AKP baroyu ele geçirmeye çalışacak

Mavi Marmara olayı, Oslo görüşmelerinin deşifre edilmesi, MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılması, yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası, iktidar...

Mavi Marmara olayı, Oslo görüşmelerinin deşifre edilmesi, MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılması, yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası, iktidar ortağı Cemaati hedef tahtasına koyan Başbakan, işi o kerteye vardırmıştır ki, artık yer ve zaman ayrımı yapmadan hoşuna gitmeyen her konuşmaya, karara, kuruma ve kişiye anında açıkça tepki göstermekten kendini alamamaktadır. Devleti ele geçirip kendi kurumlarını oluşturdukça, iktidar mensubu siyasilerin tahammülsüzlükleri kolayca dışa yansır olmuştur.

Bunun son örneği, Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümü Töreni’nde Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’na karşı sergilenmiştir. “Ben diktatör değilim” diyen Başbakan, diktatörlere taş çıkartırcasına TBB Başkanı’nın konuşmasını “Baştan aşağı yanlış konuşuyorsun. Böyle bir edepsizlik olmaz ki, edepsizlik yapıyorsun” hakaretiyle yarıda kesmiş ve toplantıyı terk etmiştir. Ne yazıktır ki, Cumhurbaşkanı, Danıştay Başkanı ve Genelkurmay Başkanı da arkasından yürüyerek töreni terk etmişlerdir.

Konuşmanın uzunluğu ve içeriği bu davranışın gerekçesi olamaz. Her ikisi de törende söz hakkı verilen kişinin takdirindedir. Üstelik bırakınız demokratik kitle örgütlerini ve bu bağlamda meslek örgütlerini, “birey ve yurttaş olma” bilincindeki herkesin toplumsal olaylara karşı duyarlı yaklaşması, yani siyaset yapması demokratik toplum düzeninin gereğidir.

Üstelik yargının siyasal iktidarın güdümüne alındığı bir toplumda yargının siyasal değerlendirmeler yapması kaçınılmaz olur. Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve TBB başkanlarının üst üste yaptıkları konuşmalar birlikte okunursa, yargıda gerçekten siyasallaşma gibi bir sorunun bulunduğu açık biçimde görülecektir.

Törende ev sahipliği yapan Danıştay Başkanı’nın, Tören bitmeden ve diğer konukları yok sayarak salonu terk etmesini anlamak da olanaksızdır.

ATANMIŞLARIN ANAYASAL GÖREVİ

“Cüppeni çıkar da gel” ucuz polemiğini bir yana koyup Başbakan’ın bir başka söylemi üzerinde durmak gerekir. Törenin ardından gittiği Afyonkarahisar’daki AKP toplantısında diyor ki Başbakan:

“Hiçbir atanmış kalkıp da milletin temsilcilerine ders vermeye yeltenmesin…

Çıkıyor orada zehir zemberek bir konuşma yapıyor seçilmişlere; işte o hücrelerine sinmiş kibirle parmak sallamaya yelteniyor.”[1]

Yani kısaca Başbakan, “Sen seçilmişe söz söyleme hakkına sahip değilsin” diyor. Bunu kime söylüyor; yargı erkinin sav-savunma-yargılama üçlemesindeki kurucu öğelerinden biri olan savunmanın çatı örgütünün Başkanı’na söylüyor.

Bu ifadede seçilmişlerin kutsal bir yere konulması, ilkel demokrasi anlayışından bir arpa boyu ileriye geçilememesinden; çağdaş demokrasinin ayrılmazları olan erkler ayrılığı ve hukuk devleti ilkelerinin benimsenememesinden kaynaklanmaktadır.

Bu kutsallaştırmayı en iyi biçimde, eski Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, “Yasamanın bir basamak yukarıda, bir gömlek üstte sayılması gerekir. Yürütme ve yargının yasama karşısında bir ölçüde saygı duyan, ceketini ilikleyen bir tavır göstermesi lazım.”[2] Bu söylemde yargının yanına yürütmenin de katılmasına bakmayın; yürütme ile yasama iç içe olduğuna göre mesaj yargı yönünden önem taşımaktadır.

Başbakan’ın söylemindeki “sen”, AKP iktidarı ile Başbakan’ı ve uygulamalarını eleştiren “atanmışlardır.” Seçilmişlerin kapsamına yasama ve onun içinden çıkan yürütme girdiğine göre, atanmışların kapsamında kalan yargıdır.

PEKİ ANAYASA NE DİYOR

Peki, acaba gerçekten atanmışlardan oluşan yargının seçilmişlerin oluşturduğu yasama ve yürütme hakkında söz söyleme hakkı yok mudur? Bu sorunun yanıtını Anayasa’da aramak en doğru yol olacaktır.

Sorunun yanıtını oluşturan sihirli sözcükler Anayasa’nın 6. maddesinde yer almaktadır. Şimdi bu maddeyi birlikte yeniden okuyalım: “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.”

Yani Türk Milleti egemenliğini kullanırken Anayasa’nın koyduğu kurallarla bağlıdır. Bu bağlılık hiç kuşkusuz onun temsilcilerini de kapsar. Zaten Anayasa’nın 11. maddesinde de anayasal kuralların yasama, yürütme ve yargı organlarını da bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiştir.

Şimdi geliyoruz 6. madde kuralındaki ikinci sözcük öbeğine: Türk Milleti egemenliğini yetkili organlar eliyle kullanır. Bu yetkili organların hangileri olduğu da 7, 8 ve 9. maddelerde düzenlenmiştir. Bunlar hepimizin bildiği gibi yasama, yürütme ve yargı organlarıdır.

İşte bu organlardan yasama ve yürütmeyi oluşturan temsilciler halk tarafından seçilir. Ama yargı organı tümüyle, Başbakan’ın anladığı anlamda “atanmışlardan” oluşur.

Anayasa Koyucu bununla da yetinmemiştir. Yasama ve yürütme erkini, yani iktidar gücünü ellerinde bulunduranların bunu kötüye kullanmaması için onların işlemlerini yargı denetimine bağlı tutmuştur.

- Yasama işlemleri Anayasa Mahkemesi’nin denetimine bağlıdır. (m.148)

- İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. (m125)

- TBMM Başkanı ile Başbakan ve bakanlar görev suçlarından dolayı Yüce Divan’da yargılanırlar. (m.148)

Demek ki yargıya, iktidar gücünün demokrasiye ve hukuk devletine, kısaca anayasal düzene zarar verecek biçimde kullanılmaması için yargıya denetleme-dengeleme-frenleme yetkisi verilmiştir.

Bunun için de, Anayasa’nın 9. maddesinde, yargı hem “Türk Ulusu” adına karar vermekle yetkilendirilmiş, hem de yasama ve yürütmeyi denetlediği için bu organlara karşı “bağımsız” kılınmıştır.

İşte Türkiye Barolar Birliği Başkanı, bu yargı manzumesi içinde, yukarıda da açıkladığımız gibi savunma bölümünün başıdır. Bu durumda Başbakan’a “parmak sallayan” doğrudan Anayasa’nın kendisidir ya da daha doğru anlatımla Anayasa Koyucu’dur.

İLKEL DEMOKRASİDEN ÇAĞDAŞ DEMOKRASİYE

Üstelik Anayasa Koyucu’nun bu tutumu tarihsel gelişime de uygundur. Demokrasi anlayışı, 2. Savaş öncesinde Başbakan’ın anlayışı gibidir. Sandık demokrasinin tek ölçütüdür. Seçilmişler mutlak egemendirler. İstediklerini yaparlar. Her yaptıkları doğrudur. Eleştirilemezler.

Ne var ki, dünya bu ilkel demokrasi anlayışının bedelini 2. Savaş’ta ağır biçimde ödemiştir. Bunun üzerine Savaş sonrasında demokrasi anlayışında yeni arayışa girilmiştir. Yapı taşını “hiçbir iktidarın demokrasiyi yok etme hakkı olamaz” anlayışı oluşturmuştur. Bunun alt yapısına da erkler ayrılığı ve hukuk devleti ilkesi konulmuştur. Demokrasiyi siyasilerin tasallutundan koruyacak olan bu ilkelerdir.

Erkler ayrılığından amaç, erklerin birbirini denetleyip dengelediği bir düzen oluşturmaktır. Hukuk devleti ilkesi ise, seçilmişlerin demokratik düzeni bozamaması, özgürlüklere ve rejime zarar verememesi için, siyasal gücün denetlenmesi-dengelenmesi ve bu yolla sınırlandırılması görev ve yetkisinin yargıya verilmesi amacıyla kabul edilmiştir.

Kısaca ilkel demokrasi anlayışından çağdaş demokrasi anlayışına geçilmiştir. Bu anlayışta siyasal taraf olmayan atanmışlara Cumhuriyeti, demokrasiyi, özgürlükleri, erkler ayrılığını ve hukuk devletini korumak adına, seçilmişleri anayasal sınırları içinde tutma görev ve yetkisi verilmiştir.

Atanmışlar, halkta bile olmayan anayasal düzeni değiştirme yetkisini siyasilerin kullanmasına, Millet adına izin vermeyecektir. Anayasa’ya göre Millet’te olmayan bir yetkinin temsilcilerinde bulunması düşünülemez. Bu nedenle “Ben % 49.7 oy aldım istediğimi yaparım” anlayışına çağdaş demokrasilerde yer yoktur. Millet ve % 100 oy alsalar da temsilcileri anayasal sınırlar içinde kalmak zorundadırlar.

Sabahattin Sakman’ın deyişiyle, “Bu yüzdendir ki uygar devletlerin anayasaları, hukuk teamülleri, cumhuriyetleri ‘seçilmişlerin’ tasallutundan korumak üzere şekillendirilmiştir.”[3]

KİM ATANMIŞ, KİM SEÇİLMİŞ

Kaldı ki, bugünkü siyasal sistemde kimin atanmış kimin seçilmiş olduğunu ayırmak da çok güçtür. Bilindiği gibi Siyasal Partiler Yasası ve milletvekili seçimine ilişkin yasa, milletvekili adaylarını belirleme konusunda siyasal parti liderlerine çok geniş yetki vermektedir. Uygulamada da bu yetki sonuna kadar kullanılmaktadır. Özellikle AKP’de milletvekili adaylarını, daha doğru söyleyişle milletvekillerini Genel Başkan’ın belirlediğini sağır sultan bile bilmektedir.

Buna karşılık TBB Başkanı, 79 baronun ve 80 bin avukatın temsil edildiği Genel Kurul’da delegelerin özgür oyuyla, hiçbir hileye-hurdaya olanak verilmeden seçilmektedir.

Bu durumda sormak gerekir: AKP Genel Başkanı’nın belirlediği milletvekilleri mi özde “seçilmiş” statüsündedir, yoksa TBB Başkanı mı?

Soruları artıralım: Bilindiği gibi basında yayımlanan ses kayıtlarındaki sava göre, Danıştay Başkanlık seçimlerinde iki aday yarışacakken, Başbakanın talimatıyla adaylardan biri yarıştan çekilmiş, bugünkü Başkan’ın başkanlığı Danıştay Genel Kurulu’nda onaylanmıştır. Peki şimdi Danıştay Başkanı mı seçilmişler statüsündedir, yoksa TBB Başkanı mı?

İLK DEĞİL

Başbakan Erdoğan töreni terk ettikten sonra yaptığı açıklamada; bundan sonra TBB Başkanı’na adli yılın açılışında ve Danıştay’ın kuruluş yıldönümü törenlerinde söz hakkı vermeyeceklerini, zaten bunların böyle bir söz haklarının bulunmamasına karşın konuşturulduklarını, bu törenlerde başkanlar dışında biri konuşacaksa bunun Adalet Bakanı olması gerektiğini, bir daha başkanlardan başka konuşmacı olması durumunda bu tür törenlere katılmayacağını belirtmiştir.[4]

Cumhuriyet geleneklerini bir kez daha ayaklar altına alan bu açıklama, aynı zamanda yüksek mahkeme başkanlarına da uyarı niteliğindedir.

Başbakan’ın bu açıklaması ilk değildir. TBB Başkanı Feyzioğlu’nun 2 Eylül 2013 Adli Yıl Açılış Töreni’nde yaptığı konuşmadan sonra da Başbakan Erdoğan şöyle demişti: “Orada gözümüzün içine baka baka bize hakaret ediyor. Cevap verme hakkımız da yok. Ama söyledim, bir daha adli yıl açılış töreninde bunlar konuşacaksa ben gitmeyeceğim. Gidersem de Yargıtay Başkanı’nın konuşmasından sonra çıkacağım.”[5]

Aslında 1960’lı yıllardan beri adli yıl açılış törenleri ile akademik yıl açılış törenleri, demokratik iletilere yer verilen, iktidarların yanlışlarının sergilendiği platformlar olmuştur. Siyasal iktidarlar ise her dönemde eleştirilere tahammül gösterememişlerdir.

1967 Adli Yıl Açılış Töreni’nde konuşan Yargıtay Başkanı İmran Öktem, irticaya pirim veren Başbakan Demirel’i eleştirmiş ve şöyle demiştir: “Bizim sağ siyasiler iktidar varlığını ve meşruiyetini yalnız sandıktan çıkan oylar üzerine inşa ettikleri için demokrasi tekâmül edememiştir.” Bunu söyleyen Öktem’in (ışıklar içinde yatsın) cenaze namazını bile kıldırmak istememişlerdir.

1956-57 ders yılının açılış töreninde konuşan, dönemin Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu da yaptığı konuşmada, öğrencilerine “Nabza göre şerbet vermeyin” çağrısında bulunduğu için Menderes Hükümeti tarafından “Bakanlık emrine” alınmıştır.[6]

Sonsöz

Şimdi ilk yapılacak iş TBB’ne ayar vermek olacaktır. Bunun çaresi de TBB’yi ele geçirmektir.

Mevcut sistemde, çok üye sayısına sahip baronun daha çok, az üye sayısına sahip baronun daha az delegeyle temsil edildiği Genel Kurul’da seçim yapılmaktadır. Demokratik bir yöntem egemendir. Bu yöntemde İstanbul, Ankara ve İzmir baroları seçimlerde söz sahibi olmaktadırlar. Oysa Türkiye’deki 79 baroya seçimlerde eşit oy hakkı verilirse, AKP yandaşı barolar seçimlerde inisiyatifi ele geçireceklerdir.

Bu yöntemin adil ve demokratik olmaması AKP iktidarını hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. Zaten 2010 değişikliğiyle Anayasa Mahkemesi’ne avukatlar arasından üye seçilirken bu yöntem uygulanmıştır. Her baro bir oy hakkıyla bu seçimlere katılmıştır. Kısaca 50 bin üye sayısıyla dünyanın en büyük barosu olan İstanbul Barosu ile 50 üyeli bir baronun oyunun eşit olmasının açıklamasını ise herhalde Anayasa Mahkemesi yapacaktır. Bu arada Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın geçici 18. maddesine konulan aynı yöntemi Anayasa’ya uygun gördüğünü de belirtmek gerekir.

Bülent Serim

Odatv.com

DİPNOTLAR:

[1] Yurt, 12.05.2014

[2] Ali Sirmen, Cumhuriyet, 08.05.2014

[3] Yurt, 11.05.2014

[4] Cumhuriyet, 12.05.2014, Emine Kaplan haberi

[5] Emre Kongar, Cumhuriyet, 13.05.2014

[6] Ali Sirmen, Cumhuriyet, 13.05.2014

AKP baro arşiv