TANSEL ÇÖLAŞAN'A CEZA VEREN MAHKEME TAYYİP ERDOĞAN'A NEDEN VERMEDİ

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Sayın Tansel Çölaşan, referandumdan sonra Antakya’da yaptığı konuşma nedeniyle, alt mahkeme tarafından...

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Sayın Tansel Çölaşan, referandumdan sonra Antakya’da yaptığı konuşma nedeniyle, alt mahkeme tarafından tazminata mahkum edildi. Mahkeme kararının yanlışlarını ortaya koymadan önce, olayı anımsamak gerekir.
Sayın Başkan, Anayasa değişikliği ile Türkiye’nin düşürüldüğü durumu ve değişikliklerin yaratacağı sonuçları değerlendirdiği bir panelde yaptığı konuşmada, “hayır” oylarının bilinçli oylardan oluştuğunu; evet demenin kolay, hayır demenin zor olduğunu; hayır demek için bilgi gerektiğini vurguladıktan sonra, bilgisizce verilen oyların delaletten, çıkara dayalı oyların gafletten, Cumhuriyeti sindiremeyenlerin oylarının da ihanetten kaynaklandığını belirterek, "Anayasa referandumunda evet oyu kullananların gaflet, dalalet ve ihanet içinde olduğunu” söylemiştir.
Bunun üzerine, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek, "Anayasa referandumunda evet oyu kullananların gaflet, dalalet ve ihanet içinde olduğunu söyleyerek, kendisine hakaret ettiği" iddiasıyla, Sayın Çölaşan aleyhine tazminat davası açmıştır.

5 BİN TL TAZMİNAT

Ankara 4. Sulh Hukuk Mahkemesi de, Sayın Çölaşan tarafından, 12 Eylül referandumunda "evet" oyu kullananlara yönelik "gaflet, dalalet, ihanet içinde olduklarına ilişkin" sözler söylendiğini kaydederek, "Bu sözlerin, referandum öncesinde söylenmesi durumunda evet çağrısında bulunanlar ve evet oyu kullanılmasını isteyenler için eleştiri kabul edilebilecek ise de, referandum sonucunda milli irade tecelli etmiş bulunduğundan, söylenen sözlerin millet iradesini tahkir ve hakaret niteliğinde sözler olduğu" değerlendirmesinde bulunmuştur.
Mahkeme, "Davacının, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı sıfatı nedeniyle Ankaralıları temsil makamında bulunduğundan millete ve Ankaralıların iradelerine yönelik hakaret niteliğindeki sözler konusunda aktif dava ehliyetinin bulunduğu” sonucuna varmıştır.
Ve bu gerekçelerle sayın Çölaşan’ı 5 bin lira manevi tazminat ödemeye mahkum etmiştir.

CUMHURİYETİ SAVUNANLAR SUÇLANIYOR

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Vatana İhanet Yasası ile eski TCY’nın 163. maddesi yürürlükten kaldırıldıktan ve Anayasa’nın 24. maddesindeki, dünya işlerinin din kurallarıyla düzenlenemeyeceği, dinin, dince kutsal sayılan değerlerin siyasal ve kişisel çıkarlar uğruna kötüye kullanılamayacağı yolundaki anayasal buyruk yaptırımsız bırakıldıktan sonra, ne yazık ki, “Cumhuriyet’e ihanet edenler” değil, “Cumhuriyeti savunanlar” suçlanır olmuştur.

MİLLİ İRADE TEK DEĞİL
İkincisi, Mahkeme’nin “milli irade” değerlendirmesi yanlıştır. Milli irade “genel irade”dir ve hiçbir zaman çoğunlukta da olsa tek görüşü, tek siyasal eğilimi, tek tür oyu yansıtmaz. Örneğin, yasama organı ele alınırsa, AKP’nin ya da CHP’nin ya da MHP’nin aldığı oylar “milli irade”yi temsil etmez. Yasama organındaki tüm partilere, hatta bağımsızlara oy verenlerin tümünün oyları “milli irade”yi temsil eder. Hatta, yüzde 10 barajı nedeniyle, bugünkü yapısıyla TBMM’nin “milli irade”yi temsil ettiği de söylenemez. Çünkü verilen milyonlarca oy ya boşa gitmekte ya da oy sahibinin görüşünün tam tersine görüşe sahip siyasal partilere aktarılmaktadır. Yani, sonuç olarak bu oylar yasama organında temsil edilmemektedir.
Bir kent için “milli iradenin tecellisi” de ancak, belediye seçimlerinde verilen tüm oyların toplamından oluşur. Sayın Gökçek’in aldığı oyları ya da referandumdaki yalnızca “evet” oylarını “milli iradenin tecellisi” saymak doğru değildir. Eğer Sayın Gökçek, yalnızca belediye başkanlığı seçiminde AKP’ye oy verenlerin ya da referandumda “evet” oyu verenlerin belediye başkanı ise, “ötekileştirilen” Ankara halkının belediye başkanı kimdir?

MAĞDUR YOK
Bu yanlış, siyasal iktidar mensupları tarafından da, bilinçli olarak sıklıkla yapılmaktadır. Belki de, bu kararda olduğu gibi, siyasilerin “milli iradeyi” yalnız çoğunluğu ele geçiren siyasal partiye verilen oylar biçiminde çarpıtmasının nedeni, yargı dahil kimi kesimleri etkilemek içindir. Oysa Anayasa’nın 138. maddesinde, yargıçlar görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdani kanatlarına göre hüküm verirler denilirken, yargıcın her türlü baskıyı, etkiyi, telkini reddetmesi de öngörülmektedir.
Öte yandan, hakaret nedeniyle “tazminata” hükmedilebilmesi için, hakaretin koşullarının oluşması gerekir. TCY’nın 125. maddesinde, ancak “bir kimseye” yönelik hakaretin suç sayılabilmesi öngörülmüştür. Mağdurun belirlenmesi başlıklı 126. maddede de, hakarette ortada bir “mağdur” olması, yani “onur, şeref ve saygınlığı zarar gören bir kişinin” bulunması, “hakaretin mağdurun şahsına” yöneltilmesi, kısaca “kişilik haklarına saldırıda bulunulması” gerekmektedir.
Ortada Sayın Gökçek’e, hatta “evet” oyu veren herhangi bir kişiye söylenmiş bir söz yokken, soyut kavramlara ve sözlere dayanılarak tazminata hükmedilmesi olanaklı görülmemektedir.

BİR KİŞİ YOK
Ayrıca, referandumda verilen oylar, yasa gereği gizli olduğundan, kişilik haklarına saldırı ya da hakaret diye nitelendirilen sözlerin herhangi bir kişiye yöneltilmesi olanaklı da değildir. Ne var ki, bunun tersi de geçerlidir. Yani bir kişi, istediği kadar referandumda “evet” oyu verdiğini söylesin, bunun kanıtlanması, gizli oy nedeniyle olanaklı değildir. Böyle olunca “bir kişiye” yönelik hakaretten de söz edilemez. Yoksa herkes, mahkum ettirmek istediği kişiye karşı “evet” ya da “hayır” oyu kullandığını ileri sürebilir ki, bunun hukuksal yanlışlığı açıkça ortadadır.
Aslında Mahkeme’nin neden bu zorlama gerekçeyle karar verdiğini anlayabilmek için, aynı gün gazetelere yansıyan bir başka habere dikkat etmek gerekir. Bu habere göre, aynı nitelikteki bir dava reddedilmiştir. Ancak o davada “davalı” Sayın Başbakan’dır.
Başbakan Sayın Recep Tayip Erdoğan'a karşı, referanduma yönelik “hayır diyenler darbecidir” dediği için, bir avukat tarafından, “kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu” gerekçesiyle açılan dava, Ankara 23. Asliye Ceza Mahkemesi’nce reddedilmiştir.
Tazminat davası yolunun, siyasal iktidar tarafından başlangıçtan beri bir “yıldırma-susturma” yöntemi olarak kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Ne var ki, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni ve demokratik, laik Cumhuriyet’i savunan ve buna karşı olanlarla savaşım verenler, bugüne kadar yargıya güvendikleri ve “Ankara’da yargıçlar var” dedikleri için savaşımlarını sürdürebilmişlerdir.
Bunun farkında olan siyasal iktidar da, önce Anayasa değişikliğiyle, sonra hızla gündeme giren HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay yasa değişiklikleriyle, ardından yargıç ve savcılar hakkında, kişisel kusur ya da haksız eylemden kaynaklansa da doğrudan tazminat davası açılabilmesini engelleyen yasal düzenlemelerle ve AYM’ne, HSYK’ya, mahkemelere yaptığı atamalarla, yargıyı karşıt görüşlüler ve Atatürkçüler için “güvence” olmaktan çıkarmıştır.
Tüm bunlardan sonra şu soruyu sormaktan kaçınamıyoruz: Her iki mahkemenin, aynı nitelikteki iki dava için iktidar mensupları lehine karar vermesi, acaba tesadüf müdür? Bu soruya yanıt aranırken, yargıç ve savcıların verdikleri keyfi kararlar için bile tazminat davasına muhatap olmaktan kurtarılmalarının da göz önünde bulundurulması gerekir.

Bülent Serim
Odatv.com

arşiv