BALIKLAR KENDİLERİNDEN KÜÇÜKLERİ YİYEREK YAŞAR

1) Milletvekillerinin emeklilik hakları fazlasıyla abartıyla tıpkı bir vurgun gibi meclisten hızla geçiverdi.. Meclis duvarına kocaman harflerle...

1) Milletvekillerinin emeklilik hakları fazlasıyla abartıyla tıpkı bir vurgun gibi meclisten hızla geçiverdi..

Meclis duvarına kocaman harflerle Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir yazıyor.. O duvara DOĞRUSUNU yazalım siz de kurtulun biz de: 2011 yılında da doğada hiçbir şey yine değişmedi, Balıklar hala kendilerinden küçükleri yiyerek yaşamaya devam ediyor..

2) Ankara bürokrasinin başkenti, şu bürokrasi lafından da vazgeçelim, burada insanlar iki günde hızla siyasi şöhret olabilir, hızla bakan genel müdür iş bile değil.. DOĞRUSUNU eskiler güzel söylemiş: ‘Ankara’da İnsanları Ya Oturturlar ya Çok Hızlı Yürütürler’.

(1970’li yıllarda büyük gazeteler kuponla hediye dağıtırdı, hatta ucuza tapu dahi dağıtılırdı, öyle ki Gölbaşı tepeleri birkaç lira gibi evet yanlış duymadınız vurgulayarak yazalım birkaç ekmek alacak kadar parayla satılırdı.. Şimdi Gölbaşı’nın aynı alçak tepeleri tüm Türkiye’nin değil dünyanın en değerli emlak arazileri oldu, gözüne kestirdiğin onbinlerce villadan her biri beşyüzbin dolardan bir milyon dolara kadar uzanıyor.. Tüm dünya tarihinde değeri otuz yıl içinde bir kuruştan yüz milyon dolarlara yükselen başka bir şey arasanız bulamazsınız, ‘bürokrasi’ tarihte eşi benzeri görülmemiş bu ‘değer artışını’ sağlayan beleş rüşvet ve rantların tarihi..)

3) Tayyip Erdoğan’a ‘sayın başbakanım diyoruz’, ‘yürütmenin başı’ diyoruz, yürütme yasama yargı diyoruz, neyse.. Bugünkü telefon dinleme dökümlerinin Abdülhamit dönemindeki karşılığı ‘jurnallerdi’.. Jurnaller yüzlerce ayrı kitaplara konu oldu. Ancak jurnaller dikkatlice okunduğunda memlekette olup biten hayırlı her şeyin zatı şahanelerin muvaffakiyetiyle olduğunu görürsünüz, diyelim, saraya patates alınacak, ‘sayei şahanenizle’ alındı deniliyor, mesela sarayın baytarı saray beygirlerinin birinin hastalığını tedavi eder ve jurnal raporu şöyle kaleme alınır:

‘Fayton beygirinin zatürre hastalığına mübtela olduğu.. sayei muvaffakiyetlerinizle kamilen şifa olmuş olduğunu arz ederim..’

Yani DOĞRUSUNU söyleyelim:

Sayei şahanenizle ‘açılımların’ muvaffakiyet sağladığı arz olunur efendim.

4) Tayyip Erdoğan beyin çılgın projeleri bir yana memleket için hayırlı eserler açılışında rekorlar kırıyor, bir defada yüzelli bir defada ikiyüz eser birden açtığını gazetelerce bolca duydunuz işittiniz.. Ve bu yüzelli eseri incelediğinizde başbakanımız üşenmemiş polikliniklerin sağlık ocaklarının hatta istinad duvarlarının dahi kurdelalarını kameralar önünde kestiğini görürsünüz..

İstinad duvarları dahi eserden sayıldı ama Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet ‘eser’den sayılmadı, DOĞRUSUNU söyleyelim siz de kurtulun biz de hatta Cumhuriyet Yunus’un deyimiyle bir ‘kıylü kal imiş’, (yani kuru laf boş sözmüş..)

5) Demokrat Parti döneminin ünlü yazarlarından Bedii Faik anlatır, bir bakan Kayseri’nin bir köyüne gider, birkaç gün tatil geçirmek ister, misafir kaldığı köylüye, canım sıkılır burada bana bir iş ver, der, köylü, kapıdaki odunları gösterir, bunları kırarsın, der.

Köylü akşam gelir ki ne görsün dağ gibi odunlar düzgün düzgün yarılmış kırılmış boy boy üst üste istiflenmiş… Neyse, ertesi gün köylü tekrar tarlaya giderken, Bakan bey, köylüye, bugün canım sıkılır bana bir iş ver eylenirim demiş.. Köylü tarladan yeni söktüğü patatesleri göstermiş, şu patatesleri çürük mü sağlam mı diye ayrı ayrı yerleştir, der..

Akşam olmuş köylü döndüğünde bakan beyin patatesleri hiç ayıklamadığını patates dağının önünde kara kara düşündüğünü görür, ‘hayrola, niye ayıklamadın’ der..

Bakan bey, ‘odunları kırmak kolaydı ama çürük mü sağlam mı ayırmak bir karar vermeyi gerektirir, başbakanıma da telefonla ulaşamıyorum..’

Uludere’de otuzbeş insanımız öldürüldü, işin DOĞRUSUNU söyleyelim, ‘kırmak’ kolay da terörist mi masum köylü mü ayırmak zor…

6) İki Karadenizli dağlarda başıboş (yılkı) at bulur boyunlarına kement atıp üstüne binmeye çalışır, atlar yabanidir gemsiz eğersiz binmek imkansız gibidir, iki kafadarın ikisi de dört nala vahşi atların üstünde kumandasız kalırlar, derken bir kafadar attan düşer beli kırılır, at üstündeki diğer arkadaşı beli kırılıp acı acı haykıran arkadaşına bağırır: Sen düştün kurtuldun ya benim halim ne olacak…’

İşin DOĞRUSUNU söyleyelim, Soner Yalçın ifadesini verdi kurtuldu, ya senin benim bizim halimiz ne olacak..

7) Menderes dönemi muhalif yazarları söylemişti: Koyun ithal, peynir ithal, mısır ithal, tohum ithal.. Hatta demokrasi ithal..

İşin DOĞRUSUNU söyleyelim, başbakan ve cumhurbaşkanımız YERLİ…

8) Yıl 1958 Bedii Faik yazıyor, başlık: KANIKSADIK…

‘-Sehpa.. sehpa… sesleri.. Bu sigara sehpası değil idam sehpasıdır..

-İp, ip.. sesleri.. Bu çamaşır ipi değil, idam ipidir..

-Höt pöh.. Bu çocuk muzipliği değil klasik politika nutkudur..

Hayır bir şey değil, hergün bunları dinleye dinleye bir gün gelecek idam sehpasını sigara sehpasından daha az ciddiye alıp ehemmiyetsiz sanacağız, kanıksayacağız..’

Yıl: 2011.. Muhalif yazan çizen hepimize ‘sizi şöyle asacaklar böyle alacaklar’ ihbarları tehditleri gırla gidiyor, açın yandaş medyayı fol yok belge yok, karanlık ODA, tezgahçı ODA.. gibi iftiralar… Sonunda Ahmet Hakan Coşkun’a da aleni şekilde tehdit: Seni de içeri alacaklar az kaldı…

İşin DOĞRUSUNU söyleyelim, (o gün geldi) KANIKSADIK…

9) Yine Bedii Faik yazıyor: Ve bir gün belki Hürriyet de Gelecek Ama Demokrasiden Sonra..

İşin DOĞRUSUNU söyleyelim, o gün bugündür..

10) Ünlü şairimiz Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli, Menderes yıllarında fıkra yazmaktadır, dinleyin:

‘İstanbul’da girişilen büyük imar hareketlerini muhalefet iki de bir acı acı tenkit eder, bütün bu işler hesapsız plansız yapılıyor diye..

Ben o fikirde değilim. Hepsi planlı..Misal Topkapı ile Edirnekapı arasına modern bir cezaevi kuruluyor, sonra aynı noktaya doğru giden geniş bir bulvar, adı: Vatan Caddesi

Şimdi anladınız mı planı..

Vatan Caddesi’nden yürüdün mü sonunda hapishane var..’

Aradan geçti altmış sene yukardaki fıkra çoktan ve kaç kez doğrulandı, işin DOĞRUSUNU artık hepimiz biliyoruz, konuşan yazan herkesin sonu Silivri’ye çıkıyor..

ODA TV, ODA TV Davası Duruşması’ndan Canlı Yayın manşetiyle başlıklarla haber verdi..

Bunun matbuat dilindeki adı: SON BASKI…

2011 yılını tutuklu gazeteci yazar Soner Yalçın’dan hapisten verdiği Son Baskı Haberleriyle bitirdik..

11) Menderes döneminde muhalifler miting ve gösterilerin adını değiştirip: Dayak Bayramı yapalım diyorlar..

Aradan elli küsür sene geçti, DOĞRUSUNU söyleyelim, yıl 2011, dayak bayramları da kesmiyor artık GAZ FESTİVALLERİ’ne başladık bile..

12) Yıl 1946, Demokrat Parti ileri gelenleri meydanlarda bağırıyor: Muhalefetin sesine radyoda yer vermeyen memleketler demokrasiden bahsetmeye hakları olmayan totaliter ve faşist memleketlerdir..

Aradan on iki yıl geçer, radyo ve basın tamamen Demokrat Parti’ye geçer ve muhalefetin sesi çıkmaz… Ve muhalif bir köşe yazarı sorar, Türkiye’de demokratik müesseseler kurulmuş mudur?

Demokrat Parti’nin yandaşı üniversiteli bir profesör cevap verir: Sorarım size daha ne olsun yani?

Aradan altmış sene geçti açın bugün itibariyle yandaş medyayı DOĞRUSUNU öğrenin, Daha Ne Olsun Yani başlığında yüzlerce makaleyi doya doya okuyun..

13).. Neyse geçelim.. Benim özgürlükten anladığım çocukken filmlerde izlediğim maymunların ormanda daldan dala atlamasıydı, aman sıkılmayın, hop başka bir dala, atladım bile..

Leman Dergisi’nde uzun uzun yıllar yazarken okuyucudan bugünkü gibi alta yorumlar değil çok çok sayıda yurtdışından mektuplar gelirdi, dikkatimi çeken bu mektupların çoğunluğunun yurtdışındaki Türkoloji ya da Türkçe kurslarından oluşuydu, şikayetleri hep ‘deyimler’ üzerineydi, şu ne demek bu ne demek..

O gün bugün kullandığım deyimlere dikkat ederim hatta okumuş yazmış arkadaşlarla geyik çevirirken bir test gibi yoklama çekerim, şu ne anlama geliyor diye, hayrettir, çokca kullandığımız bir çok deyim ya hikayesini unutturmuş ya da anlamı çoktan bozulmaya başlamış, birkaçını hatırlatmak istiyorum..

Mesela,

14) Gözden Sürmeyi Çekmek, unutuldu bile.. Gemilerde kerestelerin dizildiği gözler vardı ve her bir keresteye de ‘sürme’ denirdi ve çalınmasın diye başlarına nöbetçi konulurdu, buna rağmen gözden sürmeyi çekenler çıkardı, bu itibarla bir ince hırsızlık tabiri olarak halen kullanılır..

Şimdi de cümle içinde kullanalım, son örneğini mecliste milletvekili emekliliğinde yaşadık, ‘gecenin bir vakti vekillerimiz gözden sürmeyi çektiler..’

15) Diş Bilemek, nedir, bıçak bilemekten geldiği açık ancak bu deyimin bir efsanesi vardı, eskiden Türkler’in bir çok medeniyetten önce diş fırçası kullandıkları söylenir ve Çinliler’e yapılacak bir sefer öncesi Türkler nehirde dişlerini temizlerken bir Çinli tarafından görülüp Çin Sarayı’na rapor edilir: Türkler Dişlerini Biliyor, yani bir saldırı hazırlığı olarak, kullanılır..

Cümle içinde kullanırsak: ‘Başbakanımız bağırsak ameliyatından sonra Suriye’ye diş bilemekten vazgeçti..’

16) Çingene Çalar Kürt Oynar lafı da Tanzimat günleri’nden kalma, deyim anlamını bozmadan bugüne kadar hakkıyla kullanıldı, Çingene lakaplı Hüsam Efendi İstanbul’da belediye başkanı, muhasebecisi de Kürt Ahmet Efendi’ydi. Keçecizade, İstanbul’da işler çok karışık anlamında kullanmış ve deyim çok tutmuştur.. Ancak deyim bazen tam yerine oturmayabilir, çünkü deyimde Çingene ve Kürt geçiyor, oysa Cumhurbaşkanımız Kayserili, Başbakanımız ise Karadenizli’dir..

17) İnsan Bu Kuş Misali.. lafı da çok tutmuştur.. Eskiden Miskinler tekkesi vardı ve ağır hareket eden ya da yerinden kımıldamayanlara ‘miskinlik hastası’ teşhisi konurdu.. Aynı sedirde yan yana iki miskin oturmuş ve bir yıl sonra yer değiştirince söylenmiş bir laf.. Yani insan hareketlerindeki hızlılık ve yavaşlılık üzerine bir hiciv..

Cümle içinde kullanırsak meclisten örnek vermek zorundayız, mecliste aynı sedirin iki tarafı vardır biri ‘komisyon’ diğeri ‘genel kurul’, yıl boyu vekillerimiz komisyon-genel kurul arası yer değiştirir..

Ancak bu deyime meydan okuyup kafa tutan yepyeni bir deyim peydah oldu, onu da Cemil Çiçek bey’in ağzından çokca duymuşsunuzdur: Meclisten Hızla Geçti..

18) Derdini Marko Paşa’ya Anlat deyimi de sıkça kullanılır ama deyimin özünü çoktan unuttuk, şöyle, Marko Paşa sarayda hergün yüzlerce hasta bakarmış, herkesin derdini uzun uzun dinler ama sonunda şöyle cevap verirmiş: Derdini anladım ama ne?

Yanlış hatalı kusurlu ölümler düne kadar Silahlı Kuvvetler’in itibarını yok etmede kullanılırdı, bugün tam tersi oluyor.. Uludere’deki feci kaza üzerine Cumhurbaşkanını dinledik yandaş medyayı dinledik başbakanımızı dinledik ..

Şimdi cümle içinde kullanalım: Derdinizi anladık ama ne?

19) Suratı Sirke Satıyor, lafı da günlük dilimizde çok kullanılıyor, hikayesini gençler bilmiyor olabilir, iki rakip bakkaldan biri raflarına bal şişeleri diziyormuş ama müşteriler yine de yan bakkaldan alışveriş yapıyormuş. Satış yapamayan bakkal bu durumu mahallenin bir ileri gelenine danışmış, bal alıyor bal satıyorum ama müşteriler yine yan bakkala gidiyor, demiş, akıl hocası cevap vermiş: Be mübarek, dükkanda bal satıyorsun ama suratın sirke satıyor..

AKP iktidarı da on yıldır ‘açılım balı’ satıyor, ‘belediye imar balı’ satıyor, ‘ihaleler balı’ satıyor, ‘özgürlükler ileri demokrasi balı satıyor’, ‘beleş medya beleş medya balları satıyor’, ‘askere küfür balları satıyor’, ‘itibarsızlaştırma yok etme Ergenekonla suçlama balları’ satıyor idi.

Ancak Başbakanımız ameliyat geçirdikten sonra başta Bülent Arınç bey olmak üzere AKP’li vekil ve yandaş medyanın suratları sirke satmaya başladı.

Şimdi cümle içinde kullanalım: ‘bakalım bu kadar bereketli hüdai nabit balları bu sirke suratlarla da satmayı becerebilecekler mi?’

20) Vermezse Mabut Neylesin Mahmut, deyimi de kullanımdan hiç düşmedi. Deyimin hikayesi gerçek bir talihsizliği anlatır. Padişah tebdili kıyafet bir kahvehaneye gider ve kahve ister. Kahveci yoksul olduğu için kahve satamadığını söyleyince padişah gizlice hergün kahveciye bir tepsi baklava gönderir ve her bir baklava içinde altın liralar gizlidir.

Ancak kahvecinin para ihtiyacı olduğu için baklavaları hiç ellemeden komşusu lokantacıya satar. Padişah da durumu öğrenince üzülür ve kahveciyi saraya davet eder, eline bir kürek vererek hazineye sokar, karşısında dağ gibi yığılmış altınlar.. Padişah ‘kürek ne kadar alıyorsa hepsi senin hadi kürekle’, der. Kahveci küreği altınlara dipten geçirir, ne görsün, küreği ters tutuyormuş.

Adı Mahmut olan padişah, kahvecinin kürekle dahi tek bir altın alamadığını görünce, söyler, vermezse mabut neylesin Mahmut…

Dün Kızılay’da yürürken eski bir İslamcı arkadaş, ki, onlarca yıldır yapmadığı bakanlık danışmanlığı kalmadı, boynuma sarıldı. Onca aleni küfürlerime rağmen hala boynuma sarılıyor oluşuna şaşırdım. O kadar şaşırdım ki bu deyimin yapısıyla biraz oynayıp değiştirmek vaktinin geldiğine inandım, şöyle değiştirdim:

‘Vermeyince Mahmut yine döner sarılır Nihat’a..’

21) Avcunu Yalamak, deyimi ise kıyamete kadar süren dünya hayatımızda en uzun ömürlü yaşayacak deyim olduğu kesin, hikayesini kadınlar bilir ancak erkekler hala bilmez, çok erkek elde sepette bir şey kalmadı, bir hayıflanma yakınma diye bilinir, yanlıştır, doğrusunu bütün hamile kadınlar bilir, avcunu yalama çok eski zamanlardan kalma bir inançtır. Hamile kadınların canları çok şey (aş ermek) ister ancak bulamazlar, bir inanca göre, avuçlarını yalayınca aş erme isteğinin geçtiği avuç yalayarak tatmin olunduğu söylenir ve halen çok yaygın şekilde uygulanır..

Avcunu yalamak deyimi geçen hafta meclis kürsüsünden şöyle dile getirildi, başbakan ameliyat olup yirmi santim bağırsağı alınınca muhalefet sıralarından daha heyecanlı sesler çıkmaya başlar ve AKP grup başkanvekili kürsüye çıkıp söyler: Avcunuzu yalarsınız..

Evet, başkanvekili ‘avcunuzu yalarsınız’ deyince AKP sıralarından alkış koptu.. İşte yine zihnimden daldan dala atladım, çünkü Osmanlı Sarayı’nda ‘alkış çavuşları’ vardı, törenlerde padişahı alkışlamak için tutulurlardı..

İktidar partisi ‘alkış çavuşu’, muhalefet ‘avcunu yalıyor’..

22) Hoşafın Yağı Kesildi deyimi ise çok yanlış kullanılır, ‘kesildi’ kelimesi üzerine olacak elim ayağı dolandı halim kalmadı anlamında kullanan cahiller de vardır, doğrusu, yeniçeri hoşafı bulaşığı temizlenmemiş kazanlarda yapılırdı ve bir gün yeniçeri ağası değişince kazanları yıkayıp temizletmeye başlamış ve ‘işler düzene girdi’ anlamında ‘hoşaf artık temiz yağsız’ diye kullanıma girmişti, sonra sonra kılık değiştirdi..

Gerçek o ki ülkemizde çok uzun süre daha hoşafın yağı kesilmeyecek, devletin bulaşıklarını yıkayanlar hep hacı hoca, onların da temizliği düzeni bu kadar..

Oysa tam da ameliyattan çıkmış sayın başbakanımızı yağsız tabaklarda hoşaf ikram edebilmeliyiz, nerde, dünkü bebe, bavullu gazeteci Mehmet Baransu dahi başbakanımıza ‘sen kimsin külhanbeyi’ diye naralar atabildi, şaşırdık kaldık, bu gazeteci kime güvenip bu denli üstelik başbakanımıza karşı efelenme cesareti gösterebiliyor..

Başbakanımızın hasta olduğunu biliyorduk ama daha dünkü bir gazetecinin laflarını yiyecek kadar düşmüşse, demek ki sayın başbakanımızın hastalığı çok ciddi, çok çok ciddi..

Ki, çok eskiden kullanılan bir deyimdi, bugünlerde kullanılmaz oldu, bizler yazarız, böyle günlerde hatırlatıp hafızaya yeniden koymak lazım..

Ünlü deyim şu: İŞTE ŞİMDİ YAYA KALDIN TATAR AĞASI.. Hikayesi de şu, alikıran başkesen bir Tatar ağası bütün köylüyü dövmüş korkutmuş ve her yıl çullanıp köylünün parasını malını alırmış..

Tatar ağası öyle kendinden emin ki atlarını dahi köylüye bırakıp gidermiş bilir ki köylüler korkudan atlarını çalmaz üstelik yine korkudan atlarını güzel tımar ederlermiş..

Derken köye bir ‘gavur imam’ atanmış, ki ne imam, gaddarlığı zalimliği duyulmuş görülmüş gibi değil, ‘yerim Tatar ağasını hesabı’, Tatar ağasının atlarına konmuş…

Tatar ağası atları köylüden isteyecek olmuş, köylü, Tatar Ağası’nın kötülükte ‘gavur imamla’ baş edemeyeceğini çok iyi bildiği için biraz da Tatar ağasıyla eğlenmek için söylemiş: İşte Şimdi yaya kaldın Tatar Ağası..

23) Mesleğin nedir sorusuna verilen mizahi bir cevap olarak: Kayseriliyim, deyimi halk arasında halen çok canlı neşeli keyfini sürdürüyor, çoğu insan ‘açık gözlü, kurnaz, işini bilir tüccar’ anlamında bilir, doğrudur ama çoğu genç hikayesini bilmez.. Malum öteden beri askerlikte acemilik sonrası mesleklere ayrıştırma yapılır, okuma yazma bilenler bir tarafa denince okuma yazma bilenler öne çıkar, ancak okuma yazması olmadığı bilinen bir asker de öne çıkar, komutan şaşırır, asker cevap verir: Okuma yazmam yok ama Kayseriliyim..

Kayseri’nin çok feci bedduaları da vardır, ‘ciğerine cinler yapışsın’ diye, keşke Kayseriliyim espirisi saflık kurnazlık olarak hayatını sürdürseydi, siyasi hayatlarının daha başında saflık numarasına yatıp tepeden tırnağa ülkenin ciğerlerine cin gibi yapıştılar..

24) Ölür müsün Öldürür müsün deyimi ise gündelik hayatta çok fazla sıklıkta kullandığımız deyimdir, bir densizlik karşısında ne yapacağımızı bilememek durumunda kullanırız..

Adamın biri hacca gitmiş ve memlekete dönerken padişahıma ne hediye alayım diye düşünüp ipekten bir kefen almaya karar verir ve sarayın kapısına dayanır ve hemen padişaha hediyesini takdim etmek ister. Kapı görevlisi içeri almaz adam ısrar edince hediyeyi görmek ister, ipekten bir kefen olduğunu öğrenince kapıcı iyiden iyiye deliye döner ve adama küfrederek döverek kovmaya başlar.. Tam o sırada padişah gürültüye gelir, kapısına kadar gelmiş saf ve zavallı bir tebasına kapıcının yaptığını beğenmez ve neler olduğunu öğrenirken kapıcıya çıkışır..

Kapıcı ne münasebetsiz bir hediyedir diye ipekten kaftanı hem işaret hem şikayet ederek kendini savunur: Sen mi Ölürsün yoksa öldürür müsün?

Vallahi bunca yıldır yazarım politikayı sıkı takip ederim, özellikle AKP’lilerin Tayyip Bey’i güya sevip sayıp iltifatla konuşmalarının içinde hep bir ‘ipekten kefen’ münasebetsizliğini inceden seziyorum, özellikle Cumhurbaşkanımızın şu son öne çıkış hamleleri bana ipekten kefen gibi ve AKP içinden de kamuoyunda seslendirmeye kimse cesaret edemiyor ama bir ‘ölür müsün yoksa öldürür müsün havası çok açık izleniyor..

25) Eskiden Erzurum’da kış günü kim hastalanırsa içine kara ölüm korkusu çökerdi ve yakınları şakayla ‘kurbanın olam kış günü başımıza iş çıkartma’, yani bu ayazda mezar nasıl açılır anlamında, ben de bugünlerde Obama’nın Biden’i Türkiye’ye neden acilen gönderdiğini hala anlayabilmiş değilim..

26) Annem rahmetli Erzurum Hasankaleli’dir, çok hikayesi aklımın bir köşesinde kaldı, bir tanesi şimdi su üstüne çıktı, gelin gidilen yerde yeni gelin sessizdir konuşmaz lafa girmez ama gün gelip o evin içinde söz sahibi olacağı günü dört gözle bekler..

Yeni gelin yine de çok sinirlenince şöyle cevap verir: ‘Ayağıma bir yer edim gör ki sene ne edim..’

Aradan nerdeyse onlarca yıl geçti, kültür bakanımız Ertuğrul Günay’a bakıyorum, AKP içinde hala ‘ayağına bir yer edemedi’..

27) Dünyanın bir tanesi annem Trabzon’a gelin gelmişti, hatıralarımı deşiyorum, siyasi bir bilinci var mıydı nasıldı diye bir şeyler hatırlamaya çalışıyorum, şöyle bir hikaye kalmış aklımda.. Birinci dünya savaşında Osmanlı topyekün teslim olup yenilince İstanbul’da

Erzurum kahvesini çalıştıran bir Süleyman Çavuş varmış, gençler yine kahveye iskambil domino oynamaya gelmiş, kahvede oyun oynamayı kaldırmış kağıdı domino taşlarını yasak etmiş, gençlere kızarak: Bulgarlar’a bile yenildik hala iskambil oynirsiz.. diye..

Bilmem annemin bu hikayeleri işe yaradı mı, yaşadığım her gün ne kadar yoğun işim olursa olsun mutlaka elime bir kitap alır hiç değilse birkaç sayfasını okumaya karıştırmaya çalışırım, sebebi, Osmanlı ordularıyla topyekün yenildi mağlup oldu yüz yıl oldu içimizde acısı ağıtı yarası dinmedi ve bir şeyler yapalım, daha zinde daha akıllı olalım, cumhuriyet mağlup olmasın, diye..

28) Aklı Kesmek, deyimini hemen hergün defalarca kullanırız, bir yeti olarak aklını kullanabilmeyi anlatırız ancak akıl bir bıçak mı kessin, bıçakla aklın ne ilişkisi olabilir? Bir hikayesi var eskiler anlatır, doğu ve batı’nın büyük filozofu İbni Sina cebir ve geometriden sınıfta kalmış ve okulu terk edip kervana takılmış.. Kervan yolunda bir kuyuya su çekmek için gitmiş, bir şey çok dikkatini çekmiş.. Kuyunun ipi gide gele kuyunun taşını kesmiş.. Oracıkta düşünmüş ip kadar zayıf bir şey taş gibi sert şeyi nasıl keser diye.. İp devamlı çalışırsa kayaları dahi kesebilir, o halde, aklımla her şeyi kesebilirim, ilk işi okuluna dönüp cebir ve geometriyi halletmek, olmuş..

29) Anadolu tüm dünya tarihinde yazının en çok yazıldığı yerdir, Mısır papirüsleriyle ünlü, Anadolu kil tablet ve taşlarıyla, milyonlarca yazılı taş, ki çoğu yurt dışına kaçırıldı.. Yalnız kil tablet ve taşlara değil, derinin her türlüsüne yazıldı, ağaç kabuklarına yazıldı, hatta kaplara tabaklara kupalara yazıldı hatta altına gümüşe yazıldı hatta küpelere mühürlere yüzüklere yazıldı hatta süslemek için genç kızların incecik vücutlarına yazıldı, kamışla yazıldı iğneyle yazıldı çiviyle yazıldı..

Sonra kim akıl etti bilmem yaprakları birbirine ekleyip kitap yapmayı ve sonra Moğollar ve sonra Haçlılar defalarca yakıp yağmaladılar Bağdat’tan İstanbul’a kadar her yeri..

Vahşi yağma talan bize kadar sürdü, bir sabah kapımız çalındı ve onlarca arkadaşımızın evi kitapları arandı, hayat birden kayboldu..

Şimdi içerde hepsi, ey benim güzel arkadaşlarım.

Kitapların kenar boşluklarına notlar düşmüşler diye yargılanıyorlar..

Vatandan da namustan da mahrem dediğimiz beynimizin unuttuğumuz en dip yerlerinin dahi gizlisi saklısı kalmadı, saksıda çiçeklerin havada yağmurların göçmen leyleklerin dahi can güvenliği kalmadı..

Güzel Allahım bu kahpe günlerin de mi hesabını biz vereceğiz..

O mahkemede kitapları yazanlar mı yargılanmalı yoksa kitapları yasaklayanlar mı?

Ey güzel Allahım keşke talihimiz bahtımız yalnız senin elinde olsaydı. Kitaplar yazdığımız için üstüne bir de Amerika’nın raporları üstüne bir de cemaat oyunları üstüne bir de medyanın savcıların ‘işkence oyuncağı’ olduk..

Şaka şuka bitti hepimiz göt korkusuyla yazıyoruz artık, Allahım, şimdi sen AKP ve cemaatin işkencesiyle geçen bu günleri ömürden mi sayacaksın..

Sabah neşesiyle uyanıp ufuklara dalıp dağların lezzet ve bereketleriyle sevgiliye söylenmiş tatlı bir sözümüzü dahi taa Amerikalar’da hocalara mı yargılatacaksın..

Geceler uzadı buza döndü, kalbimiz çoktan betona dona döndü..

Kısılırsa sesi sevgilinin bu tehdit Anadolu’nun kil tabletlerine çivi taş yazılarına Pir Sultanına Yunuslar’ına dahi hakaret gibi gelir..

Sazlıkların sesi kağıtların hışırtısı gibi, şimdi benim, ey güzel arkadaşlarımın sesleri mahkeme salonlarında.

Hücre sığınaklarında ezilmekten kurtarmak için ruhlarını, tek çaresi hala çal çene konuşup dertleşecek mektuplar yazıyorlar sevgililerine..

Hepimiz biliyoruz artık özgürlüklerimizin karşısına dikilen büyük amansız caniler yobazlık gözü kara fanatik dincilik değil. Aşırılık dinden olmasa başka bir kalıba dökülecekti..

Özgürlüklerimizin karşısına çıkan bu zalim tehdit, futbol sahası, boks ringi, meclis, Kırkpınar çayırı, minder gibi, siyasi ve hukuk ve sosyal kültürümüz bir müsabaka kültürü oluşturamadığı için, hala vahşi ormandan toprak düzenine geçemediği için, hala kuzgunları leşlerin başından kovacak bir hukuk gücü oluşturamadığı için..

Doğduğumuz günden beri devlete vergi verdik can verdik hala canavarlık hukuk usulüne göre normalden insanlıktan sayılıyor..

Çok şey mi istiyoruz, kimse kimseyi yok etmesin kimse kimseyi bertaraf etmesin. Kağıt dediğin de bir er meydanıdır, kağıtlara ruh veren Yunus’u Mevlanası Hacı Bektaş’ı hepsi şimdi evimizde birer kitap değil mi?

Devlet bu işte yine yedi başlı canavar, kalkanı en çok canilere yakışır.

Bizimkisi, hadi gelin çocuklar, dedik, bir bağımsızlık hayali, göl dalgaları gibi minicik, hadi gelin çocuklar, hayalden rüya gibisinden olsun, küçücük göllerimizi beşik gibi sallayalım, sonra yorulup, ayaklarımızı hepimiz bu küçük göle uzatalım, dedik..

CIA’sı Amerikası cemaati vahşi liberali, başımıza gelmeyen kalmadı..

Bir gözümüzü açtık ki içerdeyiz bir gözümüzü açtık ki o küçük gölleri artık karlar mı kefenledi.

Hatırası kalmayacak korkusu geriye, ayaklarımızı neşeyle uzattığımız o minik gölümüzden..

Bilmem hangi şair öğretti bir yara sızısı gibi incecik herkesin kolaylıkla kırabileceği yollardan yürümeyi hepimize..

Şimdi onbin yüzbin klasör yüreğini kaybetmiş bir kederin iniltisini deşiyor Amerikan ajanları.

Soğuktan donmuş ödü kopmuş dargın bir şiir mi bulacaklar kitap kenarı boşluklarında..

Kardeşlerimizin katilleri mi artık ekecek bu toprakları.

Yosunlarla oynaşan çocukluğumuzu hatırlar gibi rüzgarlara karışan mavilerin en tatlı tonu ellerimizi kelepçeleyenleri, ey güzel Allahım şimdi sevaptan dinden mi sayacaksın?

Sabahlara hayat veren tatlı bir şakamız arkamızdan vah diyecek bir ney kalmadı.

Dünyanın en güzeli arkadaşlarım dağlarımızda artık kaval sesi kalmadı. Padişahı hicvettiği için asılan Nefi gibi dar ağacına giderken bizde mi bu alem hiç yok imiş diyelim, bizde mi o küçücük rüya gölüne uzattığımız bacaklarımızı kangrenli gibi kökünden keselim..

Kim incitti bu rüzgarları çarpıntısı sormaz oldu kalbimizi.

. Sormaz oldu bizi, kenarında doğduğumuz derelerin dumanı.

Halimizi sormaz oldu ne zamandır tek bir insan duymadı sohbaharı..

Osmanlı’nın son günleri mi Tevfik Fikret gibi içimize sinmiyor artık yağan yağmur..

Hepimizin sonunu hazırlıyor kusursuz cinayetler bekliyor sırasını..

Ufuklar puslu, ey bizi tahammüle ikna eden güç, bu kadar uzakta değildi eskiden semalar…

İnandığım tek şey doğru söz sabırla bekler, bildiğim tek şey gökten de geniş bağımsızlık.

Ey benim dünyanın en güzel arkadaşları, bağımsızlık gözleri açan ölüleri dirilten haşa dilim varmıyor emsalsiz bir kudret, işte yazıyor tarihler ona mermi ona kelepçe dayanamaz..

Ey benim dünya güzeli arkadaşlarım, sizi saklayacak ne kabımız sizi koruyacak ne bir partimiz olmadı.

Olsun, tek yaptığımız bu sütunda Sudan’dan yola çıkmış Nil’den uzun bu yazılar, size kurban size armağan olsun, pranganızın kenarına bir gün daha geçti diyen bir çizik olsun..

Siz söyleyemezsiniz ben Karadenizliyim bilirim, ihtiyarlar dizlerini ovuşturup ah ile söyler, ‘nem’ nereye girerse bir daha çıkmaz, nem nereye girse bir daha iflah olmaz..

Nem fındığın içini bozar, nem mısırın tanesini bozar, nem fıtratı bozar, nem böcekleri yaprakları çürütür.

Anladığım, nem yalnız gözlere sürme gibi güzellik kadar. Anadolu’nun soluğu ruhudur nem,,

Anladım ki bu yazı masasında nem’den daha sert bir çivi yoktur. Nemin yazdığını hiçbir sünger silemez. Nem, beynimizi kurutur suratımıza yapıştırır..

Nem kelepçeleri çürütür suratımıza yapıştırır. Nem hücreleri kurutur suratımıza yapıştırır. Nem hasreti çürütür nem mektupları çürütür, bu yazı masasında anladım ki nem kitapları yazıp yazıp suratlarımıza simasını asıverir..

Hiçbir baraj tutamaz çöllerde su akar gider, hiçbir ateş ısıtamaz Sibirya’da su donar kalır.. Çölün de buzun da zamanı çerçevesi tarihi sınırı yok.

Oysa Anadolu böyle mi çay demler gibi türkülerle ağıtlarla tarihini nemden buğudan yazar..

Moğol’u Haçlısı İngiliz’i kaç kez ayakta duran ne varsa talan etti hazinelerini yıktı var yok eserlerini.

Oysa Anadolu öyle mi atom bombalarıyla parçalasalar toprağına sıkıca tutunmuş nem’ini söküp alamaz hiçbir güç..

Aşkı içimize yapıştırıp tutturan nem’dir.

. Ruhun harlayan ateşini, soğuk buharının kollarıyla kucaklayan, arasalar da virüslerle tarasalar da kalbinde kötülük taşıyanların eline geçmez, bu aşk cevherinin dilini nemden başkaları bilmez..

Ne dev silahlarınızın gaddarlığı ne şeytanlarınızın kışkırtması ne evrenin tarihi unutturan gürültüsü…

Sızımızın kokusudur artık o nem’i bir daha yüzümüzden sökemez kimse içimizden..

..

Nem yazarların mürekkep hokkasıdır. Yazdıkça… dere kenarları dağ çiçekleri çimenler yosunlar gelip kelimelere tutunur.

İnsana acılık veren yakıcı bir yalnızlık dönüp dolaşır gelir gözlerimize tutunur, annelerimizin yüzü arkadaşlarımızın yüzü mahkeme salonlarının yüzü hepsi doya doya nemini içmiş türküleriyle toprağımıza tutunur..

İnsan olmaktan zevk duyanlara heyecanlar verir.

Asla utanmayın kardeşlerim nemlenmemiş insan tıpkı çiçekler gibi ruhunu açamaz.

Yanaklarından süzülmemiş insanın yükü hafiflemez ruhu affolmaz..

Unutmayın tek bir damlası dökülmesin sımsıkı bir kudret sizi yukarlara yanına çeker.

..

İçinde bir dirhem insan merhameti olmayan, holdingleri bankaları ihaleleri rötatifleri imarları ihaleleri HES’leri altın bakır yağma madenleri cumhurbaşkanı meclisi hukuku, hepsi sizlerin olsun, kelli felli manzaranız daim olsun..

En vahşi işkenceleriniz dahi artık simamızın rengini bozamaz bizim..

Göklere ruhun rengini veren yaşı buğusu deresi tozu dumanı vatanı öyle kitaplar yazıyor ki suratlarımıza, kazısan çıkmaz, görünüyor işte karşıdan tepelerimiz, toprağımız suratımıza ebedi güzelliğiyle gömüldü bile..

Nihat Genç

Odatv.com

mihat genç arşiv