BAŞBAKAN ERDOĞAN BU SÖZLERİN NE ANLAMA GELDİĞİNİ BİLİYOR MU

Toplumcu sanat ile topluma sunulan sanat arasındaki farkı burada belirtmeliyim ki, Başbakan ne demek istedi daha iyi anlaşılsın. Konu daha çok...

Toplumcu sanat ile topluma sunulan sanat arasındaki farkı burada belirtmeliyim ki, Başbakan ne demek istedi daha iyi anlaşılsın. Konu daha çok “muhafazakâr sanat” düzlemine çekilmeye çalışıldı. Muhafazakâr sanatın olmayacağı üzerine görüşler bildirildi.

Ancak, Başbakan’ın “elitist” diye küçümsediği tiyatro sanatı ile başlattığı “sanat toplumcu mu olmalı” tartışmasında öne sürdüğü görüş muhafazâkar sanatla uzaktan yakından ilgili değil.
Başbakan aslında Marksist bir söylemi yarım söyleyerek, bir anda toplumun büyük bir kesimini yanına çekmeyi başardı diyebiliriz. Buna, sanatın değişik kollarında emek veren sanatçıların itirazları da cılız kaldı.

Sanat toplum içindir yaklaşımından hareket edildiğinde, elbette Başbakan’ın söylemi dar kapsamda doğruyu içeriyor. Ama kastedilen sanatın toplumsal bilinçlenmedeki rolü olmadığından da havada kalıyor. Altı doldurulmamış, öylesine söylenmiş bir söylem.

Eskiden solculuğu entelektüel bir birikime dayandırmanın getirdiği “cümle ezberciliği” de benzer yanlışlara düşerdi. Altını üstünü okumadan uluorta ağır cümleler kullanılır, ama ne olduğu konusunda fikir yürütülmezdi.

Değil mi ki bizler Durhring’i bilmeden Anti Duhring kitabına yumulduk? Asya tipi üretim tarzını ağzımızda geveledik, Marks’ın “artı değer” teorisini eleştirmeye kalktık ve “halkların kendi kader haklarını tayin” fikrini yerli yersiz kullandık.

Toplumcu sanata gelince... Aslında bu konu 1980’li yıllarda bir parça tartışılmış da olsa, asla tam olarak neyin kastedildiği hiç anlaşılmadı. Öyle ki, köy enstitüsü çıkışlı yazarların yazdığı köy romanları toplumcu gerçekçiliğe örnek olarak bile gösterildi.

Oysa iş ne o kadar basitti ne de kolay...

Başbakan’ın kastettiği toplumcu sanatı resme uygularsak, iyi bir “naturemort” tablo, toplumcu bir içerik taşır. Yani resme baktığında kişi, o resmin neyi anlattığını bir bakışta görebilmelidir. Bu, neredeyse Rönesans döneminde terk edilmiş bir resim anlayışıdır. Toplumculukla falan da ilgisi yoktur. Fırçanın bir fotoğraf ustalığında kullanılmasının sanatla bir ilgisi kalmamıştır.

Ama bizim gibi ülkelerde sanat her şeyi doğrudan anlatan bir anlatım biçimine indirgenmek istenir. Düşünceye yer verilmez. Sıradan bir sanat tüketicisi, bir resme baktığında onun aslına ne kadar benzediği ile ölçer sanatının değerini. Aslına en çok benzeyen resim, en başarılı resimdir mesela.
Aynı şey müzik için geçerlidir. Eğer mırıldanabildiği veya ıslıkla çalabildiği bir melodi ile karşılaşırsa kişi, bunu içselleştirir ve benimser. Hegel’in deyimiyle bunlar “ilkel kulaktır” ve eşlik edebileceği müzikten hoşlanır.

Oysa müzik karmaşık bir matematiksel olgudur ve bir yığın parametreler işin içine girdikçe, anlamak için çaba harcamak gerekir. Vurmalı sazların vücutta yarattığı istemsiz kıpırdanmalar ile müziğin neredeyse hiç ilgisi yoktur. Ama bu bütün sazların katılımıyla bir “kreşendoya” dönüşürse, işte o zaman ezgi ve ritmin mükemmel birlikteliği oluşabilir. Ritm fizyolojik bir etkidir, ezgi ise müziğin ana yapısını oluşturan temel öge.

Edebiyat sanatında da aynı kurallar geçerlidir. Genellikle okunması kolay olan şiir, roman, öykü ilk anda beğeni kazanır. İnsanın iç dünyası ile ilgisi yoktur bu yazılanların, genel doğrular geçerlidir ve daha çok da iyi ile kötünün, intikam ile acı arasına sıkışmış durumdadır. Okur, okuduğu eserin kahramanı durumundaki kişinin çektiği acıların sona ermesini ve mutlaka intikamını almasını bekler.
İşte artık bu ne bir roman, ne şiir ne de öyküdür. Bu hayatın çıplak anlatımıdır ve başta en üst örnekleri Emile Zola ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilen “doğalcılık” akımıyla son noktasını koymuş ve kapanmıştır.

Tersi örnek verirsek, Picasso’nun ünlü Guernica tablosu mükemmel bir örnek teşkil eder. Tabloya baktığınızda doğrudan bir savaş sahnesi görmezsiniz, ama akılda kalıcıdır ve savaş karşıtıdır. Velasquez’in tablolarına nasıl derinlik verdiği hala çözülememiş bir tekniktir. Salvador Dali klasik dönemi anlatacak yüzlerce tablo yapabilecek yetenekte olmasına rağmen, son dönem tüm tablolarında çizgilerin ve renklerin gerçeküstü biçimde sanat tüketicisine ulaşmasını gerçekleştirmiştir.

Virginia Wolf, James Joyce, Marcel Proust gibi yazarlar da basit anlatım tekniğini bir kenara bırakıp, okurun beynini zorlama yoluna gitmişlerdir. Basit anlatımla varılacak yere varılmıştır. Bu konuda binlerce yazılı eser yaratılmıştır, ama artık iş içeriğin biçimi belirlemesi aşamasına gelmiştir. Bu durumda içerik, çıplak gözle ve çıplak beyinle algılanandan çok daha fazlasını içinde barındırmaktadır. Okur bu gizemli labirentte kendine yeni bir yol bulmak zorundadır.

Temeldeki sorun, tüm sanatlar için geçerlidir bu, göz ile algılamak mı beyin ile algılamak mı sorusudur. Göz ile algılanan ve beğeni kazanan sanat eserleri için toplumcu sanat demek artık mümkün değildir. Aslında hiçbir zaman da olmamıştır. Göz ile algılanan bir eser, aslına benzediği ölçüde bir hayranlık uyandırır insanda ve o anda da biter.

Bu kadar sanat tarihi ahkamı bile okuru sıkacaktır. Bu yüzden ben yine Başbakan’ın “sanatın toplum için” olması gerektiğinden yola çıkarak, kastedilenin beyin ile değil, göz ile algılanan sanat bakışı olduğunu söylüyorum.

Yuvarlak cümleler kolay sarfedilir. Sanat sanat içindir der bırakırsınız. Ne olduğu, nasıl olduğu ise ciltler dolusu kitapla bile anlatılamaz, o ayrı. Sanat toplum için dersiniz, dediğim gibi Marksist bir söylemdir aslında bu, ama içi doldurulmadığı sürece havada kalacaktır.

Kastedilen, “elitist” diye nitelenen toplumun belli kesiminin toplumdan uzak, kendi içinde sanatsal değerlendirmeler yaptığına ilişkin bir eleştiridir ve üç telli saz ile yapılan bir müziğin toplumun geniş kesimi tarafından beğeniyle karşılanması topluma hizmet eden sanat olarak algılanır.

Başbakan’ın sözünü ettiği sanat anlayışı asla muhafazakar sanat değildir. Bu çok açık. Kastettiği, geniş toplumsal kitleler tarafından kabul görmüş çıplak sanattır. Anlamak için çaba gerektirmez, dinlemek için kulak gerektirmez... Anılarla pekiştiğinde zihninize kazınır ve aslında müzik, resim ya da yazılı eserlerde karşılaşılan “ezgiler” anıları canlandırdıkları için vardırlar. Ortada sanat eseri yoktur, sanatın çağrıştırdığı imgeler vardır.

Bu konu daha çok su kaldırır, ama sıkıcı bir konudur da aynı zamanda. İki kelime ile özetlenemeyeceği gibi, bu sayfalara da sığmaz.

Son olarak: Sanatın topluma inmesi değildir toplumcu sanat, toplumun sanata yükselmesidir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

karl marks başbakan erdoğan arşiv