

Varsa yoksa, metafizik tabanlara dayalı “sanal” dünyaların anlatıldığı ve ucu Stephen King romanları gibi “bilinmeyen güçlere” uzanan romanlar ve yazılar gündeme getirildi.

Demirtaş Ceyhun, “dinozor” grubunun temsilcilerinden biriydi ve tüm hayatı boyunca toplumcu gerçekçi çizgisinden ödün vermedi. Bu yüzden de “büyük kanallarda”, önemli “edebiyat programlarında” boy gösteremedi.

Bilineni yazmak olarak nitelendiriliyordu bu usta yazarların yaptıkları. Oysa yaşam “aşk, inanç ve varoluş” arasında sıkışmıştı ve bundan kurtuluşun yolu bireyseldi.

Bu yüzden de yıllardır toplumu kurtarmaya çalışan ekipler, insanlar ve güçler hüsranla sonuçlanan bir hedefe doğru hızla koşmuşlardı.

Demirtaş Ceyhun’u kaybettik. Böyle bir edebiyat adamını kaybetmenin ne anlama geldiğini edebiyat dünyasını iyi bilenler bilir.

Şu rastlantıya bakın ki, “Ottawa Sözleşmesi”nden bahisle, mayınlarla ilgili yapılan Ar-Ge çalışmalarından söz eden bir yazı yazıp gönderdim.

Odatv’nin sitesine tekrar baktığımda Demirtaş Ceyhun’u kaybettiğimizi üzülerek öğrendim. Onunla ilgili yazılar yazmazsak “yuh bize” diye de bir yorum gönderdim.

Sonra da “son yazısı neydi acaba,” diye internetten baktım.

Son yazısının “Ottawa Sözleşmesi ve Mayınlı Araziler” üzerine olduğunu görünce de ister istemez irkildim.

Barış Terkoğlu’nu arayıp, yazımı yeniden düzenlemek ve Demirtaş Ceyhun’a “ithaf” etmek istediğimi söyledim.

Yazı uzadı, ama bence anlamlı oldu. Demirtaş Ceyhun son yazısında Ottawa Sözleşmesi’nin özüne değinmiş. 1997’de imzalanan ve 1 Mart 1999’da yürürleğe giren “Antipersonel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin, Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme’nin” asıl amacının mayınların temizlenmesi değil üretilmesinin ve ordularca kullanılmasının yasaklanması olduğuna değiniyor.

Hal böyle olunca, durum daha da vahimleşiyor. PKK’nın yollara döşediği mayınların da Ottawa Sözleşmesi kapsamında değerlendirilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Yok eğer onlar hala bir “terör” örgütü muamelesi görüyorsa mevcut hükümet tarafından, söylenecek pek söz yok. Ottawa Sözleşmesi’ni imzalamamışlar, der geçersiniz.

Ama son günlerde muhatap aldığımıza göre?

Son yazı da bu konuda önemli noktalara değiniyor zaten.

Devam edelim Demirtaş Ceyhun ile:

“İlginçtir; bu köşe yazarlarımız, aydınlarımız, politikacılarımız Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesini, sözleşme salt sınırlardaki mayınların temizlenmesiyle ilgiliymiş gibi tartışırlarken, sanki özellikle de kamuoyunu sözleşmenin insancıl nedenlerle düzenlendiğine inandırabilmek için bu mayınlar yüzünden şimdiye dek yaşamını yitirmiş, sakat kalmış insanlarla ilgili öyküler anlatıp rakamlar da vermektedirler aynı anda.”

“Gerçek Gündem” adlı internet sitesinde rastladım Demirtaş Ceyhun’un yazısına. Okunmasını da şiddetle öneriyorum. Buraya olduğu gibi yazıyı almam halinde ise, hem Ceyhun’un yazısına yazık olacak hem de benim yazdığımla örtüşmeyecek.

Ama onu hemen anmak için önemli bir fırsattı.

Ama asıl onun edebiyatçılığı üzerine yazmam gerek.

Bu da bana verilmiş bir görev kabul ediyorum.

Gelelim mayın konusunun devamına:

Suriye ile olan sınırımızdaki 508 bin dekarlık mayınlı alanın temizlenmesi konusu sürekli gündemde olduğu için odatv olarak biz de işin üzerine gitmeyi sürdürüyoruz.

Söz konusu alanının 508 bin dekarın çok üzerinde olduğunu, iki Kıbrıs büyüklükte olduğunu iddia edenlerin de haklı olduğunu bir önceki yazıda vurgulamaya çalışmıştım.

Bu kez, geçtiğimiz yıl kasım ayında ODTÜ, ODTÜ Teknokent’in Elginkan Vakfı sponsorluğunda düzenlenen “Yeni Fikirler Yeni İşler” yarışmasında birincilik alan projeden söz etmek istiyorum.

Aslında konu birkaç kez gündeme geldi. Bazı haber siteleri bu proje ile Suriye sınırındaki mayınların da temizlenebileceğini yazdılar, ama mayın tartışması “kiralama” işine kilitlenince, konu unutuldu.

Söz konusu yarışmanın sonunda ODTÜ'lü öğrenciler Sıla Toksöz, Ledun Akyüz, Ajsa Reka ve Laila Akhmetova'dan oluşan "Biyonesil" grubu "Biyolojik Mayın Tespit Sistemi" isimli projeleri ile iki kategoride birinciliğe layık görüldü.

Projenin en dikkat çeken yanı, doğada var olan bakteriler aracılığıyla, doğaya ve canlılara zarar vermeden modifiye edilen biyonensörlerlerle çevre temizliğinin gerçekleşeceğini kanıtlaması. Burada en önemli nokta ise, mayınlı arazilerden toprak örneği alınarak, o bölgelere özel bakteri üreterek, yani izole ederek, bunları patlayıcı tespitinde kullanılabilir hale getirmek.

Evet, bütün bu okuduklarınız doğru. İnternet sitelerinde de “Sıla Toksöz” diye girdiğinizde bununla ilgili haberleri bulabilirsiniz.

Şaşırtıcı olan noktaya gelince projeyi ayakta alkışlayan ve ödüllendiren jüri üyelerinin projeyi geliştiren ekibe güvenmemesi ve onları “tecrübesiz” bulması. Bu arada Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın da konunun fazla siyasallaştığını söyleyerek gençleri uyarması.

Sizce böyle bir yaklaşım nereden kaynaklanmış olabilir?

Proje üzerinde sıkı bir çalışma yapıldığında Ottawa Sözleşmesi çerçevesinde taahhüt altına alınan 5 yıl içinde başarıyla uygulanıp alanı temizleyebilir.

Projenin ana mimarı Sıla Toksöz, Sıla internet sitelerinden birinde (herhalde yasak öncesi) yöntemi şöyle anlatıyor:

"TNT ve türevleri doğada bulunmayan, yapay moleküller. Fakat yapısal olarak bu moleküllere benzeyen bazı moleküller bakteriler tarafından tanınıyor. Bu molekülleri tanıyan proteinleri üreten genleri değiştirerek TNT ve türevlerine bağlanacak şekilde bir dizayn yapmak mümkün. Bu sayede de parlayan bakteriler aracılığıyla patlayıcı tespiti yapılabilir."

Görüyor musunuz bizim “cinleri”?

Her ana “gemicik” alan, “likit yumurta” satan “yavrular” doğurmuyor. Böyle gereksiz zamanda gereksiz buluşlarla ortaya çıkıp, “arazi satışını” engelleyenler de oluyor.

Oysa bu çocukların eline üç beş bin dolar sıkıştırıp, sırtlarını sıvazladıktan sonra

Proje ciddiye alınsaydı...

Projenin gerçekleştirileceği laboratuar için 1 milyon dolar gerekiyormuş. 125 bin TL ödeme yapılmış çocuklara onlar da laboratuar yerini tespit etmişler ve malzeme siparişlerini vermişler. Sıla Toksöz, birkaç aya kadar bazı sonuçları alabileceklerini söylüyor zaten.

Ama yine de engelleneceklerdir, kuşkunuz olmasın. Niye mi?

2005 yılının ocak ayında TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nin hazırladığı mayın dedektörünü anımsayınız.

Olay, Meclis’in gece yarısı kararıyla alay eder gibi:

“Dünyada 100 milyonun üzerinde patlamaya hazır mayın var ve mayın yüzünden her 20 dakikada bir insan hayatını kaybediyor. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi'nde (MAM) üretilen akıllı bir dedektör binlerce insanın hayatını kurtarmaya aday. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) için üretilen ve yedi yıllık bir çalışma sonucu ortaya çıkarılan İki Duyargalı Mayın Tespit Sistemi adlı cihaz tüm testlerden başarıyla geçti, 2005'in sonunda seri üretime başlanabilecek.”

Eee, ne oldu da proje terk edildi? Ne uğruna? Kim bir kenara konmasını söyledi?

Mayın yok edecek bakterilerin sonunu da aradan on yıl geçtikten sonra aynı şekilde mi okuyacağız?

Niye? Kimse sormayacak mı bunu?

Bekir Bozdoğan’a kimse bunu hatırlatmayacak mı, “Anayasa Mahkemesi kararı siyasidir,” diyen grup başkan vekiline?

TÜBİTAK AR-GE’nin, ODTÜ’lü öğrencilerin çalışmalarının “dolaylı” biçimde engellenmesi, “Anayasa Mahkemesi” kararından daha mı az siyasi, diye sorulmayacak mı?

Yani biraz destek verilseydi eğer…

O zaman şu Anayasa Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararı verdiği ilgili yasanın üçüncü maddesine ne gerek kalacaktı?

Ya da Meclis’te gece yarısı atlatmalarına?

Bütün bunlar yapıldığına göre, Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın da bir sıkıntısı olsa gerek. Demeli ki, “bu proje önemli bir projedir, ama elli yıldan önce hayata geçmez.” Bu durumda söylenecek söz yok. 2014 yılına kadar mayınları temizleyeceğine söz vermiş bir ülke olarak o kadar bekleyemeyeceğimize göre, projeyi askıya almak normal.

Ama öyle bir açıklama yok.

Proje için “güzel ama kullanılabilirliği denenmiş değil,” gibi bir savunma getirilse, bu kez de ödüle niye layık gördünüz, neden parasal destek verdiniz, soruları gündeme gelecektir.

Yani, ardı ardına bir yığın şey yazılabilir burada ve yazı sayfalar boyu sürebilir.

Amaç açık değil mi?

Daha fazla yazmanın bir yararı var mı?

A.Mümtaz İdil

Odatv.com

Demirtaş Ceyhun Şolohov Ehrenburg Pasternak Po arşiv