Bildirilerle savaşmak

Tuzak ve hilelere insan kimliğinizi kurban etmeyin: ‘sinsilikle aşk birlikte yürümez’ (Sadi)...

Çoktandır ‘grup’ halinde yaşamaya başladık ve sonra komutlar ve sonra bildiriler sökün etmeye başladı...

Kuzey Kore halkı gibi, giderek zamanla, somurtmamız, yüzümüzü ekşitmemiz dahi devlet ve vatan ya da örgüte ihanet olarak yargılanabilir...

Koroyla el çırpmaya tribünle tezahüratlara çoktan başladık.

Ortak koronun cezbesine kendimizi kaptırıp ipin ucunu kaybedersek, ki kayboluyor, pek yakında saraydan bir anonsla uyanacağız... İkinci anons, yatağınızı düzeltin. Üçüncü anons, kahvaltı, dördüncü anons, mıntıka temizliği, ki, başladı...

Saraydan bir tekmille hazır ola geçtik bile.

Askerden döndüğümde pantolonum ve havlumu akordeon tarzı düzgünce katladığımı gören ailem delirdiğime karar verdi, o gün bugün tuhaf ince bakışlarının denetiminden kurtulamadım, haksız da sayılmazlar...

İkinci delirme belirtim, telefon açmak için ailemden izin istemek, bu denli şaşırtacak bir nezaket konu-komşuya hala anlatılır...

Üçüncü delirme belirtim lavaboda diş fırçası sabun köpüğünü yan yana düzgünce ama santimi santimine hiza içinde her sabah düzeltip ve şayet bozuksa ev ahalisine ahlak ve asayiş fırçaları atarak milim milim hizaya sokmamdı...

Ama asıl delirme belirtim, arkadaşlarım konuşurken gözlerinin içine bakmıyor çivi gibi bakışlarım boşluğa takılıyor derin bir yerlere telgraf telleri gibi uzanıyordu...

Boşlukta sabitlenmiş bakışlarımın içinde görünmeyen bir Türk bayrağı vardı, arkadaşlarım ve sokakta etrafta benden başka hiç kimse, bakışlarımın uzadığı boşlukta bütün zamanımı örtüp beni içine alan o bayrağı görmüyordu...

Tezkereye iki gün kala üç asker arkadaşla Samsun Sahra Sıhhiye’den doğuya sevk çıkmıştı, son bir vedalaşma komutanlığın önüne geldik, selamları çaktık, esas duruşta bekliyoruz. Komutan çıktı, üstümüzü başımızı duruşumuzu şöyle gözle bir teftiş sonra kağıtlarımıza bir daha baktı. Arkadaşlarımın tezkeresine birer ay, benimse iki gün kalmıştı.

Sen çık dedi, gidene kadar askerliğin biter...

Sevincimi belli etmeden arkadaşlarımdan ayrıldım ama o askeri nizam ve komutanlık önünde sarılıp vedalaşmak mümkün olmadı. Gözlerimiz feryat figan ağıtlar gibi sızıyla inlemeyle konuştu...

Arkadaşlarımın gözleri soğan gibi acı benim gözlerimde ise birden çiçekler açtı.

Onlar gidiyor sen kalıyorsun, bu suçlulukla bir insan nasıl yaşar?

İki gün sonra terhis oldum, koşarak Ankara otobüsüne bindim, gazeteyi aldım, manşette, iki gün önce ayrıldığım iki arkadaşımın şehid resmi, gözlerim boşluğa sabitlendi ve tezkere hükmünü kaybetti, o gün bugün o askerlik hiç bitmedi o bayrak boşluktaki gönderinden hiç inmedi.

NİHAT AĞBİ BU NÖBET BİTMEZ

Ne zaman bir şehid haberi gelse gözlerim aynı boşluğa takılı kalır...

O boşlukta arkadaşlarımın neşeli mavra geyik çeviren yüzleri sonra sesleri gelir: ‘Nihat ağbi, bu nöbet bitmez hadi bize bir hikaye anlat’, ‘Nihat ağbi ne güzel hikaye anlatıyorsun, ne olur bir daha anlat…’, ‘koşun millet Nihat ağbi hikaye anlatıyor’! Ve ben her defasında: ‘Ulan s.ktirin başımdan nöbetten döndüm bir saatlik uykum yok…’

O gün bugün bu ülkeye arkadaşlarıma yazarak konuşarak tek bildiğim işi hikaye anlatıyorum: boşluktaki o arkadaş yüzlerine...

Hayata aşka aileye dünyaya dair bir hüzün bütün ipleri kopartır...

Yıldız gibi bir gençlikten çıkıp bir kara deliğin içine girersin...

O boşlukta acını emsin diye tahtalara duvarlara sokaklara yalvarırsın, arkadaşların yüzü hayatta sokakta gördüğün her şeyin mıknatısı olur...

Otururken kalkarken yürürken uyurken artık, taştan daha ağır görünmez rüzgarlar boşlukta açıp kapatıp açıp kapatıp bu genç adamın suratına hayata açılan bütün kapılarını çarpar...

Hukuksuzca iftiralarla yüzlerce subay içeri atılmış, Ankara Sakarya Meydanı'nda Vardiya Bizde eylemindeyiz, hayatımda ilk defa yüksek subaylarla tanışıyorum, her biri üç-beş yıl içerde yatmış...

İçlerinden biri en yüksek kadrolarda çalışmış... Konuşması entelektüel donanımı olağan üstü, dikkatimi çekti, laflıyoruz...

Tam o sırada, yoldan geçen kara yüzlü deri montlu bir genç adam, selam vererek komutanın yanına geldi, aralarında samimi birkaç diyalog geçti, ancak, genç çocuk, istifini, yani askeri deyimle, nizami duruşunu bozmadı. Komutanın önünde çakı gibi esas duruşta ama çok arkadaşça kanka gibi hoşbeş laflıyorlar...

Çok bilgili pek güngörmüş kibar bir insanla yoldan geçen sıradan bir insan nasıl bu kadar samimi olup kucaklaşıp hoş-beş ederler, merak ettim...

O genç kimdi, dedim, komutana...

O, dedi, Şırnak’ta alay komutanlığı yaparken benim çavuşumdu, Allah’ın takdiri, ben Hasdal cezaevine düşünce, çavuşum olan bu çocuk, gardiyanım oldu...

Çavuşumla dağlarda tepelerde çatışma altında çok mahsur kaldık, çok dünyadan haber alamadığımız günlerimiz geçti...

Ve çavuşla askerlik yaptığı günlerden bir hatırasını anlattı…

Komutan, Şırnak’ta alay komutanı, PKK tepelerde bölgeyi ve bölüğü çevirmiş, çatışma bölgesine girip çıkmak mümkün değil... Cepheyi yarıp çatışma alanına girmek mümkün değil, komutan, gözünü karartıp bir jeeple geceli gündüz tam bir gün çatışa çatışa çatışma bölgesine girmeyi başarıyor...

Bölgeye girdiğinde birkaç asker şehid olmuş yerde yatıyor bir kaçı yaralı yerinden kımıldıyamıyor...

Siper vaziyet kendini koruyarak sürüne sürüne yaralı bir askerin yanına gelmiş... Askeri kucağına almış, etrafta gözleriyle şehid ve yaralıları sayıyor...

Yaralıları şehidleri nasıl taşırım çatışmanın ortasından bir yol bulup nasıl çıkartırız hesabı yapıyor...

Tam o sırada, telsizi genelkurmaydan aranıyor...

Hemen, Ankara’ya gelin’ emri...

Telsizle genelkurmaya, çatışma ortasında cephede olduğunu şehid yaralılar olduğunu, şu anda kucağında bir yaralı asker olduğunu, söylüyor...

Telsiz emri kesin: 'bırakın gelin...'

Komutan, ‘ne için geleceğim’ dedi...

-‘Balyoz’dan aranıyorsunuz, savcılık sizi bekliyor!’

Komutan: ‘balyoz’u ilk defa işte o telsiz emrinde kucağımda yaralı asker orda duydum’ diyor...

KOMUTAN O EMRİN NEREDEN GELDİĞİNİ BİLİYORDU

İkimizin de gözleri boşluğa takılı kaldı..

Biraz sonra, ‘askerlikten soğudunuz mu?’ dedim komutana...

‘Hayır, dedi, sadece, üniforma giymiş şerefsizler gördüm çok midem bulanıyor’ ‘bu kadar şerefsizliği hiçbir insan kaldıramaz’ dedi..

‘Ne yapacaksınız, askerliğe geri döner misiniz?’, dedim..

‘Hayır, dönmem’ dedi, çocuklarım var, onların eğitimlerine ne okuduklarına artık çok dikkat ediyorum, ‘emir alan’ bir yerde çalışmalarını istemiyorum...

‘Emir alan’…

Komutan, kendini tutuklattıran emrin nereden geldiğini biliyordu ve kucağındaki askeri şehid edenlerin de aynı yerden emir aldığını biliyordu...

Türkçemizde bu duruma ‘iki ateş arasında kaldı’ denir...

Mermiyi yiyen de mermiyi atan da aynı yerden emir alıyor...

Genç yazar kardeşlerim, işte hikayemiz: ‘emir almak’, bir zamanların NATO subayları yüksek rütbeli subaylarımız dahi, bu emir nedir, bu emri veren kim, diye kariyerlerini hayatlarını bitirdiler ve emir almayan sivil bir yerden hukuk ve vatan müdafaasına başladılar...

SAVAŞ EMİR ALIP EMİR VERENLERİN DÜNYASIDIR

Bizler yazar çizer insanlarız, askerlik yapmıyoruz, ondan bundan ‘emir’ almayız..

Yazar çizer insanların ‘emir’ alması ve o emrin nerden kimlerden geldiğini merak etmemesi olacak şey değil...

Savaş emir alıp emir verenlerin dünyasıdır...

Bir yazar savaşa karşı ise bu emir hiyerarşisinin dışında durmalı...

Tam aksine kendine yazar diyen çok iyi tanıdığımız bir takım arkadaşlar hiyerarşik bir yere bağlanıp imzalar atıyor ve hatta meydan okuyorlar...

Üniversite yıllarında böyleydi bir zamanlar hapishanelerde, sigarayı bölüşmek, sigara içmenin ötesinde bir ‘dayanışma’ sağlardı...

Yakınların getirdiği sucuğu kurabiyeyi helvayı ev arkadaşlarınla bölüşmek gibi...

Bazen insan yoksullaşıp işsiz kaldıkça bazı durumu iyi arkadaşlar birden ‘haminiz’ olmaya başlar... Sizi korur kollar...

Bir zaman sonra ‘haminiz’ gibi düşünmeye başlarsınız, haminiz gibi siyasi seçim yapmaya haminiz gibi küfretmeyi öğrenirsiniz...

Dayanışma içinde arkadaşlarınızla ya da haminizle ilişkileriniz kişiliğinizi onurunuzu yıpratmayacak alçaltmayacak bir düzeyde olması sizin elinizde...

Yoksa sıradan bir arkadaşlık ilişkisi itibarınızı elinizden alır, birilerinin gölgesi adamı tayfası oluverirsiniz...

Üstelik yazarlık ve akademisyenlik kişilerle değil, metinler ve olgularla çalışır... Bizler metin ve olgulara bakıp değerlendirir yorum yaparız... O arkadaş bizdendir değildir dediğimizde inandırıcılığımız ve ortada yazarlık ve akademisyenliğimiz kalmaz...

Yazarlığa başladığınız günlerde birileri sizin elinizden tutar, kitapevleri, kitap fuarları, dergilerde sayfa sayfa gezdirir, ‘dayanışmanın’ rekreasyon alanlarıdır buralar...

Rekreasyon alanlarında kullanılırsınız, önce hoşunuza gider, sonra yavaş yavaş bir imza metni önünüze sürülür...

Gerçek bir yazar çok dikkatli olmalı ‘lütuf’ kabul etmemeli...

Çünkü rekreasyon alanlarında kullanılan bu yazarlar bir zaman sonra ‘hiyerarşik’ bir yapıya tabii kılınan mesela imza kampanyalarına kurşun asker piyon olurlar...

Genç yazar arkadaşlarım, söyleyin şimdi, bu rekreasyon alanlarında kullanılanlar neden hep aynı bildirilere imza atarlar...

Bir savaşta ‘cephe’ inşa edebilmek için...

Arkadaşlarınızla bilardo oynayın sinemaya gidin laflayın aşık olun kavga edin, ama sırf aynı filmi seyrettiniz diye, bir savaş bildirisinin altına imza atmak zorunda değilsiniz...

Dini cemaatlerde el ayak öpmek, saltanatta etek öpmek, terör örgütüne imza atmak, aynı şey...

Bir yazar imgesini ve bedenini ancak evrensel değerlerin altına imza atarak koruyabilir, terör örgütüne değil...

Bir yazar ve akademisyen kendini bir emir kuluna bir militana dönüştürülüp alay edilmesine nasıl müsaade edebilir?

Bir yazar imgesini ve kimliğini bir terör örgütüne nasıl ipotek edebilir?

Ki bir yazar, giyinirken bile elbisesi şapkasının rengini dahi yazar ve sanatçı imgesi için düşünen tasarlayan incelikli insandır...

Eskiden başkalarının pisliklerini mahkumlara temizletirlerdi, şimdi gördüğümüz, PKK gibi bir terör örgütü, kendi b.kunu bu genç yazar arkadaşlara temizlettiriyor...

Ve birçoğu akademi odalarından başgardiyan ağbileri tarafından zorla çıkartılıp PKK ve liberal ağbilerinin idrar ve püsürüklerinin temizlettirildiğine şahit oluyoruz...

‘Kapatılmış kişiler’den yazar olmaz...

Bazıları ‘istem’ dışı arkadaş dolmuşuna gelmiş kapatılmış, bazıları ‘gönüllü’ ‘görevli’ kapatılmış...

Kapatılan yazarlar aciz ve zararsız yazarlardır...

Bu aciz ve zararsız kişilerin çevrelerine iyi bakın cüzam hastaları gibi tecrit yaşarlar...

Aslında bu aciz ve zararsız edebiyatçılar edebiyat dünyasının alt sınıfını oluşturan ve hizmetçi ve kapıcılar gibi bodrum katlarında ikamet ettirilirler...

Hiçbir zaman üst katlara ‘büyük medya ve büyük dergilere’ çıkma çok tanınma bilinme şansları yoktur...

Bir esir kampı bir ıslahevi gibi, uzak bir mesafeden denetim altında tutulurlar.

Kendileri bazen hoş beş edip bu zavallı durumu inziva, tekkeyi beklemek gibi açıklayıp tevil etse de, gerçek, kapalı dar ışıksız bir bodrum hücresinde tutulduklarıdır...

Ve birkaç yılda bu karanlık hücrelerinden çıkartılıp terör örgütünün resmi ihtiyaçlarını gidermek için imzaları alınır...

Bu bildiriler onlara bir işe yaramak bir boş zaman eğlencesi gibi fırsat sunar, nihayet birileri bizi gördü, derler, doğrudur, otuz yıldır tanıdığım nice zavallıyı bu bildiri vesilesiyle gördüm, o yayınevi bu sinemacının helalarını temizleyerek sinemacı ve yazar olduğunu sanan, nice zararsız...

Nasıl silik bir kimlikleri varsa üstelik bildiriler her yıl kullanıla kullanılan kirli havlulara dönüşür... Bu kirli havluyu değiştirme zahmetine dahi katlanmazlar...

O kirli havluda Apo’nun katillerin Kandil’in kanları terleri vardır ve zavallı zararsız yazarlara temizlettirilir...

Bir yazar yüzünü beynini kalbini bu kirlenmiş havluyla neden temizlemeye çalışır?

Roman yazamadılar film çekemediler ama işte bu ürkütücü ve yoksul ve sahipsiz insanlık gerçeğinin başrolünde oynamayı başardılar...

Bir yazar konu terör olunca neden çişini dışkısını tutamayıp altına kaçıran mucrim bir duruma düşer kim düşürür, işte ülkemizde çekilmemiş film yazılmamış roman budur...

On yıllar boyu her altına kaçırdıklarında ödüllendirilip alkışlandılar ve kahramanlaştırıldılar, şartlanmış refleks gibi öğrenilmiş bu davranışları, sanatçılık yazarlık sandılar.

Oysa onları alkışlayan sadece politik süreçlerdi...

Onları kullanan iktidar cemaat dahi sonra kullanmaktan vazgeçti, aşağılayarak patır patır dökerek kovuyor atıyor...

Şimdi yine altlarına kaçırıp kahraman ilan edileceklerini sandılar ama değil, bu sefer ‘salaklıktan’ ‘sanık’ oldular...

DÜN APO'DAN EMİR ALIYORU BUGÜN TAYYİP'TEN...

Bu kadar genç yazarın disiplin altına alınabilmesinin sosyal siyasi sırları olmalı, düşünün, bir güç onları, blok halinde hareket ettiriyor...

Aralarına irtibat için sızmış denetleyici amirleri var, başgardiyanları var...

Kim bilir bildiriye imza atanlar bir zaman sonra boş gezenin boş yazarı boş kalfası gezerken bir gün başgardiyanlığa terfi ettirileceklerini düşünürler, işte iştah açıcı örnekler ortada, bu bildiriye bir zamanlar komut emrini veren başgardiyanlardan bir çoğu, bugün hem HDP hem CHP hem AKP sıralarından milletvekili olmuştur...

Bir zaman edebiyat dergilerinde bu bildirilere imza atmıyorum diye hakkımızda dedikodu tezvirat yapıp bizleri faşist ırkçı olarak gençlere ağız dolusu anlatan en başgardiyanlardan biri, sonunda AKP’ye milletvekili oldu, nerden nereye kaymayan kim kaldı aralarında!

Sonuç: su kabağının yokuş aşağı yuvarlanıp parçalanmasıdır...

Dün Apo’dan emir alıyordu bugün Tayyip’ten, ne fark eder, her ikisi de Amerika’dan emir alıyor...

Ne söyledikleri ne savundukları ne imzaladıkları şey umurumda değil, takıldığım yer, ‘emir almaktan’ hiç utanmıyor oluşları...

Kimden emir alıyorsunuz, ve emir aldıklarınız kimden emir alıyor?

Bir yazar kimliğini başka bir iradeye ipotek vermesi şahsiyetinin sakatlanmasıdır, tamiri imkansızdır, kim bilir gerçek ışık saçan bir yazar sanatçı olabilecekti...

Ve bu genç yazarlar kapatıldıkları yerlerde yıllarca başgardiyanları tarafından küçük düşürülür, nefes aldırılmaz, ışığa çıkarılmaz, bokları püsürükleri temizlettirilir ve ahlaki kaymalar başlar, idealistçe direnerek başladıkları yerde bir zaman sonra başgardiyanların yalakası yalayıcısı olurlar...

Her küçük düşürülen aşağılanan kapatılmış yazar zamanla başgardiyanına hayranlık duymaya başlar, medhiyeler düzmeye başlar, işte medya dünyası gırla gidiyor, medya tarihimiz ‘danışman medhiyeleri’ diye yeni bir edebi sayfasını çoktan açıp tıka basa doldurdu...

Bu medhiyelerin sosyolojik gerçeğini iyi okuyun, kapalı tutuldukları yerde çürümeye başlarlar ve artık pisliğin kokusunu duymazlar ve düne kadar karşı çıktıkları zalimlerin adamı oluverirler...

On beş yıl ekranlarda gazetelerde ödül kokusu heyecanıyla kişiliklerinden sızan bu çürüyen leş cesed kokularını dolar makam parfümüyle bastırıp bir saatten sonra artık hiç duyamazlar...

Genç yazar kardeşlerim, yükselmek başarmak ödül almak için bir yerlerde ismim çıksın imkan tanınsın diye kimsenin adamı olmayın, kimseden ‘emir’ almayın, kimsenin ‘komutuyla’ iş görmeyin, kimseden ödül beklemeyin, kimsenin kapatması olmayın...

Kaderimizi kişiliğimizi bir terör örgütü bir başgardiyanın ele geçirip savurmasına izin vermeyin...

Biz yazarız, bırakın, rüzgar savursun hayatlarımızı...

Hiyerarşik yapılar komutanlar hamiler gardiyanlar değil...

Genç kardeşlerim! Ağalara ağbilere gardiyanlara fırsat vermeyin...

Dünyanın bütün sokakları bütün tepelerinde yarının ne olacağını bilmeden ilahi şarkılarını söyleyen: rüzgara bir şans tanıyın..

Kendimizi rüzgara bırakmadan ne kuş ne kelebek olabiliriz...

Rüzgar emir vermez rüzgar üstünüzde iktidar kurmaz...

Soyunmamızı bekleyen daha nice yağmurlar yolumuzu gözlüyor...

Yazarlık soyunmanın soyutlama sanatıdır, kontrole hiyerarşiye gelmez...

Yazar çizer sanatçı kardeşlerim, A4 kağıdı dört köşe sınırları vardır, imza atarsınız karalarsınız yazılar döşersiniz...

Ama gözlerinizin takıldığı sonsuz boşluk sonsuzdur A 4 kağıt gibi bir sınırı bitimi yoktur...

Bakışlarınızın gömüldüğü o sonsuz beyazlığı doldurmak zordur, en küçük bir hile kaldırmaz...

Bizi kimler öldürüyor, kim emir veriyor, bizi kim düşman yapıyor, soruları çok zordur...

Arkadaşlık dostluk grup bizim takım bizimkiler örgüt savaş cephe diyerek bu sonsuz boşluğu imzalarla dolduramazsınız...

Bu sonsuz boşluğu kağıda çekmek bir ömür ister...

Bu sonsuz beyazlıkta uygun sloganlı proğramlanmış rüzgarlar yoktur...

Bu sonsuz beyazlığı içinizde nefes yapmadan kağıtlara dökmek imkansızdır.

Dürüstlük ahlak erdem kardeşlik bu sonsuz boşluğun değirmeninde dönmeden yıkanmadan yazı olmaz, yazar olunmaz...

A4 kağıtlara çok güvenmeyin sonra kalkıp kalbim beynim insanlık nerde diye hayıflanmayın...

Evrenin büyüklüğü karşısında heyecanlarınızı A 4 kağıtlardaki imzalara satmayın...

Yazarın güzelliği kimseden emir almadan o boşluğu yontmak o boşluğu sular seller gibi kelimelerin ucu görünmeyen nehirlerine salmaktır...

Emir alanlar komutla yazanlar hiyerarşik düzen içinde savaş bildirileri imzalayanlar renk renk insanlık şarkılarını bir daha söyleyemez...

Kardeşlerim, emri kimden aldığınızı hepiniz hepimiz biliyoruz, ağbilerinizin başgardiyanlarınızın ağalarınızın son on beş yıldır kimlerle hesaplar tuzaklar kucaklaşmalar içinde olduğunu hepimiz tane tane biliyoruz, yapmayın, tuzak ve hilelere insan kimliğinizi kurban etmeyin: ‘sinsilikle aşk birlikte yürümez’ (Sadi)...

Nihat Genç

Odatv.com


Bildirilerle savaşmak - Resim : 1

bildiriler akademisyen Balyoz Komutan nihat genç PKK arşiv